Demokratik
Gürcüler Platformu’ndan Nevzat Kaya’nın Ali İhsan Aksamaz ile yaptığı röportaj
-Ali ihsan Bey; merhaba. Bizimle bu
röportaja zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Ayrıca bu röportajın halklar
arasında kardeşlik duygularının gelişmesine katkı yapması dileklerimizle.
Kendinizi nasıl tanımlarsınız?
- Merhaba; Nevzat Bey. Kendilerine
“aydın”, “entelektüel” denilen kimi insanların bile okumadıkları,
araştırmadıkları; etraflarında olup bitenler hakkında kafa yormadıkları; olay,
olgu, süreç ve belgelere karşı duyarsız kaldıkları ve kendilerini emperyalist
kapitalizmin kollarına bir şekilde teslim ettikleri bir dönemi yaşıyoruz. İşte
böyle bir dönemde siz, benimle konuşmak istediğiniz, çeşitli konulardaki
fikirlerimi öğrenmek istediğiniz ve bunları da ilgilenen okuyucularınızla
paylaşmak istediğiniz için ben de size teşekkür ederim.
Ben de bu röportajın Türkiye'deki,
Gürcüstan'da ki ve Kafkasya'da ki aydınlar arasında kardeşlik duygularının
gelişmesine katkı sunmasını dilerim. Zira halklar hep kardeş. Bize
ilişkin; çoğunlukla da Laz'lar, Gürcü'ler, Abhaz'lar, Megrel'ler, Çerkes'ler,
Svan'lar ve Çeçen'ler hakkında, onların ilişkileri hakkında duygu, düşünce ve
öngörülerimi sizle paylaşacağım. Türkiye, Gürcüstan ve Kafkasya'da doğrudan
bizleri ilgilendiren konuların yalnızca fotoğrafını çekmekle kalmayacak,
geleceğe yönelik değerlendirmelerde de bulunacağım; dikkat çekmeye çalışacağım.
Düne ilişkin bilgiler vereceğim, bugünü değerlendireceğim; yarının nasıl
olabileceğine ilişkin değerlendirmelerimi aktaracağım. Tabi bütün bunları,
insani bir duyarlılıkla, bilgimin ve yüreğimin yettiği kadar yapacağım. Ölçüm
dürüstlük ve objektif olmaktır. Mazlumdan yanayım. Amacımız; var olan
çelişkileri derinleştirmek, yeni çelişki ve çatışma alanları oluşturmak
isteyenlerin değirmenine su taşımak değildir. Sorun kişilerde değil, onların
yanlış fikirlerinde olduğu bilinciyle; mümkün olduğunca kişiler üzerinden değil
onların yanlış fikirleri ve tutum ve davranışları üzerinden değerlendirmelerde
bulunacağım.
Türkiye'den olsun, Gürcüstan'dan olsun,
Kafkasya'dan olsun “Soğuk Savaş” endeksli resmi ideoloji ve tarih tezlerini savunmam,
o tezleri savunanları haklı göstermem söz konusu olamaz. Bütün bunları başta
hatırlatmak isterim.
İnsan olarak, bilginin güç olduğuna
inananlardanım. Bu anlamda nicel güce değil, nitel güce önem veririm. Çok
bilgili olduğumu, herşeyi bildiğimi söyleyemem. Çünkü insan her geçen gün
birşeyler öğrenir. Ben de her gün yeni birşeyler öğreniyor ve kendimi
geliştirmeye çalışıyorum. Okumanın önemini bilirim; okurum. Türkçe'nin yanı
sıra; bana yetecek derecede İngilizce ve İtalyanca bilirim. Dünya basınını internet
ve uydu üzerinden izlemeye çalışırım. Gürcüstan televizyonlarını da izlediğimi
söylemeliyim. Televizyon yayınlarını izleyebilecek kadar az Gürcüce ve ondan
çok daha az da Lazca bilirim. Lazca olarak yazdığım çeşitli konulardaki
makaleleri ve mektupları bir araya toplasam ancak dört yüz sayfayı bulur.
Bilgiye, bilene ve bilgisini toplum yararına kullanmaya çalışana saygı ve sevgi
duyarım. Gürcü ana-babadan olup da kendisini Gürcolog, Laz ana-babadan olup da
kendisini Lazolog zannedenlerden, öyle gösterenlerden değilim. Koyunun olmadığı
yerde keçiye Abduraman Çelebi denir, misalinde olduğu gibi; kendilerine çeşitli
payeler verilip de pohhoplanıp sonra da tava getirildikten sonra da çeşitli
maksatlarla kullanılmaya çalışılan ahmaklardan değilim. Söylenene, okuduğuma
hemen inanmam; araştırırım. Somut durumun somut tahlilinin önemli olduğuna
inanırım. Bir alanda mücadele ediliyorsa, somut gerçeklikten hareket etmenin ve
net bir duruşa sahip olmanın ve strateji ve taktikler geliştirmenin önemi
açıktır. Okumayan ve araştırmayan dolayısıyla da entelektüel ufku dar kimi
küçük burjuvalar cenneti bir ülkede yaşadığımız için, samimi eleştirilerimin
hep düşmanca karşılandığının bilincindeyim.
Kimi küçük burjuvaların; eşek ve kimi
eşek davranışlarından bile öğrenecekleri çok şey var. Eşek bile çoğu zaman
eşekçe davranmaz; önüne konan her otu yemez. Hem unutmamak lazım; eşekliğe
hazır olana semer vurmak isteyen de çok olur. Önemli olan insan olmak ve
insanlaşmak; bilgilenmektir. Geriye kalan miras, somut gerçeklikten hareketle
üretilen fikirler ve onun rehberliğinde yapılan üretim ve mücadele olmalıdır.
İnsan, eser; eşek semer ilişkisini iyi kavramak lazım.
Şu yaklaşık yirmi yıllık zaman
zarfında öyle insanlar tanıdım ki, böyleleri olduğu sürece, böyle dostlar
olduğu sürece düşmana hiç gerek yok! Hayatta binlerce çelişki olduğunu, ancak
baş çelişki diye de bir şey olduğunu bilemeyecek bir sığlıktaki kimi insanlarla
birlikte atılabilecek ne bir adım, ne de gidilebilecek bir yol olur. Görüntüye
ve lakırdıya değil; duruşa, fiiliyata ve yapılan işi önem veririm. Her yeni
bilgi, belge, olgu, olayı yeni öğrenmeye başlayan bir çocuk iştah ve
heyecanıyla algılamaya çalışırım. Hayatım; üne, şana, rütbe, pohpohlanma ve
paraya endeksli değildir; yaşantım ve ilişkilerim de bunu gösterir.
Zannederim, bütün bu özelliklerim, öğrendikçe öğreneceğim çok şey olduğunu
idrak edebildiğimdendir, bilgi ile güçleneceğime inanmamdandır; “ben”i değil
“biz”i her ilişkimde ön plana çıkarmak istememdendir.
Arkadaşlık ilişkilerimde seçiciyim. Beni
fikri olarak geriletecek ve sıkıntıya sokacak insanlardan uzak dururum.
Pişpirik ve boş lafla geçirecek zamanım yok. Kapalı odalarda, kahvehane
sohbetlerinde arkadan konuşmayı, dedikodu yapmayı ve sanal alemin
kalleşliğinden faydalanmayı değil, çeşitli konularda fikirlerimi yazarak ve
altına da imzamı koyarak muhataplarıyla paylaşma yolunu seçerim.
Dediğimi anlayanlarla, dediklerini
anladıklarımla, insanların dertleriyle dertlenenlerle arkadaşlık, dostluk
kurarım. Böylesi ilişkilerde fedakar, yardımsever ve paylaşımcıyımdır. Kimseyi
kandırmam. Akçeli işlere girmem; akçeli işlerin ikiden fazla kişinin yazılı
tanıklığına bağlanması gerektiğine inanırım. İyi bir arkadaş ve iyi bir
dostum. Kişilerle uğraşmam, mücadelem yanlış fikirlerledir. Şahsıma yapılan
nezaketsizlik ve terbiyesizlikleri affedebilirim. Ancak toplumsal mücadeledeki
duruş ve mücadelemi hedef almak amacıyla şahsıma yöneltilen kahpece belden
aşağı vurmaları unutmam. Bu anlamda kinciyimdir; kara kaplı defterim vardır!
Uşak ruhlu, ikircikli davranan, dedikoducu, kaypak, yalaka, fiyaka
düşkünü, megaloman, oportünist, entrikacı, kalleş, olduğu görünmekten kaçınan
insanlardan, haddini bilmeyenlerden, yediği kaba pisleyenlerden nefret ederim.
Yazdıklarımın eleştirilmesi beni sevindirir. Varsa yanlışlarımı görmek ve
onları düzeltmek isterim; bu da beni mutlu eder. Gel gör ki, şu ana kadar
yazdıklarıma yönelik herhangi bir eleştiri
gelmedi.
24 Ocak 1959 Cumartesi günü saat
13:30’da Nişantaşı SSK Hastanesinde doğmuşum. Hayatımın çok önemli bir kısmını
İstanbul’da geçirdim. Babam Ardeşen’in Şanguli köyünden; ana-babası Laz;
anadili ise Lazca. Annem ise, kökeninde Çerkeslik de bulunan bir aileden
geliyor; anadili Türkçe.
Kendimi böyle tanımlayabilirim.
-Türkiye’deki etnik grupların durumuna
yönelik süreçle ilgili değerlendirmenizi alabilir miyiz?
- Toplum hayatını belirleyen üretim ilişkileridir. Ne şekilde üretiyorsanız,
o şekilde yaşarsınız. Yaşadığınız şekilde de bir ilişkiler bütünü, yani onun
kültürünü ve dilini farkında bile olmadan oluşturur ve geliştirirsiniz.
Çevrenizde etkili olursanız, o kültür ve dil kendi doğallığında gelişir;
yayılır. Aksi durumda siz, bir başkasının etki altına girersiniz. Konuya çok
genel anlamda bu şekilde bakılabilir. Ta ki, kapitalizmin, emperyalizmin ortaya
çıktığı dönemlere kadar. Türkiye'ye ilişkin etnisite konusunu açmak için
bir milattan başlamak gerekiyor. Bu milatı çok gerilere, Osmanlı- Rus
Savaşlarının veya Balkan Savaşlarının başlangıcına kadar götürmeyeceğim.
Cumhuriyet döneminin başlarını bir milat kabul etmek yanlış olmaz. Ancak
Osmanlı Ülkesinin, Batının kontrolüne girmesinin sonucu olarak bu milatın
ortaya çıktığını da akılda tutmak gerekir.
Türkiye’nin bugünkü etnik
yapısını, sorunlarını, hoşnutsuzluklarını ve çeşitli sebeplerle ortaya çıkmış
çatışmalarını doğru algılayabilmek, değerlendirebilmek ve uygun çözüm
politikaları üretebilmek ve bunları yetki sahiplerine önermek için,
Cumhuriyetin kurulduğu yıllardaki üretim ilişkilerini ve Anadolu'nun etnik,
demografik yapısını, üretim ilişkilerini hatırlamak gerekiyor bir bütün olarak.
Anadolu'daki tarım ve hayvancılık ne durumdaydı? Senat ve senatkarların
dağılımı neydi? Bütün bu bilgilere sahip olmak gerekiyor. Geleneksel üretim
ilişkilerine sahip Osmanlı Ülkesinin, her alanda gelişmekte olan Batılı emperyalist
kapitalist ülkelerin dinamizmine sahip olmadığını, onlarla rekabet edecek
gücünün olmadığını biliyoruz. Bu durumda da onun, bu emperyalist kapitalist
ülkelerin etki alanına girmesi ve kurtlar sofralarında da kuzu olması
kaçınılmazdı. Önceleri Fransa ve İngiltere ve daha sonraları da esas olarak
Almanya'nın, Osmanlı Ülkesinde hakim olduğunu, bunların; Osmanlı Ülkesinin
ticari, askeri, kültürel, demografik mirasını kendilerinin üretim ilişkileri
için kullanmak istediklerini, kullanmak için hoyratça davrandıklarını
biliyoruz. Osmanlı Ülkesi, artık Batılı emperyalist kapitalistlerin vesayeti
altındaydı.
Resmi Türk ideolojisi Kemalizmin geçmişe
yönelik palavra resmi tarih tezlerini bir tarafa bıraktığımızda, çıplak
gerçeklikle karşılaşırız. O dönemki müttefiğimiz İngiltere, kaç defa Fransa ve
Rusya nezdinde Osmanlı Ülkesinin makus talihini değiştirdi? Biliniyor mu? Tabi
hayır! Bu konulara kafa yormak kimsenin işine gelmiyor! O hamaset dolu, palavra
resmi tarihler etkisini kaybedecek ve bundan nemalananlar da ekmek ve
itibarlarını kaybedecekler de ondan!
Emperyalist kapitalist bir yönelimi
yaşayamayan, üstelik dahil olduğu İngiltere ekseninden çıkıp da Almanya'nın
safına geçiş yapan Osmanlı yönetimi, böylelikle yüzlerce yılda Balkanlarda,
Ortadoğu'da, Kuzey Afrika'da, Anadolu'da ve kısmen Kafkasya'da bazen
zorla ve bazen de ikna ile oluşmuş bir çok toplumsal yapı ve dokunun altüst
olmasının kapısını açmakla kalmıyor, farklı dilleri olan halklara yönelik
hazırlıksız ve yanlış politikalarıyla da Osmanlı Ülkesini Anadolu'ya
sıkıştıracak bir süreci başlatmış oluyordu. 1920’ye gelindiğinde Osmanlı
Ülkesi, Batılı emperyalist kapitalist ülkeler tarafından artık tasfiye
edilmişti. Çarlık Rusyasındaki iç karışıklık ve devrim hareketiyle ortaya çıkan
yeni uluslararası dengeler, çeşitli sebeplerden dolayı, Anadolu'da da bir
yönetim tasfiyesini engelledi. Sovyet Rusya; İngiltere, Fransa ile birlikte
Çarlık Rusyasının önceden aralarında Anadolunun da paylaşımına ilişkin planları
açıkladı ve bu planlara karşı olduğunu duyurdu; saf değiştirdi, iç sorunlarını
çözmeye yöneldi.
Çarlık Rusyası yıkılmamış veya Sovyet
Rusya iç çekişmelerle çok fazla uğraşmak zorunda kalmamış olmasa ve Anadolu'ya
yönelik aynı politikaların takipcisi olsaydı, Anadolu'nun bugünkü yapısı nasıl
olurdu?! Bu yeni yapı, Gürcüstan, Ermenistan ve Azerbaycan coğrafyası açısından
nasıl siyasi ve demografik bir yapıyı ortaya çıkarabilirdi? Bu şimdi, burada
konumuz dışında olmakla birlikte, akılda tutulması gereken noktalardandır.
Ne var ki, bugün
Türkiye'deki etnik yapı ve hoşnutsuzlukları anlamak için yakın geçmişi iyi
bilmek; Anadolu'daki siyasi yapıyı hangi dengelerin ortaya çıkardığını
unutmamak gerekiyor. Dahil olduğunuz emperyalist kapitalist eksen ve
bölgesel dengeler sizi, sizin etnik yapınızı da şekillendirir. Böyle de
olmuştur. Bunu akıldan çıkarmamak gerekir. Bu durumu olumlu veya olumsuz
görebilirsiniz. Ancak fotoğraf budur. Anadolu'daki etnik yapı derken; bu
toprakların yaşadığı iki büyük felaketi öncelikle hatırlamak gerekiyor:
Ermeniler Ortodoks Hıristiyandı. Alman Emperyalizmi, Ermenileri Ortodoks Çarlık
Rusyasının doğal müttefiği gördüğü için onların tehcirini Osmanlı yönetimine
empoze etti ve tehcir gerçekleşti. “Karamanlı ve Karadenizli “Rumlar” Ortodoks
Hıristiyandı. Anadoludaki ticareti ve nitelikli kalemlerdeki üretimi esas
olarak ellerinde tutuyorlardı. Batı ile yakın ilişki içindeydiler. Bu
durum, Karadenizli “Rumlar” noktasında Sovyet Rusya'yı rahatsız ediyordu.
Sovyet Rusya bu Ortodoks Hıristiyan nüfusun Yunanistan ve dolayısıyla da İngiltere
ile yakınlığını kendisi için tehdit olarak görüyordu. Sovyet Rusya yönetimi bu
“Rumlar”ın Anadoludan mübadelesini Cumhuriyet yönetimine empoze etti ve
uygulandı. Bütün bunları bilmek gerekiyor.
Cumhuriyetinin ilk yıllarındaki
ekonomik hayat nasıldı? Hemen söylemek gerekiyor: Çivi bile üretilemiyordu.
Biraz daha açayım: Ticari yapısı çok zayıftı. Sanayileşmesi hemen hiç yoktu;
üretim esas olarak el tezgahlarında yürütülüyordu. Hıristiyan unsurların kent
hayatından çekilmesiyle senat gerilemiş, senatkar azalmıştı. Bir uçtan diğerine
kara ulaşımı çok zor, bazen imkansız ve çoğu zaman tehlikeliydi. Üç tarafı
bugünkü gibi denizlerle çevrili olmasına rağmen, çağın ölçüsünde bir
denizciliğe sahip değildi. Osmanlı Ülkesinin bakiyesi Anadolu, Osmanlı
Ülkesinden ayrılan diğer vilayetler gibi uluslaşacaktı. Cumhuriyet yönetimi,
siyasi alanda önce Müslümanlığı sonra da Türklüğü ön plana çıkarttı; böylece de
uluslaşılacağı düşünüldü. Oysa; uluslaşmak için sanayileşmek ve bunun her yere
götüreceği kalkınma, okul ve Türkçe gerekliydi. Cumhuriyet yönetimi,
Anadoludaki uluslaşmada Türkçenin önemini kavramamıştı. Bu sebeple de Türkçe
konuşan “Karamanlı ve Karadenizli “Rumlar”ın Yunanistana mübadele edilmesi
konusunda istekli davrandı. Sanayileşmeyle değil ama, yüzlerce yılda
doğal bir yolla “Karamanlı ve Karadenizli “Rumlar” arasında büyük ölçüde kök
salan Türkçe de onlarla birlikte Anadoludan sökülüp atıldı.
Anadolu'da ekonomik hayat, Batı
ülkeleriyle karşılaştırdığımız zaman oldukça geriydi. Ya kültürel hayat nasıldı?
Hangi diller konuşuluyordu?! Türkçe, lingua francaydı, ticaret
diliydi. Türkçe yanlızca Anadoluda değil, Balkanlarda, Ortadoğuda, Kuzey
Afrika'da ve kısmen de Kafkasya'da da önemli ölçüde lingua francaydı.
Belki de Anadolu'dakinden daha da. Anadolu'dan tehcir edilen Ermenilerin de,
mübadele olunan “Rumlar”ın da anadili çok büyük oranda Türkçe'ydi; Türkçe'yi
kendi alfabeleriyle yazmışlardı da. Türkçe'nin Anadolu'da, Balkanlar'da,
Ortadoğu'da, Kafkasya'da, Kuzey Afrika'da lingua franca haline
gelmesinin yüzyıllarca süren doğal bir proses sonucu gerçekleştiğini, bir
entegrasyon konusu olduğunu bilmek gerekiyor. Kuşkusuz insanlar bu
coğrafyalarda “iki-dilli”ydi.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Anadolu'da
modern kapitalizm anlamında canlı bir ekonomik hayat yoktu. Okuduklarımıza
göre; kimi yörelerde tarım ve hayvancılığa dayalı kapalı bir ekonomik hayat
hüküm sürüyordu. Kimi yörelerde de el tezgahlarında üretim yapılıyordu. Dediğim
gibi; karayolu ulaşımı kesintisiz ve güvenlikli değildi. Okul, radyo ve
televizyon, gazete, telefon, cep telefonu, faks, internet, bilgisayarın da
bulunmadığı akılda tutulmalı. Okuma- yazma oranının da çok düşük olduğu
biliniyor. Kimi il ve ilçelerde “iki-dillilik” yaygındı; bazı yörelerde
ise lingua franca Türkçe dışındaki dillerdi. Bu yerel diller,
konuşanlarının günlük sosyal ilişkilerinde yaygın olarak kullanılıyordu; bu da
onlara yetiyordu.
Osmanlı Ülkesi tasfiye edilmişti, ancak;
Sovyet Rusya coğrafyasında, Batı kapitalizminin hayat damarlarını
kesen bir yönetimin ortaya çıkması ve Batıyla çatışması; Batının Anadoluyla
ilgili projelerini uygulamasını engellemişti. Batı, Anadoludaki yönetimin
Sovyet Rusya'ya olduğundan daha fazla yaklaşmasını tehlikeli bulduğu için
Anadolu'ya ilişkin projelerinden vazgeçmek zorunda kaldı. Sovyet Rusya da
Anadolu'daki yönetimin Batıya körü körüne boğun eğmesini istemiyordu. Kars ve
Erzurum’un yeniden Anadolu sınırlarına katılmasına Sovyet Rusya'nın rıza göstermesi
ve Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcüstan'da Bolşevik yönetimlerin kurulmasında
Ankara'ya bağlı Kazım Karabekir Paşa komutasındaki kolordunun
Sovyet Rusya lehine maddi ve psilolojik destek ve katkısı hep bu dengeler
çerçevesinde değerlendirilmelidir. Nitekim; temelleri Lenin ve Atatürk
zamanında atılan Türkiye-Sovyetler Birliği dostluğu, İsmet İnönü’nün iktidarını
korumak için ABD ile siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel açık ve gizli
anlaşmalarla boyun eğmeye başladığı tarihlerde yara aldıysa da günümüze kadar
devam etti. Sovyet yönetimi ve ardından da Rusya Federasyonu Anadolu'ya ilişkin
çizgisinde sapma göstermedi.
İşte Cumhuriyet yönetimi, böyle bir
uluslararası iklimde işbaşı yaptı. CHP’nin tek parti diktatörlüğü, günlük
hayatı sürdürmeye yönelik nafaka ekonomisi ilişkilerinin hâkim olduğu ve farklı
anadillerin konuşulduğu yörelerde ulusal sanayinin kapitalist üretim
ilişkilerini ve kurumlarını geliştiremedi. Yerel üretim ilişkilerini tasfiye
edemedi. Bu sebeple de dilsel ve kültürel farklılıkları doğal bir yok oluş
sürecine sürükleyemedi. Bunun yerine dilsel ve kültürel farklılıkları doğal
olmayan bir yol ile yani resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri ile CHP’nin
ideolojisi Kemalizmle ortadan kaldırmaya çalıştı. Bu yıllarda; Türkçeyi de kendi
anadilini de iyi bilen, kendisine güvenen, kendisi ile barışık, çevresi ile
uyumlu, üreten, sağlıklı ve mutlu vatandaşlar yetiştirilebilir; bugünküne
benzemeyen bir vatan kurulabilirdi. 1 Ocak 1929 tarihinde çalışmalara başlayan
Millet Mektepleri ile çözüm üretilebilirdi. Ayrıca; o dönem müttefikimiz olan
Sovyet ülkesinin desteği alınabilirdi. Sovyet ülkesinin yanı sıra ülkemizde de
konuşulan Abazaca, Adığece, Kabardeyce, Karaçaylı-Balkarlıca, Osetçe, Çeçence,
İnguşça, Avarca, Lazca vd. Genç Yazılı Diller alanında tecrübesi olan
Sovyetlerin desteği, Türkiye’nin anadil konusunu çözmek için büyük bir
fırsattı.
“Dil politikası” bir bütündür. Biz
Lazca'ya veya diğer dillere yönelik uygulamaları değerlendirirken bunu bir
bütün “dil politikası” içinde değerlendirmeliyiz: “Arap harflerinden Latin
harflerine geçiş”, “Türkçede sadeleştirme”, “Yerel dillerin gelişiminin ve bazı
dönemlerde konuşulmasının yasaklanması” ve “Yabancı dilde eğitim”. Bunlar
birbirini tamamlar, bir masanın dört ayağı gibi ve “Biz”i ifade eder. Bunlar
olmadan, bugün biz ne kadar “Biz” olabildik?! Buna kafa yormak lazım. Ulusal
dil olan Türkçeye karşı iki suç işlenmiş; biri alfabe değişikliği, diğeri
Türkçe'de sadeleştirme. Böylece milyonlarca kitap çöpe atılmış ve insanlar bir
anda eski ile bağları kopartılarak cahilleştirilmişlerdir. İnsanlar dedelerinin
mezar taşını okuyamaz hale getirilmiştir. Türkçe'yi anlayamaz, yazamaz ve
iletişim kuramaz hale gelinmiştir. Üniversite mezunlarının bile hala doğru
dürüst dilekçe yazamaz halde olması demek istediğimi ortaya koyuyor. “Yerel
diller”; kurumsal anlamda desteklenmek şöyle dursun, neredeyse konuşulmaları
bile engellenmiştir. Kendi ulusal dili Türkçeye sahip çıkmayan bir siyasi
iradenin, yerel dilleri tehdit olarak görmesi, Ama; İngilizce, Fransızca veya
Almanca gibi dillerde eğitime yeşil ışık yakması CHP’nin tek parti
diktatörlüğünün temellerini attığı ve uyguladığı “dil politikası”sının ne kadar
yanlış olduğunu gözler önüne seriyor; bu politika çoktan iflas etmekle
kalmamış, toplumumuzda derin yaralar açmıştır. Üstelik “dil politikası” daha
doğrusu politikasızlığıyla toplumu dilsizleştirmeye çalışan CHP’nin tek parti
diktatörlüğü zihniyetinin “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyaları açmaları, hele
hele yabancı dillerdeki tabelalardan rahatsız olduğunu ifade etmeye çalışması
tam bir komedidir. Resmî ideoloji ve resmi tarih tezleri, yalnızca Türkçe
dışındaki anadilleri yok etmek için elinden geleni yapmadı, Türkçeyi de
şekillendirmeye çalıştı, deforme etti. Bugün baktığımızda, ortak anlaşma dilimiz
Türkçeyi de kendi anadilini de düzgün konuşamayan ve yazamayan, ancak 200
kelimelik arabesk Türkçe dağarcığıyla günlük ilişkilerini sürdürmeye çalışan,
düşünemeyen, üretemeyen ve birbirleriyle anlaşamayan geniş insan kitlelerini
görüyoruz. Böyle bir durumda bugünkü MEB ders programlarıyla bile Türkçe
eğitim- öğretimden söz edilebilir mi ki?!”
Türk resmi ideolojisi Kemalizm,
öncelikle baskı ve oluşan psikolojik havayla ve kurumlarıyla ve ardından da
gelişen kapitalizmle Türkçe'yi bütün Türkiyede hakim kılabilmiştir. Ancak
“iki-dillilik” prosesi büyük ölçüde devam etmektedir. Kimlik mücadelesi, bu
somut gerçeklikten hareketle, toplumda yeni çatışma alanları
oluşturmayacak şekilde barışçı mücadele yöntemleriyle sürdürülmelidir.
- Bir Laz aydını olarak hem
Lazlar hem de diğer etnik toplulukların durumuna yönelik yaklaşımlarınızı,
taleplerinizi anlatır mısınız?
-Beni bir Laz aydını olarak
tanımlıyorsunuz; teşekkür ederim. Eğer insan yerel bir olay, olgu veya prosese
yerel sığlıkta bakarsa, tüm gerçekliği göremez ve sağlıklı değerlendirmeler
yapamaz. Konu bir bütündür. Bütünün bize yansıyanına bakarak, o konuyu
anlayamayız. Yerel dil konusu hem bir pedagojik sorun hem bir insan hakları
sorunu ve bir başka açıdan bakarsanız hem de bir güvenlik sorunudur.
Yalnızca Lazca değil, genel olarak
Türkiye'deki “anadil”, yerel dil konusuna kafa yordum. Konuya ilgi duyanlara
katkı sağlayacağı düşüncesiyle bu konudaki çalışmalarımı burada zikretmek
isterim. Ogni, Kafkasya Yazıları, Mjora, Çveneburi ve Alaşara adlı
dergilere yazdığım makalelerde Lazca, kardeş dil Megrelce ve yerel dil konusuna
dikkat çekmeye çalıştım. 2004’de Eğitim Sen (Eğitim ve Bilim Emekçileri
Sendikası) 4. Demokratik Eğitim Kurultayı, İstanbul 8 Nolu Eğitim
Sen “Anadil Komisyonu”nda görev aldım ve Çok Dilli, Çok Kültürlü
Toplumlarda Eğitim başlıklı çalışmaya katkıda bulundum. 27 Aralık 2007
tarihinde Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Hizmet Kulübünde düzenlenen
sempozyumda Türkiye'nin Anadil Zenginliği konulu bir sunum
yaptım. 17 Mayıs 2008 tarihinde İstanbul Mezopotamya Kültür Merkezinde
gerçekleştirilen konferansa Kültürel Zenginliğimizin Farkında
Olamayışımız başlıklı bir konuşma yaptım. 31 Mayıs 2009
tarihinde, Eğitim Sen tarafından Ankara’da düzenlenen
"Uluslararası Katılımlı Ana Dili Sempozyumu"na, Şu Bizim Sahipsiz
Lazca başlıklı tebliği ile katıldım. 31 Ekim 2009’de 28.
İstanbul Kitap Fuarında yapılan “Diller- Halklar- Ulusal Sorun” başlıklı
panelde ise CHP, TRT ve Lazca başlıklı bir sunumda
bulundum. Bunun dışında çeşitli ulusal gazetelere konuya ilişkin yazdığım bazı
makaleler Anadilde Eğitim ve Azınlık Hakları adlı ortak üretim
kitapta yayınlandı; ortak kitap 2005 Nisanında Sorun Yayınlarından çıktı.
Yukarıda adlarını andığım çalışmaların
hepsinde bir konuya dikkat çektim: Lazca yerel bir dildir. Yaşamalıdır. Gelecek
kuşaklara kurumsal olarak aktarılmalıdır. Burada da esas görev bu dilin
sahiplerine düşmektedir. Yerel bir dil olan Lazcayı, Türkiyenin diğer yerel
dillerinden ayırmak mümkün değildir. Çünkü aynı kaderi paylaştılar.
"Uluslararası Katılımlı Ana Dili Sempozyumu"nda, yaptığım öneriyi
tekrarlıyorum: “Konuya taraf olan vakıf, dernek ve kişilerin de içinde yer
alacağı özerk yapıdaki bir “Anadillerini Planlama Kurumu” nüve olarak bu anadil
çalışmalarını yürütebilir. Anadiller ile ilgili bütün çalışmaları tek elden
yürütecek böyle bir kurum öncelikle oluşturulmalıdır. Bu kurum, anadillere
ilişkin olarak demokratik özlü ve telâfi edici genel bir yönetmelik
hazırlamalıdır. Bu bağlamda, anadil konusu, anlaşılır ve bizim olan terimlerle
tartışılmalı ve bu alanda bir literatür oluşturulmalıdır.
Öncelikle, Türkiye’nin diğer anadilleri
envanteri çıkarılmalıdır. Bu yapılırken, yalnızca Türkçe ile hiçbir akrabalığı
olmayan anadiller değil, Azerice, Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Tatarca, Uygurca
gibi diller de dikkate alınmalıdır. Biliyoruz ki, nüfus sayım sonuçlarında adı
geçen anadillerin en az iki katı anadili Türkiye’de konuşulmaktadır; bunlar, ad
olarak ve kullanıldıkları yöreler olarak tespit edilmelidir. Oluşturulacak
ilgili komisyonlar bu anadilleri için Latin alfabesine dayanan alfabeleri
oluşturmalıdır. Ardından da, ilk aşamada en az on bin kelimelik temel Türkçe
kelime dağarcığı tespit edilmeli ve buna göre bu anadillerin sözlükleri
oluşturulmalıdır. Bu sözlükler (varsa diğer alfabeleriyle ve) Latin alfabesine
dayalı alfabeleriyle yayınlanmalıdır. İlk etapta ilköğretim birinci sınıf
öğrencilerinin düzeylerine uygun masal kitapları ve çizgi filmler radyo ve TV
yayınlarında da kullanılabilecek şekilde hazırlanmalıdır.
Bütün bunlarla eşzamanlı olarak, bu anadillerle
ilgili çalışmaları yürütecek, yani; masal kitapları, ilköğretim öğrencilerinin
düzeylerine göre “sosyal bilgiler” ve “fen bilgisi“ vb. kitapları, çizgi
filmler, tiyatro eserleri, radyo- TV programlarını hazırlayıp sunacak, gazete
ve dergileri yayınlayacak personelin yetiştirilmesi sağlanmalıdır. Bu
personelin yetişmesinde, bu anadillerle ilgili ve/veya çalışmalar yapan komşu
ülkelerin akademik personelinden de faydalanabilir.
Gerek personel yetiştirilmesi gerekse de
yazılı, görsel, işitsel vb. her türlü materyalin hazırlanmasındaki bütün
harcamalar, kuşkusuz ilgili devlet kuruluşları tarafından karşılanmalıdır.
Bu anadiller, 1950’lere kadar esas
olarak Türkiye’nin belirli bölgelerindeki yerelliklerinde konuşuluyorken,
günümüzde Türkiye’nin hemen her yerinde konuşulmaktadır. Bu durum mutlaka göz
önünde bulundurulmalıdır. Bu anadiller gündeme geldiğinde kimileri bu dilleri
“bölücülük” sebebi olarak lânse etmeye çalışıyor. Kimileri de bu anadil
tartışmalarını “Kürtçe” üzerinden yapıyor. Bu anadiller, ne “bölücülük”
sebebidir ne de “Kürtçe” Türkiye’nin, Türkçe dışındaki tek anadilidir. Anadil,
1930’lu yıllarda büyük ölçüde pedagojik bir konuydu. Günümüzde ise hem hâlâ bir
pedagojik sorun hem de bir insan hakları konusudur. Bu hakkı, isteyen
vatandaşlarının hizmetine sunmak ise sosyal devletin önemli görevleri
arasındadır. Binlerce yıllık bir geçmişe sahip olan ve son seksen yıldaki her
türlü olumsuz şarta rağmen, günümüze ulaşabilme becerisini gösteren bu
anadiller, ister yüz kişilik bir köyde konuşuluyor olsun, isterse de çok daha
fazla insan tarafından toplu veya dağınık çok daha geniş yerleşim birimlerinde
yaşatılıyor olsun aynı eşitlikte geleceğe taşınma hakkına sahiptir.”
Günümüzde Türkiyede, ekonomik
hayat ve üretim hayat içindeki herkes, kökeni ne olursa olsun Türkçe'yi
biliyor. Türkçe'den başka burada “anadili” olarak ifade ettiğimiz dilleri bilen
insanlarımız da var. Yani; bir kısım insanımız “iki-dilli”. Ancak “anadili”
diye ifade edilen dili konuşanların kimisinin konuşanı az, kimisininki fazla. Bu
durum hiçbir “anadil”e ayrıcalık tanımayı gerektirmez. Bir dilimiz
Türkçe'yse, diğer dilimiz Lazca'dır; Abhazca'dır, Çeçence'dir. Gürcüce'dir. Hem
Türkçe ve hem de bu “anadiller” kimliğimizin ayrılmaz parçasıdır. Devlet
,2004’teki “anadil” yayınlarında ayrımcılık yapmıştır.
- Bize Lazlar ile ilgili faaliyetler
hakkında bilgi ve deneyimleri anlatır mısınız?
-Lazlar,
sınır bölgesi halkı olmalarının, her an el değiştirebilecek bir
geçiş bölgesinde yaşamalarının bedelini kuşkusuz binlerce yıldan beri ödedi.
En son olarak, Türkiye’nin Sovyetler Birliği'yle olan kuzey
sınırı, “Soğuk Savaş Dönemi”nde NATO ve VARŞOVA paktlarının
sınırlarından birini oluşturmakla kalmıyor, bir yarısı Türkiye’de diğer
bir yarısı Sovyetler Birliği'nde kalan Sarp(i) köyünde yaşayan
Lazları da ikiye bölüyordu.
Lazlar, yeni sınırların sebep olduğu insanî, kültürel, dilsel, ekonomik vb.
acı ve diğer olumsuzluklara katlanmakla, yöreden toplu göçler
yaşamakla kalmamış, bir de yaşadıkları coğrafyalarda kendilerine
yönelik resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin uzun süreli beyin
yıkamalarına maruz kalmışlardır.
Günümüzde geçmişe yönelik olarak akıllar bulanık olsa bile,
20. yüzyılda Lazlar da toplumsal mücadelede önemli adımlar attı. İlk akla
geliveren; Rusya’da Çarlık otokrasisine karşı Bolşevikleri
destekmiş ve Büyük Ekim Devrimine de katılmış olmalarıdır. 14 Temmuz 1919'da
TKF’nin kurucu komitesini Mustafa Suphi, Maksut Ekşi, Ali Rıza Keskin, Mustafa
Börklüce, Murat Sarı ve Kadir Erzurumlu ile birlikte oluşturan Osman Topçuoğlu,
Rize/ Pazar kökenli Laz bir Bolşevik’ti. Osman Topçuoğlu, yoldaşları ile
birlikte Anadolu ve İstanbul’u karış karış dolaşmış, buralarda faaliyet
gösteren çeşitli sosyalist gruplar, sendikalar ve öncü işçilerle bağlantı kurmuş,
örgütlenme çalışmalarına başlamıştır. Bütün bunların sonucunda, 10 Eylül
1920’de yetmişbeş delegenin katılımı ve sosyalist grupların da bir çatı altında
toplandığı 1. Kongreyle, “Komünist Enternasyonal” tarafından da tanınmış olarak
ve “kendi Kızıl Ordususuyla” TKF kurulmuştu. Bu hareketin Kırım’da yayınlanan
“Yeni Dünya” adlı yayın organı ise, Laz kayıkçılar tarafından Anadolu’ya
taşınıyordu.
Lazların, küçük kayıklarla yaptıkları denizcilik faaliyetleri, Türkiye'nin
Kurtuluş Savaşı sırasında oldukça önemli bir yere sahiptir. Büyük miktarda
silah ve mühimmat, Batumi'den Samsun'a Laz takalarıyla getirildi.
Sovyetler Birliği Önderliği, Anadoluda emperyalistlere körü körüne boyun eğecek
bir yönetim ve anlayışın hakim olması ihtimalinden çok fazla tedirginlik
duyuyordu. Bu sebeple de, Ankara ile dostluk ilişkilerine katkı sağlayabilecek
her olay, olgu ve sürece sıcak baktı; destekledi. Ankara’yı İngiliz
Emperyalizmin safına yaklaştırabilecek her olay, olgu ve sürece ise, kaynağı ne
olursa olsun, gücü yettiğince engel olmaya çalıştı; güney sınırlarını güvence
altına almak istiyordu. O dönemde, Doğu Karadeniz’de Lazlar arasında da ciddi
bir örgütlülüğü olan TKF’nin de aynı çizgide hareket ettiğini akıldan uzak
tutmamak gerekir.
Sovyetler Birliği önderliğinin Türkiye ile dostane ilişkiler
geliştirmek istemesi, Ankara yönetimine yönelik politikalarına yansımakla
kalmamış, TKF’ye yönelik politikalarını da gözden geçirmesine yol
açmıştır. TKF’nin tarihi, Lazların yakın tarihlerine ilişkin birçok bilinmezi
de içinde barındırır. TKF önderliğinin katledilmesinden sonra ortaya
çıkan “sisli bir alan” içinde hem TKF ve hem de Lazların
TKF içindeki yerleri unutturulmaya çalışılmıştır. TKF, dönüşmüş ve yerel
yeraltı kadroları da işte böylece evrilmiş ve ebedi bir “uykuya
dalmıştı”!
İskender Tzitaşi, Hasan Helimişi ve parti disiplini
içinde illegalite şartlarında Doğu Karadeniz’de Lazlar arasında çalışan diğer
Komünist Laz kadroların TKF içindeki yeri neydi? Hasan Helimişi,
TKF’den ayrı, tek başına romantik bir şair mi?! Mç’ita Murun3xi adlı
Lazca gazete, Lazlar arasında ne gibi bir etkiye sahipti?
İstanbul’dan Anadolu’ya silâh ve cephane ile personel
kaçırılmasında da Lazların kan ve teri vardır. Lazların Kurtuluş
Savaşı’na her cephede verdiği anlamlı destek, Arhaveli İsmail’in şahsında Nazım
Hikmet tarafından daha sonra destanlaştırılmıştır. Sovyetler Birliği Lazları
da, Hitler Faşizmine karşı şehitler verdiler.
İş Kanununun olmadığı, çalışma saatlerinin oniki saati aştığı,
tatil gününün olmadığı, kadınların doğum izni haklarının, geçim endeksinin
olmadığı, sendikanın adının anılamadığı 1929 yılında, İzmir’de kurulu
olan İngiliz-Amerikan ortaklığı Glen Tobacco’da “Sendika Kadınlar
Komitesi”ni örgütleyerek emek tarihinin en anlamlı sayfalarından birini yazan
öncü kadın emekçilerden birisi olan Laz Safiye Topçuoğlu’nu hatırlamamak mümkün
mü?!
-Ogni Dergisi ile başlayan süreçle
ilgili neler söyleyeceksiniz?
- Ogni Dergisi, somut durumun,
somut tahlilinden hareketle yayınlanmış bir yayın organıdır. Kimlik mücadelesi
yürütmek için yayınlanmıştır. Duruşu, çizgisi ve içeriğiyle Kemalist resmi
ideoloji ve resmi tarih tezlerine karşı mücadele etmiştir. Diğer önemli bir
yönü ise, çeşitli siyasi fikir ve duruşlara sahip Laz aydınlarının kolektif
olarak yayınladığı, maddi ve manevi fedakarlıklarda bulundukları bir yayın
organı olmasıdır. Ogni Dergisi, Türkiye’de Laz kimliği mücadelesinde önemli bir
yere sahiptir.
Ogni Dergisi öncesinde de Türkiyedeki
Laz aydınlarının cılız da kalsa çabaları olmuştur. Bu konu üzerinde de durmak
lazım kısaca: 1990’ların başlarında dil ve kültürlerinin hızla bir yok
oluşa gittiğini gören bir grup Laz aydını arayışa girer. Lazca'nın tarihsel
olarak kullanıldığı yörede bir grup genç insan bir "Laz Kütüphanesi"
kurmayı planlar. Ayrıca bir de "Laz Kültür Merkezi" oluşturma
düşünceleri vardır. Bu çabaları açık bir biçimde yasaklanmamasına rağmen,
yetkililerin tutumu nedeniyle başarılı olamazlar.
Ahmet Hulusi Kırım'ın Aktüel Dergisinin
8-14 Ekim 1992 tarihli sayısında yayınlanan röportajıyla "Laz
Enstitüsü" kurma fikri İstanbulda yaşayan çeşitli yaş, meslek ve siyasî
görüşten Laz arasında da etkili olur. Ahmet Hulusi Kırım'ın basına söylediklerine
ve büyük toplantıda yaptığı konuşma elimizdedir. Günümüzde Ahmet Hulusi
Kırım’ın fikirlerini değerlendirdiğimizde kendisinin bilinçli olarak bir kimlik
mücadelesinden yana olduğu görülüyor. Ancak; bu tutarlılığın tüm arkadaşlarında
bulunmadığı anlaşılıyor. Bir "girişim komitesi" oluşturulur ve
kendisini basın yoluyla deklare eder. Ancak bu süreç Bugün Gazetesii'nin
yayınlarıyla kesintiye uğrar. Ahmet Hulusi Kırım'ın etrafında toplanan çok
farklı siyasi görüşten insanlar dağılır. Ben Ahmet Hulusi Kırım ve çevresinde
kalan birkaç kişi ile 1993 Haziranında tanıştım. Amacım bir yayın organı
çıkartılmasına ön ayak olmaktı. Ogni Dergisinin yayınlanacağını 15 Ekim
1993 tarihli Aydınlık Gazetesinde benimle yapılan ropörtaj ile
duyurdum. Ogni Dergisi, Kasım 1993’de yayınlanmaya başladı.
- Ogni Dergisi neden beşinci sayıda
kapandı? Ayrıca altıncı sayı ile ilgili neler söylebilirsiniz?
Ogni Dergisi, beş değil, altı sayı yayınlandı. Bu ”beş mi?”, ”altı mı?”
muhabbetinin sebebi, zannımca Mehmedali Barış Beşli'nin Mjora Dergisin
2000/ l. sayısına yazdığı “Tarihe Karşı Kısa Bir Tarih”
başlıklı makalesinde sarfettiği bazı ifadelerdir. Mehmedali
Barış Beşlinin, Ogni Dergisinin künyesinde bu derginin sahibi ve yazı işleri
müdürü olarak adının yer alması, konuya ilişkin yazdıklarının ve çeşitli
ortamlarda söylediklerinin doğru olarak anlaşılmasına ve tartışmasız kabulüne
yol açmış anlaşılan. Kuşkusuz, konu Mehmedali Barış Beşli'nin makalesinde
yansıttığı şekilde değildir. Ben bu konuyu ve benzerlerini şu kadar yıl açığa
vurmak istemedim. Yaşar Güven'in benimle yaptığı ve Jineps Gazetesi'nin
Şubat 2009/ 3. sayısında yayınlanan röportajda da belirttiğim gibi; Ogni süreci
de bugüne kadar sağlıklı olarak değerlendirilemedi. Bu sürecin
değerlendirilmesinin, mimarları tarafından ortak olarak yapılmasından yana
olduğumu o röportajda da belirtmiştim. Yine de aynı fikirdeyim; ancak bu kadar
sorulduğuna ve hele Mehmedali Barış Beşli'nin konuya ilişkin ifadeleri kimi
makalelerde bile doğruymuş gibi yansıtıldığına göre, ben de bu sorunuzu
geçiştirmeyeyim; kısaca cevap vereyim.
Siyasi dergilerde, ”sahiplik” ve
”yazıişleri müdürlüğünün” neden bir kişiye verildiğini bilirsiniz. İşte o
sebeple, arkadaşların aldıkları kararla bu görevlerin tek bir kişiye verilmesi
uygun görüldü. Ahmet Hulusi Kırım ve ben, arkadaşların teklifi üzerinde
düşündük, taşındık ve Mehmedali Barış Beşl'inin uygun olduğuna karar verdik.
Diğer arkadaşların da onayıyla konuyu kendisine açtık. Mehmetali Barış Beşli bu
görevi üstlendi. ”Yazıişleri müdürlüğü” gerçek, sahipliği ise kağıt
üzerindedir. Ogni Dergisi kimlik mücadelesi veren kolektif bir
yayın organıdır ve sahibi de Laz halkıdır.
Beşinci sayıya kadar herşey kısmen
yolunda gitti. Mehmetali Barış Beşli, o sırada müzik faaliyetlerine de
yoğunlaşmıştı. Ogninin rüzgarı, Zuğaşi Berepe adlı müzik grubunun
kaderini de etkilemişti. Ogni Dergisinin ilk dört sayısı kolektif
bir anlayışla yayınlanmıştır. Dergiye girecek yazılar kolektif onayla
seçilmiştir. Bir gün Ahmet Hulusi Kırım beni telefonla aradı. Acilen ofise
gitmemi istiyordu. Gittim. Kapıyı açtığında sinirden zangır zangır titriyordu.
Rengi pancar kırmızısı gibiydi; konuşmakta da zorlanıyordu. Oturduk. Parmağıyla
masanın üzerindeki dergiyi işaret etti. Yeni, yani beşinci sayıydı. Oysa biz
beşinci sayı için kolektif bir karar almamıştık. Dergi yayınlanmıştı işte! Bu
nasıl olmuştu?! Anlayamamıştık! Beşinci sayıyı bir gün böyle yayınlanmış olarak
masanın üstünde bulduk; ne dergiye girecek yazılardan ne da baskının hangi
parayla yaptırıldığı konusundan haberimiz vardı. Beşinci sayısında Mehmedali
Barış Beşli kaleme aldığı açıklamasında, derginin sahipliğini ve yazıişleri
müdürlüğünü bıraktığını yazıyordu. Ama sebebini açıklamıyordu. Bu konuda
kendisine görev veren arkadaşlarıyla hiçbir görüşmesi olmamış. Sahipliği kime
ve nasıl devretmişti?! Bunu açıklamasında belirtmiyordu. Yoksa dergi
bizim bilgimiz dışında asla tasvif etmeyeceğimiz kişilere mi satılmıştı?! Bu
konuyu gündeme getirince, Ahmet Hulusi Kırım'ın suratı kireç gibi oldu. Adeta
dili tutuldu. Bir süre kekeleyerek konuşuyordu. Yazıişleri müdürlüğünü nasıl
bırakmıştı?! Formaliteleri yerine getirmiş miydi?! Gel gör ki, Mehmetali Barış
Beşli bizi yarı yolda bırakmıştı. Şimdiki gibi, o zaman öyle cep telefonu yok.
Elimizde olan bir telefon numarası sürekli meşgul çalıyordu. Ya parası
ödenmediği için kesilmişti ya da kasıtlı açık bırakılmıştı. Kendisiyle bağlantı
kuramadık. 5. Sayısı kendisine göre yayınlatmış ve ortadan kaybolmuştu. Biraz
da yoldaşlık insiyakıyla merak içindeydik; başına bir şey gelmiş olmasından da
endişe ediyorduk. Şok olmuştuk. Ahmet Hulusi Kırım, kendi imkanlarıyla
Mehmetali Barış Beşl'inin izini sürdürmüş. Memlekete gittiğini ve kasetinin de
çıktığını öğrenmiş. Bütün bunların da dışında beşinci sayı kolektif anlayıştan
yoksun olarak Mehmedali Barış Beşli'nin tercihleriyle yayınlanmıştı.
Ogni Dergisi, kimlik mücadesi vermek ve Laz halkına bilinç taşıma gibi bir misyonu
üstlenmişti. Mehmetali Barış Beşli, Ogni Dergisinin ilk sayısının arka
kapağındaki manifestoyu kaleme alan bir kişiydi. Buna rağmen, içerik
olarak kimlik mücadelesi anlayışının uzağından bile geçmeyen “Lazepe So
İdasen?” başlıklı bir yazıyı, başyazı olarak servis edebilmişti. Mustafa
Mısır'ın Mustafa Çeçen adıyla yazdığı bu makale, dergiyi bağlamayacak bir
şekilde ancak “tartışma köşesi”nde yayınlanabilecek bir içerikteydi. Mustafa
Mısır'ın yazısına, kimlik mücadelesinin ne anlama geldiğini bilen donanımlı
insanlardan yoğun tepkiler geliyordu. Bu yazıyla bir yerlere mesaj vermeye
çalıştığımız, uysallaştığımızı göstermek istediğimiz yolunda yorumlar
yapılıyordu. Bütün bunlar bizi kahrediyordu. Bu olumsuz gelişmeler Ogniye
ve kimlik mücadelesine ciddi sekte vurmuştu. Ogni'nin dizgi servisi ve
matbaaya olan borçları ayrı bir konu; girmeyeyim!
İşte bu havada elimizde olan makalelerle
de Ogninin 6. sayısını Ahmet Hulusi Kırım ve ben beraber
yayınladık. Sorunuzu bu şekilde cevap vermiş olayım. Ogni Dergisinin
yayınlanmama sebebi olarak, ben sağda-solda hep maddi imkanlarımızın yeterli
olmamasını söyledim. Tabi esas sebep bu değildi; diğer sebeplerden biriydi bu.
Bu para ve Ogni Dergisinin borç meselelerini Ahmet Hulusi Kırım iyi
bilir!
Sonuç olarak; kolektif yayın organı
olan Ogni Dergisi 5+1 veya 4+1+1 değil, toplam 6 sayı olarak
yayınlanmıştır. Nokta.
- Bir de Kafkasya Yazıları’nın
isim babası olduğunuzu bilmekteyiz. Kafkasya Yazıları ile ilgili çıkıştaki
beklentileriniz gerçekleşti mi? Bu konudaki görüşlerinizi bize söyler misiniz?
-Evet; Kafkasya Yazılarının
isim babasıyım. Yazan çizen insanların bu dergiyle bağlantılarının kurulmasına
da büyük ölçüde emeğim geçmiştir. Ben yayının, yayıncılığın önemine
inananlardanım. Ogni Dergisinin yayınının son bulmasından sonra,
Çiviyazıları Yayınevi ile bağlantı kurdum. Ogni Dergisi gibi
bir yayın organının buradan yayınlanması için çok çaba harcadım. Ne var ki,
sonuç alamadım. Sonuçta Kafkasya Yazılarının yayınlanması ve
yayınevinin “Mjora” kitap dizisinin oluşturulmasında başarılı oldum.
Benim beklentim; Kafkasyalıların kimlik
mücadelesine yönelmelerinde bu derginin farklı bir mevzi olması yönündeydi.
Biz Lazlar, yeni, özgün ve yaygın olarak bilinmeyen yazılar yayınladık,
yayınlar yaptık. Kimlik mücadelesi nedir? Bunu çoğu Laz aydınının, çoğu
Gürcü aydınının, çoğu Abhaz aydınının anlamadığını gördüm. Kafkasya
Yazıları'nda yapılan sadece tanıtım oldu. En azından birbirini tanımayanlar
tanıştı. Böyle bir yayın organı, günceli de yakalayan ve kimlik mücadelesine de
yönelen duruşuyla bugün de büyük bir ihtiyaç. Ben, bu yayın organının Laz
aydınlarının kendilerini bir şekilde ifade etmelerine büyük katkı sağladığını
düşünüyorum.
- Laz aydınlarının bugünkü
durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Laz aydınları çok şükür ki, Ogni
Dergisi sayesinde yetişmiştir ve vardır. Kafa yoruyorlar. 1993’teki gibi
değiliz artık. Ancak bugün Türkiye'deki Gürcü aydınları, Çerkes
aydınları, Abhaz aydınları kimlik mücadelesinde ne durumdaysa, Laz aydınları da
o durumdadır. Kimlik mücadelesinin çok gerisindeler. Bunun çok farklı sebepleri
olabilir. Türkiye'deki olay, olgu ve süreçleri yakından izleyemiyorlar; müdahil
olamıyorlar. Üstelik kendi içlerinde bölünmüş durumdalar ve hep didişiyorlar.
Kendi kimliklerini ifade etmek ve geleceğe taşımak konusunda birlikte durmaları
ve ortak mücadele etmeleri gerektiğini anlamıyorlar. Dillerinin, kimliklerinin
yegane belirtisi olduğunun farkında değiller. Lazcayı yalnızca folklorik ve
akademik çalışma ve yönelimlerle anlıyorlar. Dilleriyle üretim yapmıyorlar.
Kendileriyle ilgili tanıtıcı röportajlar veriyorlar, dillerinin öldüğünü
söylüyorlar, Unesconun da bunu söylediğini belirtiyorlar. Hasan Helimişi, Kazım
Koyuncu gibi idolleştirilmiş personajların gölgesinde duruyorlar. Onları
olduğundan farklı ve çok büyük göstermeye çalışıyorlar. Hasan Helimiş, Kazım
Koyuncuyu ne kadar önemli gösterir ve büyütürseniz, onların gölgesinde elbet bir
yeriniz olur ve o kişinin de tanınmasını sağlar ama bu bireysel birşeydir ve
tek başına kimlik mücadelesi değildir. Kişileri ve hele de aramızdan ayrılmış
kişileri, adlarını sömürmek doğru bir davranış değil. Laz aydınlarının tamamı
değilse bile, önemli bir kesimi henüz kimlik mücadelesinin özünü kavrayabilmiş
değil.
Ogni Dergisinin kolektif bir yayın organı olduğunu belirttim. Hiç Osman Topçuoğlu'nun
adını duydunuz mu? Yüksel Yılmaz'ın adını duydunuz mu? M. Recai Özgün'ün adını
duydunuz mu? Mehmet Yavuz Türköz'ün adını duydunuz mu? Şehzat Ayartepe'nin
adını duydunuz mu? Fahri Kahraman'ın adınız duydunuz mu? İskender Tzitaşi'nin
adını duydunuz mu? Bütün bunlar Hasan Helimiş ve Kazım Koyuncu'dan çok önemsiz
insanlar mı? Neden onların adları bayraklaştırılmıyor? Bakın hemen cevap
vereyim: Bu isimler popüler değil de ondan! Popülizm ise kolaycılıktır.
Üretmemektir. Hazıra konmaktır. Sömürmektir. Kimlik mücadelesi ilmik ilmik
örmektir, kolaycılık değil. Laz aydınları ne zaman bu adlarını saydıklarımı da
Hasan Helimişi ve Kazım Koyuncu gibi sahiplenirler, o zaman daha da güçlenirler
ve birlikte kolektif kimlik mücadelesi verebilirler.
- “Laz Kollektif Hareketi” adlı
girişiminizden bahseder misiniz?
-“Laz Kollektif Hareketi”;
birbirlerinden kişisel sebeplerle kopuk hareket eden, birbirlerinden ayrışan ve
birbirleriyle içten içe didişen Laz aydınlarını bir araya getirip
Lazlarla ilgili konularda ortak aklı ve duruşu hakim kılarak kimlik mücadelesi
yapmaya çalışacak bir iyi niyet çabasıydı. Laz aydınları böylesi bir platforma
henüz hazır olmadıkları için bu çabalar sonlandırılmıştır. Kuşkusuz benzeri
çabalar gelecekte de gündeme gelecektir.
- Kimlik asimilasyonuna karşı
mücadelede sizce temel alınması gereken nelerdir?
-Öncelikle Laz aydınları biraraya
gelmelidir. Somut durumun somut tahlilinden hareketle politikalar geliştirmeli
ve ortak hareket etmelidirler. Somut projeler üretmeli, bu projeleri imkanları
ölçüsünde kendi imkanlarıyla uygulamaya çalışmalıdırlar. Lazca temelli
çalışmaları esas olmalıdırlar. Radyo, televizyon, internet çağındayız. Lazcanın
bu gelişmiş araçların da katkısıyla yaşatılmasının yolları aranmalıdır. Bu bir
kişinin değil, bütün Laz aydınlarının görevidir; bunu bir araya gelerek
yapabilirler. Bakın hep “kimlik”, “kimlik mücadelesi” diyorum! Bu
nedir?! Önce buna kafa yormak lazım! “Kimlik” denince herkes aynı şeyi mi
anlıyor acaba?!
- Gürcüstan'a 1995’te gittiğinizi
biliyoruz. Genelde Kafkasya, özelde Gürcüstan olmak üzere görüşleriniz anlatır
mısınız?
-Evet.
1994 yılında Abhazya'ya gittim. Nart Yayınlarından Hayri Ersoy
arkadaşımdı. Hayri Ersoy ile tanışmamızdan bahsetmek isterim. Ogni
Dergisi'nin ilk sayısını çıkartmıştık. Bir gün Ogni Dergisi'nin
ofisindeydim. Kapı açıldı. İçeri birkaç kişi girdi. Ahmet Hulusi Kırım'ın
yanındaki sakallı kişi, sonradan adını öğrendiğim Hayri Ersoy'muş. Oturduk;
konuştuk. Kendisinden Türkiye'deki durumlarına ilişkin döne döne bilgi almaya
çalıştım. Kendilerinin 1950’den beri Türkiye'de mücadele ettiklerini ve hemen
tüm Türkiye'ye yayılmış yüzlerce dernekleri olduğunu söyledi. Burada ayrıntıya
girmek istemiyorum Hayri Ersoy'un dediklerinde etkilenmiştim. Biz 1993’te
kimlik mücadelesine Ogni ile başlamıştık. Onlar
1950’de! Hayri Ersoy ile arkadaş olduk. Kendisinin yayınlanmış bir- iki
telif ve tercüme kitabı vardı. Daha sonra Alaşara adlı bir de
dergi yayınlayacaktı.
1994 Baharında, Abhazya'ya gideceğini
benim de kendisiyle gitmemi önerdi. Düşündüm; kabul ettim. Böylece Abhazya'yı,
durumunu, dengelerini, işleyişini öğrenecek, bilgilenecektim. Pasaport, vize
vb. işlemleri tamamladım. Ahmet Hulusi Kırım'ın da onayıyla şu anda
aramızda olmayan, rahmetli Mehmet Yavuz Türköz de benimle geldi. Program
şöyledi: Önce Abhaz Derneği önünden otobüse binecek, Trabzon'a gidecek ve
oradan da vapurla Abhazya'ya geçecektik. O gün geldi. Mehmet Yavuz Türköz ile
Hayri Ersoy'un Kadıköy'deki ofisinde buluştuk. Hayri Ersoy ile birlikte Abhaz
Derneğine gideceğimizi düşünüyorduk. Orada bizi bir sürpriz bekliyordu. Hayri
Ersoy Abhazya'ya gitmekten vazgeçmişti. Kendisine göre, o sırada söylediği
geçerli bir sebebi vardı. O gelmeyecekti. Bunun üzerine ben de gitmekten
vazgeçtim. Orada kimseyi tanımıyordum. Hayri Ersoy, kendisinin olmamasının
benim kararımı etkilememesini söylerken, Mehmet Yavuz Türköz de gitme yönünde
fikri beyan ediyordu. Şimdi ikilemdeydim. O sırada Hayri Ersoy, Abazaca
olduğunu söylediği bir mektup yazdı. Bir zarfın içine yerleştirdi. Zarfı bana
uzattı. Hala tereddütkardım. O mektubu, o anda kendisi de Türkiyede olan bir
Abhaz yazara vermemi söyledi. Mektubu cebime yerleştirdim. O arada Hayri
Ersoy'un bürosuna birisi daha geldi. Adını şu anda hatırlamıyorum. Kısa boylu,
ellili yaşlarında, gözlüklü, sigara içmeyen, sakin ve şivesinden İç Anadolulu
olduğunu sandığım bir adamdı. Hayri Ersoy, o adamın da Abhazya'ya bizimle
gideceğini söyledi. Adam bekarmış. Biraz da parası varmış. Hayri Ersoy, adamın
oradan evlenebileceği birisini kolayca bulabileceğini ve parasıyla da iş sahibi
olup parasına para katacağını kendisine söylüyordu; pembe tablolar çiziyordu.
Ben bir yandan Abhazya'ya gideyim mi, gitmeyeyim mi diye ikilem içinde
düşünürken, bir yandan da Hayri Ersoy'un anlattıkları ve çizdiği pembe
tablolarla gözlerini tavana dikip suratının hali şekilden şekile giren bu
adamın konuşma ve mimiklerini izliyordum.
Daha sonra Mehmet Yavuz Türköz, ben ve o
adam bir taksiye bindik. Abhaz Derneği'ne gittik. Derneğin önü kalabalıktı.
Bizi Erol Kılıç karşıladı. Elindeki listeden adlarımızı kontrol etti.
Beni Ogni'deki yazılarımdan tanıyormuş. Bir süre sonra otobüs
Trabzon'a doğru yola çıktı.
Benim Abhazya'ya gitmem böyle oldu. Tabi
o zaman bilmiyordum; Abhazya'da bir Abhaz- Abhaza konferansı varmış. Çok ilginç
gözlem ve tanıklıklarım oldu. Erol Karayel'i o gezi sırasında tanıdım. Hala
arkadaşlığım devam ediyor. Hayri Ersoy ile neredeyse on yıldır bağlantım yok.
Kafkasya, Gürcüstan konusunu sağlıklı
olarak değerlendirmek için, öncelikle bölgenin tarihsel arka plan hakkında
bilgi sahibi olmak gerekir. Bunu yaparken de binlerce yıl geriye gitmeye
gerek yok. 1917’yi milat olarak alalım. Bölge, Kafkasya Kuzeyi ve güneyi ile
Çarlık Rusyasının yönetimi altındaydı. Güney Kafkasya 1918- 1921 yılları
arasında Rusya'daki otorite boşluğunun da etkisiyle de facto bir durum yaşadı;
Gürcüstan, Ermenistan ve Azerbaycan coğrafyaları Moskova'dan koptular. Tasfiye
edilen bir imparatorluğun mirasçısı Türkiye'nin Anadoludaki durumu kesinlik
kazanmaya başlayınca ve Türkiye'nin de psikolojik ve askeri desteğiyle Güney
Kafkasya, yani; Gürcüstan, Ermenistan ve Azerbaycan coğrafyaları tekrar, Çarlık
döneminde olduğu gibi Moskovanın yönetiminde kaldı. Başka seçenek de yoktu.
Bölge, 1991’de Sovyetler Birliğinin çözülüşüne kadar da Moskovanın yönetiminde
kaldı. İşte bu zaman diliminde; 1921’den 1991’e kadar Güney
Kafkasya'nın bir çok açıdan durumu neydi?! Bilmek lazım! Ermenistan ve
Azerbaycan'ı olduğu yerde bırakalım. Sovyetler Birliğindeki Gürcüstan ve Abhazya
coğrafyası bir çok alanda hangi noktadan hangi noktaya geldi. Bu coğrafyada
ekonomik hayat nasıldı?! Tarım ne durumdaydı? Hangi bölgeler tarım alanıydı?
Tarım ürünleri ve yıllara göre üretimi neydi? Küçük ve orta çapta sanayi var
mıydı? Atelye türü üretimler hangi kalemlerde yapılıyordu. Hayvancılık ne
durumdaydı? Büyük ve küçük baş hayvan sayısı neydi? Ticaret ne durumdaydı? Mali
güç kimin elindeydi? Bu coğrafya kendi içinde ve diğer coğrafyalar içinde
ulaşım nasıldı? Turizm sektörü hangi bölgelerde etkiliydi? Alt yapı durumu
neydi? Bu coğrafyalarda hangi etnik gruplar yaşıyordu? Hangi dinler varlığını
koruyordu? Hangi bölgelerde yoğunlaşmıştılar? Sınıfsal durum neydi? Hangi etnik
gruplar hangi bölgelerde hangi ekonomik hayatı sürdürüyor veya etkiliydi? Bu
coğrafyada Rusça'nın durumu neydi? Rus kilisesinin durumu neydi? Abhazca'nın
durumu neydi? Gürcüce'nin durumu neydi? Kaç okul vardı? Bu okullar neredeydi
neredeydi? Bu okullarda hangi dillerde eğitim-öğretim yapılıyordu? Sonuç
olarak; ekonomik hayat ne durumdaydı? Moskovanın Güney Kafkasya'ya ilişkin
resmi ideolojisi neydi? Bu resmi ideoloji , Güney Kafkasya'da yerel resmi
ideoloji ve resmi tarih tezlerinin ortaya çıkmasındaki payı neydi?
Transkafkasya Sovyet Sosyalist Federe Cumhuriyeti neydi? Niye kuruldu? Neden
kaldırıldı? 1921-1991 arası dönemde yukarıda sıraladığım
konularda bilgi sahibi değilseniz, koyu milliyetçiliğe düşer, kendiniz
dışındakileri düşman ilan edersiniz!
Sovyetler Birliğinin çökmesiyle ortaya
çıkan durumu iyi okumak gerekir. Ben bugüne kadar Kafkasya ile bağlantısı olan
hiçbir kimsenin, Kafkasya'yı ekonomik hayat açısından değerlendirdiğini
duymadım, görmedim, okumadım. Milliyetçi söylemler, ekonomi politik gerçekliğin
hem Sovyetler Birliği dönemindeki durumunu hem de çözülüş dönemindeki durumunu
perdeledi. Ancak bugün Abhazya'da, Gürcüstan'da kime giderseniz gidin içinde
yaşadıkları ekonomik durumdan rahatsızlar. Sovyetler Birliği dönemindeki
yaşantılarını özlediklerini açık açık belirtiyorlar. O döneme ilişkin örnekler
veriyorlar. Verdikleri örnek hem ekonomik alana hem de etnisiteye ilişkin.
Şimdi hem çok fakirler hem de eskiden ellerini kollarını sallıyarak gezdikleri
yerlere, kendi ülkelerinin her yerine giremiyor, gidemiyorlar.
Çarlık Rusyası yönetimi altındaki
Kafkasya, Güney Kafkasya aynı ekonomik hayat birliği içindeydi. Bölge, bütün
Sovyetler Birliği içinde de tek ekonomik hayata sahipti. Parti içi tasfiyeler
ve küçük özel mülkiyete ve toprak sahipliğine ilişkin uygulama ve tasfiyeleri
konumuz dışında bırakırsak, Kafkasyadaki bu ekonomik hayat planlı bir
ekonomi içinde gelişti. Ekonomik anlamda bunları söyleyebiliyoruz. Sovyetler
Birliği sonrası, siyasi hayat çökünce Gürcüstan'da ekonomik hayat çöktü. Kendi
kurallarına göre işleyen günlük hayat çöktü. Gürcüstan ekonomik hayatı bir
bütün içinde anlamlıydı. Dünyaya şarap satarak veya turizm hizmeti vererek,
Sovyetler Birliği dönemindeki ekonomik hayat düzeyine ulaşmak mümkün değildi,
öyle de oldu. Ekonomik hayatı canlandırmak için Batıdan alınan yardımlarla,
Sovyetler Birliği dönemindeki refah toplumunu yakalamak mümkün değildi, öyle de
oldu. Dışarıdan gelen paranın kimleri zengin etmek için, hangi alanlarda
kullanıldığına da kafa yormak gerekir. Moskovanın Sovyetler Birliği
döneminde Gürcüstan için ürettiği resmi ideoloji ve resmi tarih tezleriyle
yetişen kitlelerin slogandan öte gitmeyen söylemlerinin etkisini arkasına alan
ve yönlendiren Zviad Gamsakhurdianın ekonomik güç ve gelişkinlikle
örtüşmeyen, sosyal gerçeklikle örtüşmeyen politikaları Güney Osetya ve Abhazya'ya
yansıdı.
Gürcüstan, artık Sovyetler Birliği
döneminde çeşitli sıkıntıları olsa da refah toplumu özelliğine kavuşamayacak.
Ekonomik hayat alanında kısaca söyleyeceklerim böyle. Buradan anlıyoruz ki,
Sovyetler Birliği yönetimi sanıldığının aksine Gürcüstan’a ekonomik alanda
büyük katkılar sunmuştur.
Peki; Sovyetler Birliği döneminde
Gürcüstan'da eğitim, kültür ne durumdaydı? Bugün baktığımızda,
Gürcüstan'da Sovyetler Birliği sürekli kötüleniyor. Ekonomik alanda Sovyet
ekonomisi Gürcüstan'dan ne aldı, ne verdi? Ona bakmak lazım. Gürcüstan'ın
bugünkü durumuna baktığımızda, Sovyetler Birliğinin Gürcüstan ekonomisine
çok büyük katkılar sağladığını görüyoruz. Sovyet yönetimi, Gürcüce'nin standart
bir dil haline gelmesi ve yaygınlaştırılması konusunda çok büyük katkı sağladı.
1921’de Gürcüstan coğrafyasında hangi kademelerde kaç tane okul vardı? Bu
okullar hangi bölgelerde yoğunlaşmıştı. Bu okullara giden öğrenci sayısı neydi?
Bunları biliyor musunuz?! Araştırın! Rakamaları 1991 yılı, yani Sovyetler
Birliği çözüldüğü yıldaki rakamlarla karşılaştırın. Sovyet Yönetimi, nasıl
Gürcüstan ekonomisine canlılık getirdiyse, Gürcüce'yi de desteklemiştir.
Gürcüstan bu anlamda Sovyet yönetimine borçludur. Din alanında Sovyet
yönetiminin yanlışlıkları yalnızca Gürcü Kilisesine yönelik değildir, Rus
Kilisesi de, Ermenistan Kilisesi de acı çekmiştir. Sovyetler Birliği
yönetiminde bütün dinler acı çekmiştir. Diller de acı çekmiştir. Bu konuda
Tarih ve Toplum Dergisi’nin Temmuz 2000/ 199. Sayısına yazdığım “Sovyetler
Birliğinin Milliyetler Politikası ve Kafkasya” başlıklı makaleyi okumanızı
öneririm.
Gürcüstan'ı önce Çarlık Rusyası'nın
sonra da Sovyetler Birliği içindeki ekonomik hayat içinde değerlendirmek
gerekir. Gürcüstan'ı Sovyetler Birliği coğrafyasındaki ekonomik hayattan
çıkartırsanız, ortak kazanımları görmezseniz, üstüne üstlük Batıya teşne
olduğunuzu ilan ederseniz, ABD’yi Rusya Federasyonun sınırlarına taşırsanız,
Gürcüstan'daki bugünkü duruma sebep olursunuz. Gamsakhurdia'nın da,
Saakaşvili'nin de Moskova'ya yönelik politikaları yanlıştır; milliyetçi
söylemler Kafkasya'da çatışmayı körükler. Şevardnadze Gürcüstan için bir şans
olabilirdi. Nitekim Sovyetler Birliğinin dışişleri bakanı olması, Gürcüstan'ın
bugün daha da kötü durumda olmasını engellemiştir.
- Abhazya ve Güney Osetya
sorunları ve bu sorunlar özelinde Abhazya’da Megrellerin durumundan bahseder
misiniz? Megrellerin Abhazyadaki durumdan nasıl etkilendikleri ifade eder
misiniz?
-Aynı şekilde Abhazyayı Gürcüstan'dan
ayrı düşünmek mümkün değildir. Abhazya Gürcüstan ile birlikte, Megrelleriyle
güçlü ve güvende olabilirdi. Zviad Gamsakhurdia'nın yanlış politikaları,
Abhazya'yı Gürcüstan'dan koparmıştır. 200 bine yakın Megrel Abhazya'dan
kovulmuştur. Abhazya Savaşını, bugün sıradan insanlar nasıl değerlendiriyor?
Edvard Şevardnadze ve Giorgi Karkaraşvili bu savaşa ilişkin bugün ne
düşünüyorlar? Onları dinlemek lazım. Gürcüstan'ın, Gürcü liderliğinin Abhaz
halkını ve Abhazya'yı küçümsediğini ve onlara karşı yanlış politikalar
izlediklerini biliyoruz. Hatta Abhazya Dışişleri bakanı Sergey Şamba,
Tiflise gittiğinde Saakaşvili'nin nerede olduğunu ve ne mesaj vermeye
çalıştığını da biliyoruz. Zviad Gamsakhurdia ve Mikhael Saakaşvili'nin yanlış
politikaları, Abhazya ve Güney Osetya'yı Gürcüstan'dan kopartmıştır. Bu
insanların gururları kırılmıştır.
Abhazları Rus işbirlikçisi olarak
suçlamak sorunu çözmüyor. Onların bu sona yaklaşmadan önce de talepleri vardı;
bunları defalarca dile getirdileri. Tiflis yönetimi onları ciddiye almadı;
dinlemedi bile. Abhazya'da artık eskiye dönmek neredeyse imkansız. Bu
durumu tek başına Rusların böl ve yönet politikalarıyla açıklamak mümkün değil.
Tiflis yönetimi ciddi hatalar yapmıştır.
Tiflis yönetimi; diğer halkları
küçümsediği, diğer dillere karşı düşmanca tavır takındığı, ABD’yi Rusya
Federasyonunun burnuna sokmaya çalıştığı ve bundan medet ummaya çalıştığı kadar
Gürcüstan'a ve halkına zarar verecektir. Muhalefetin bir kesimi bütün
bunları görüyor. Saakaşvili, ABD’nin kendisini desteklediğini sandığı
politikaları yüzünden Güney Osetya savaşında madara olmuştur.
Gürcüstan'ın, Abhazya'nın bulunduğu
bölge Sovyet döneminde de, Sovyetler Birliği sonraki dönemde de Moskova'nın
yumuşak karnıdır. Bu bölgede ekonomik hayat sürekliliğini; geçiş yolları,
ulaşım, güvenliğini tehlikeye sokacak bir gelişmeye Moskovanın izin
vermeyeceği görülüyor. Zaten birlikte yaşanmış, yetmiş yıla yakın aynı ekonomik
hayat birlikteliği, yaşam ilişkiler vb. doğal ve pratik sebeplerden dolayı
Güney Kafkasya ülkelerinin, Gürcüstan'ın kökleri eskiye dayanan ekonomik hayat
bütünlüğü içinde yer alması, hem Gürcüstan'ı ekonomik hem de diğer açılardan bu
haliyle güçlü kılar.
Toplayayım; Güney Kafkasya'daki üç
devletin, Gürcüstan SSC, Ermenistan SSC ve Azerbeycan SSC’nin 1920’li yıllarda
O zamanki Ankara yönetimi ve Moskova arasında, yine o dönemki uluslararası
dengeler çerçevesinde ortaya çıktığını unutmamak gerekir. O dönem, o irade o
bölgede bu yapıya izin vermiştir. Birlikte yaşanmış ekonomik ve kültürel
hayat birlikteliklerini unutmamak lazım. Bu bağlamda Abhazya'nın Gürcüstan'ın
mı özerk cumhuriyeti mi veya Rusya Federasyonuna yakın bir çizgide bir bölge mi
olduğunun önemi yoktur. Milliyetçiliği ortadan kaldırdığınızda bu gerçeklikle
karşılaşırsınız. Sovyetler Birliğinin çözülme döneminde Gürcüstan'ın merkezi
yönetimi her alanda yanlış yapmıştır. Şimdilerde yeni yeni ortaya çıkan
belgeler ve o dönem etkili görevlerde bulunanlardan bazılarının bunca yıl sonra
bazı gerçekleri görüyor ve bunları da kamuoyuyla paylaşıyor olmaları, bütün bu
söylediklerimi destekler yöndedir. Gürcü milliyetçiliği durmadan Abhazları,
Osetleri Rus uşağı olmakla suçluyor; bu durumdan Rusları sorumlu tutuyor.
Abhazya olgusunu, bu yaklaşımla açıklamaya kalkarsanız, yanlızca
çatışmacı eğilimleri destekler ve hep gündemde tutarsınız. Böyle bir eğilim ise,
Gürcüstan gibi bir ülkede yeni kopuşları gündeme getirebilir. Gürcüstan'daki
milliyetçi eğilimlerin temsilcileri, hala dünyayı okuyamıyorlar.
Şimdi Abhazya'ya gittiğim 1994 yılına
dönüyorum. Saatlerce süren giriş işlemleri sırasında iskelede bekledikten sonra
nihayet serbest olarak dolaşabilirdik. Bizimle birlikte gelenlerin dinlenmek
için duraksadıkları kafeye yöneldik. Mehmet Yavuz Türköz ve o adam
yanımdaydı. Havayı kokladım. Burnuma küf kokusu ile karışmış yanmış kablo
kokuları geliyordu. Gözlerimi gökyüzüne diktim. Bir uğultu geliyordu kulağıma.
Çığlıklar duydum; irkildim. Değişik bir hissediş ve ruh hali içindeydim.
Durduğum yerde donup kalmıştım. Birkaç adım ötede Mehmet Yavuz Türköz,
Türkiye'den gidenlerden biriyle konuşuyordu. Yanlarına bir kişi daha yaklaştı.
Savaş sırasında oraya giden Türkiye'li Abhazlardan birisiymiş. Sonradan
yanımıza gelen birisi bizi tanıştırdı. Laz olduğumuzu söyledi. O anda o kişinin
yüzündeki ifadeyi anlatamam. O anda sokaktaki insanın milliyetçi duygularla
yönlendirilince neler yapabileceğini o kişinin gözlerinden okudum.
Bugünkü Abhazya ve Güney Osetya bir
sonuçtur. Sovyetlerin şekillendirdiği Gürcü resmi ideolojisi, insanların gözünü
kör, kulaklarını sağır etmişti 1990’ların sonunda. Sovyet yönetimi, birbirinin
devamı bir coğrafyada yaşayan Gürcüstan ve Abhazya Megrellerini tek bir özerk
yapıda toplayıp, Abhazlar gibi yine Gürcüstan'a bağlamış olsaydı, bu sorunlar
bu ölçüde ortaya çıkmayacak hem de demografik sorunlar yaşanmayacaktı.
Abhazların bir tezi var: Gürcüler, Megreller
Gürcüstan'da çoğalmasınlar ve ilerde etkili olmasınlar diye, Megrelleri
Abhazya'ya yerleştirdiler ve Megrellerin sayısı Abhazları geçti. Böyle
bir değerlendirme çok yanlıştır. Megreller Abhazya'da hep vardı. Hele,
Gürcü Stalin, bunu Gürcülere kıyak olsun diye yaptı ve Megrel Lavrenti Beria,
bunu bilerek uyguladı, şeklindeki yaklaşımlar da hatalıdır. Stalin'in
Gürcülükle bir alakası yoktur. Lavrenti Beria'nın da Megrellikle bir alakası
bulunmamakatadır. Milliyetleri uyguladıkları politikalarla alakalı değildir.
Tam tersine kendileri, doğru veya yanlış, uyguladıkları politikalarla Sovyet
politikacılarıydı; yerel değil, büyük çapta politika yapıyorlardı. Bir kısım
Abhaz da aynı Gürcü resmi ideolojisine benzer tezlerle kendi resmi
ideolojilerini üretmeye çalışıyor. Bu da yanlış. Hem 1990’larda Abhazlar
yanlızca Megrellerden sayıca az değillerdi. Abhazyadaki Rus nüfusu da Ermeni
nüfusu da Abhaz'lardan fazlaydı.
Artık aydınların, burada ve Kafkasyada,
bundan sonra neler olabileceğine kafa yormaları gerekir. Bugünden bakıldığında,
eğer Türkiye'de yaşayan ve eli kalem tutan Abhaz ve Gürcü aydınları burada
ortak bir platform oluşturup hem Abhazya'daki kanaat önderleri hem
de Gürcüstan'ın sudan çıkmış balık misali kaba milliyetçiliğe saplanmış
liderleriyle bağlantı kursalardı, sürece Moskova ve Ankarayı da dahil
etselerdi, 1990’ların başlarında Abhazyada yaşananlar, Güney Osetyada
yaşananlar bu şekilde gelişir miydi? Bence hayır! Türkiyedeki yazan çizen
Gürcü aydınları gözü kapalı Tiflisin politikalarını destekledi. Yazan çizen
Abhaz aydınları da öyle. Aslında birlikte oturup konunun arka planını anlamaya
ve insan, emekdaşlık, bölgenin hassas dengeleri gözeten bir temelde bir
platform oluşturabilselerdi. Sonuç bugünkü gibi olmayabilirdi. Madem o zaman
büyük bir fırsat kaçırıldı. Yarın Abhazya'da veya Gürcüstan'da hakim olabilecek
ve Rusya Federasyonunun tehdit olarak algılayabileceği kaba milliyetçi
gelişmeleri önceden önlemek, ama haklı insani talepleri ABD’nin desteğini arar
ve onu konuya müdahil edici bir tarzda değil barışçıl yollardan ve ve
kanlı çatışmalara meydan vermeksizin çözümlemeye katkı sunabilecek bir
inisiyatifi Türkiye'de yaşayan Gürcü, Abhaz ve Laz aydınları şimdiden
oluşturmalıdır. Var olan benzeri inisiyatifleri kuru güzel laf aktarıcılığının
ötesinde dönüştürmelidirler. Tabi bütün böylesi bir çaba içinde olmak için,
somut durumu bilmek, konunun arka planı hakkında bilgi sahibi olmak, insan,
emekdaşlık düşüncesinde, çatışma temelinden uzak politikalar üretmek lazım.
Önce Abhazya'ya bakalım; Abhazya'nın
federasyona dönüşmesi ihtimali var mı? Ermenilere çoğunlukta oldukları bölgede
özerklik, Megrellere çoğunlukta oldukları bölgelerde özerklik gündeme gelebilir
mi?! Böyle bir durum ortaya çıktığında Türkiyedeki Abhaz aydınları bunu nasıl
değerlendirir? Rusça, Abhazya'da ortak anlaşma dilidir. Bu doğrudur.
Abhazca'nın yaygınlaşmasıyla birlikte, bunu Abhazya'lı Ermeniler nasıl algılar?
Hiçbir dönemde destek alamayan Megrelce'nin Abhazya'daki durumu ne olacak?
Orası Abhazya'dır, herkes Abhazca konuşacak, gibi bir yaklaşım mı
sergileyecekler? Ya da Gürcüstan'da Moskova'nın çizgisine uygun, geçmişteki
hataları tamir edici kalıcı bir anlayış ortaya çıkar ve etkili ve kalıcı
olursa; Megreller tekrar Abhazya'ya döndüğünde, Abhazya içinde Abhazya ve
Gürcüstan Megrellerinin birlikte özerk bir yapıda temsil edilecekleri bir
Gürcüstan Federasyonuna dahil olma yolunda adımlar atarsa, Türkiye'deki Abhaz
Aydınları bu konuya nasıl bakacak?
Yarın; Ermenilerin yaşadığı bölge,
Cavakheti, Ermenistan ile birleşmek isteyebilir, böyle bir durumda Türkiye'deki
Gürcü Aydınları ne düşünür? Acaristan'da yaşayan Müslüman Gürcülerin ciddi
sorunları olduğu biliniyor? Temel ibadetlerini yerine getirmede ciddi
sorunlarının bulunduğu basına yansıyor. Bu konuda Türkiye'deki Gürcü aydınları
ne gibi bir projeksiyona sahiptir? Yarın; Megreller kültürel- dilsel, bölgesel
siyasi haklar için çalışmaya başlasalar, bu durumu nasıl değerlendirecekler?
Yine Rusların böl-yönet politikalarıyla durumu açıklamaya mı çalışacaklar.
1994’teki Abhazya gezimiz konusunda kısa
bir not: Ben ve Mehmet Yavuz Türköz, Abhazya'daki bulunduğumuz sırada tecrit
edildik. Zaman zaman şaka yollu da olsa, ima yollu Gürcü ve Türk ajanı
suçlamalarına muhatap olduğumuzu belirtmeliyim.
- Megreller için Gürcistan
yönetimlerinden beklentilerinizi ifade eder misiniz?
- Geleceğin nasıl şekilleceğine,
Abhazya'nın da, Güney Osetya'nın da, kovulan Abhazya Megrellerinin tekrar
Abhazyaya dönmesi konusu da, Megrellerin dilsel- bölgesel haklara kavuşması da,
Cavakheti konusu da, Acaristan Müslümanların durumu da, Gürcüstan'da ve
Türkiye'de yaşayan Lazların geleceği de, Türkiye Müslüman Gürcülerinin geleceği
de Tiflis’in izleyeceği doğru ve yanlış politikalara bağlı. 1990’ların başında
Tiflis yanlış politikalar izledi. Bugün Abhazya da Güney Osetya da Gürcüstan
sınırları içinde değil. Eğer akıllı politikalar izlenseydi, Abhazya'dan 200 bin
insanımız onur kırıcı bir şekilde göç etmek zorunda kalmazdı.
1994’de Abhazya'ya gittiğimi
söylemiştim. 2005 yılında da Gürcüstan'a gittim. Sanırım 2004 yılında,
Gürcüstan Lazlarına yönelik Lazca yayın yapan, ancak yayınları Türkiye'den de
izlenebilen Radio Kolkha’nın redaktörü Mikhael Labazde ile internet üzerinden
yazışmaya başladım. Radio Kolkha’nın Lazca yayınlarını önemsiyordum; ayrıca
sayısız geleneksel Laz şarkısını ve yenilerini çağın gereklerine göre
hazırlatıyor ve yayınlatıyorlardı. Bunu önemsedim, çünkü Gürcüstan tarihinde,
Gürcü resmi ideolojisinin davranışlarının dışında bir gelişmeydi. Mikhail
Labaze, Radio Kolkha adına 2004 yılında, Kolkhoba festivali için beni
Gürcüstan'a davet etti; gitmedim. Ancak bir yıl boyunca yazışmamız devam etti.
İnternet üzerinden Lazca olarak yazışıyorduk. Bazen bir bazen iki sayfa
Lazca mektuplar gönderdiğimiz oluyordu birbirimize. Benim için yeni bir
başlangıçtı bu.
Nihayet 2005 yılında, hasta ve yaşlı
olmasına rağmen, çok istekli olduğu için Yılmaz Avcı'yı da yanıma katarak Sarp
Sınır Kapısından Gürcüstan'a giriş yaptım. Bu konuda Yılmaz Avcı kendi
izlenimlerini yazdı. İnternette yayınladı. Okumuşsunuzdur. Okumamışsanız Yılmaz
Avcı'nın o makalesini bulur size gönderirim.
Dediğim gibi, 2005 Ağustos’unun son
haftasıydı sanırım, Gürcüstan'a gittim. Sınırda bizi karşılayanlar arasında
Mikhael Labadze’nin yanında Giorgi Andriadze de vardı. Her ikisini de aynı yıl
Yaz öncesinde İstanbul’a geldiklerinde tanımıştım. Yaşa Tandilava da Mikhael
Labadze ve Giorgi Andriadze ile beraberdi. Büyükçe bir araçla Sarpi'den yola
çıktık. İstikametimiz Tiflis'ti. Burada yolculuğu, karşılaştıklarımı, duygu ve
düşüncelerimi anlatmayacağım. Bunun yeri değil. Tiflis’te Radio Kolkha'da
benden Lazca bir röportaj aldılar. Patrik Hazretleri İlia Meore ile
görüştürdüler. Parlamentonun muhalif milletvekillerinin toplantı salonuna
da götürüldük. Tekrar Sarpi'ye döndük. Kolkhoba Festivaline katıldık.
Ben burada Gürcüstan'ın ekonomik hayatına
ilişkin gözlemlerimi anlatmak isterim. Gürcüstan'da ekonomik hayat yok gibiydi.
İzlediğimiz yol boyunca terkedilmiş fabrikalar dikkatimi çekti; demir
yığınları. Eskiden canlı bir ekonomik hayat, üretim ve hayat olduğunun
belirtisi terkedilmiş fabrikalar, okulları gördüm. Bunların Kiril alfabesiye
yazılmış tabelaları artık güneşten solmuştu. Sovyet ekonomik hayatı içinde
ancak işlevsel olduğu görülen bir ekonominin artık işleyemediği anlaşılıyordu.
Yalnızca ekonomik hayatın yokluğu değil, Gürcüstan'dan göçmek zorunda kalan
başta Ruslar olmak üzere diğer milliyetlerden halkların da yokluğu
hissediliyor. Sovyetlerin desteklediği ekonominin çökmesi, Abhazya ve Güney
Osetya Savaşlarındaki yıkımlar ve Abhazya'dan kovulan insanların Gürcüstan'a
sığınmasıyla daha da bozulan ekonomik hayat. Bütün bunlar en başta dikkatimi
çekti. Aslında 2005 Ağustosunda Gürcüstan'a iki giriş-çıkış yaptım. İkincisinde
yoğun yağmur sebebiyle bir geceyi Sarpi'de geçirmek zorunda kaldım.
Gürcüstan'a en son 2006 yılında gittim.
Bu kez esas olarak Batum ve çevresini gördüm. Ancak Batum ve çevresindeki imar
ve turizm yatırımlarına rağmen, insanlar fakirdi, alım güçleri çok düşüktü;
hala Sovyetler Birliği dönemindeki günlerini özlüyorlardı. İstanbul’da,
Artvin’de, Rize’de, Sapanca’da, Yalova’da ve İzmit’te karşılaştığım
Gürcüstan vatandaşlarının hallerinden de gördüğüm, anlattıklarından da
öğrendiğim ve Gürcüstan ziyaretlerinde halkta da gözlemlediğim, duyduğum
Gürcüstan'da ekonomik hayatının düzgün olmadığı yönünde. Ekonomik hayatın en
eski kalemi küçük ticaretle hayatın dönmesi mümkün değil. Bakın, hep
söylediğime geliyoruz, ekonomik hayat birliği olmadan kapitalizm gelişmez. Bu
Gürcüstan için 1917’de de, 1918-1921’de de, 1921-1991’de de böyleydi. Bugün de
böyle. Kapitalizm gelişmeden, sanayi olmadan ulus olunmaz, Sovyetlerin
desteğiyle Gürcüstan devlet oldu, Moskova’dan aldığı destekle devlet olmanın
bütün yapılarını belki oluşturdu, dilini geliştirdi ve yaygınlaştırdı; ama
henüz ulus olamadı.
Eğer Gamsakhurdia, Saakaşvili türü
politikacıların izledikleri ve NATO ve ABD’yi Rusya Federasyonun dibine sokma
politikalarına devam edilirse Gürcüstan'ı çok daha kötü günlerin beklediği
açık. Sarp Sınır Kapısının yakınına, o yeni caminin önüne oturun ve bakın;
Türkiye'den kaç dolu tır Gürcüstan'a geçiş yapıyor bu geçişler olmasa Gürcüstan
ne yapar. Veya Ermenistan ile bir sınır kapısı açılsa, bu durum Gürcüstanı
nasıl etkiler?! Gerçekçi olmak lazım, kaba milliyetçi söylemlerle konuya
yaklaşmak kimseye hayır getirmez.
Gürcüstan'ın Ermenileriyle de,
Ermenistan'la da iyi ilişkilerinin olması lazım. Azerbaycan'la da öyle.
Gürcüstan, Müslümanlarıyla da barışmalı, onların en temel ibadetlerini yerine
getirmeleri konusunda engelleyici değil, kolaylık sağlayıcı olmalıdır.
Zaman değişti. Ulus bilinci oluşturmak
için, Osmanlı Ülkesinden kopan Hıristiyan bölgelerin uluslaşma ve
devletleşmedeki ilk aşama olan Müslümanlığa ve onu temsil ettiği düşünülen
Osmanlı ülkesine, Türke ve Türklüğe söverek ilerleme dönemi bitti; günümüzde bu
anlayış yürütülemez; yürütülmemeli. Bunlar 19. Yüzyılın, 20. yüzyılın
başlarının söylemleri; bunları bırakmak lazım. İyi bir Gürcü, her zaman
Hıristiyan olandır, söylemi yanlıştır. Hem Ulus nedir?! Elli tanımı olabilir.
Ayrıca Gürcüstan'ı Türkiye veya Rusya ile kıyaslamak da yanlış. Gerçekçi olmak
lazım.
Ben, Abhazya ve Gürcüstan
ziyaretlerimden kısaca şunu öğrendim: Halk hep acı çekiyor. Kaba milliyetçilik
kötüdür. Ben arkadaşlara öneririm: youtube’ye girsinler, “Abkhazia, Sokhum/i”
vb yazsınlar ve karşılarına çıkan savaş ve çatışma görüntülerine, ölen
insanlara, yerlerinden edilen insanlara bir baksınlar.
Gürcüstan'ın gördüğü acılar beni üzdü ve
üzüyor. Türkiye'deki kimi Gürcü aydınları, Mikhael Saakaşvili'nin yanlış
politikalarını onaylamak anlamına gelen tutum ve davranışlardan kaçınmalıdır.Yarın,
öbür gün ABD ekseninden daha uzakta bir anlayış Gürcüstan'da iktidar
olduğunda açıkta kalırlar. Ayrıca Lazlara, Gürcü; Lazca'ya da üç beş ağızı
olan, bozulmuş ama ve Gürcüce'nin diyalektidir söyleminden vazgeçsinler.
Türkiye'de kendi kimliklerini yaşatmanın yollarını bulsunlar. Rus konsolosluğu
önünde protesto yarışları yapmakla Türkiye Gürcü kimliği yaşamaz; ancak
birileri bir yerlerden aferin alır! Mikhael Saakaşvil'inin politikaları
yanlıştır; muhalefete gösterilerde ne yaptığını görmediniz mi?!
- “Doğu Karadeniz’de Resmi İdeolojiler
Kuşatması” adlı kitabınızda Gürcü camiasından bazı unsurlara yönelik
eleştirilerinizin olduğunuzu biliyoruz. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
-Evet. Aslında doğrusunu söylemek
gerekirse. Politikaya yabancı değilim. İlk gençlik yıllarımızdan itibaren
memleket ve millet meselelerine kafa yorduk, bir bütün olarak, bu ülkede
yaşayan bir insan, bir aydın olarak. Böyle yetiştik. Yurtseverlik bizim
iliklerimize kadar işlemişti. Vatan ve bayrak sevgisi ile büyüdük; memleket ve
insan sevgisiyle büyüdük. Bu özelliklerimiz bizi çalmamaya, çırpmamaya, hak
yemememeye, yalan söylememeye, dürüst, namuslu, paylaşımcı ve fedakar olmaya
yöneltti. Ancak bayrak ve vatan ile emek ve emekdaşlığın birbirine zıt
olmadığını bize kavratan bir ocakta yetiştik. Bir yurtseverliğimiz vardı, bu
sınırlara yönelik hassasiyetimiz vardı. Böyle bir ortamda yetişmiş ve böyle bir
ruh haline sahip bir kişi olarak Türk olmakla, Laz olmak bende hiçbir çelişki
oluşturmuyordu. Zaten ben bir melezdim; belki ondandır! Lazca'ya yabancı
değildim; aşinaydım. Lazca'ya ilgi duyuyordum, öğrenmeye çalışıyordum. Babamdan
kelimeler, cümleler öğrenir, onlarla cümleler kurup kendimi ifade etmeye
çalışırdım memleketten gelen akrabalara. Kendime göre Lazca-Türkçe karşılaştırmalı
sözlükler hazırlardım; öğrenirdim. Bütün bunlar yirmili yaşlarıma kadar
böyleydi. Laz olmayı Türk olmaya zıt bir şey görmediğim gibi, Lazca bilmeyi,
öğrenmeyi de Türkçe'ye zıt bir davranış olarak görmüyordum. Daha doğrusu böyle
bir zıtlık olabileceği hiç aklıma gelmiyordu.
Muhammet Vanilişi ve Ali Tandilava’nın
ta 1960’larda, Tiflis'te yayınlanan “Lazların Tarihi” adlı eserlerinin Hayri
Hayrioğlu tarafından çıkan Türkçe versiyonunu okuduktan sonra, çok sarsıldım. O
kitapla birlikte, önce kendim için araştırmaya başladım. Aslında öğrendiklerim;
bana, Lazların Gürcü olmadıklarını gösteriyordu. Bu sebeple o kitabın, benim
gözümde o anlamda bir değeri yoktu.
Hayri Hayrioğlu’nun çevirdiği kitap
çelişkilerle doluydu; dipnotları, kaynakları yoktu. Bir yandan, Lazlar
Gürcü'dür, diyordu, öte yandan Gürcüleşmiş Lazlar ve esas Gürcülerden
bahsediyordu. Lazca'ya da Gürcüce'nin lehçesi deniyordu. Bu da doğru değildi.
Gürcü arkadaşımın Gürcücesi, Lazca'nın nasıl lehçesi değilseydi, Lazca da
Gürcüce'nin lehçesi değildi. Bu kesindi. Lazlar Gürcü değildi Lazca da Gürcüce
değildi. Aslında konu kapanmıştı benim için. Kitabı bir kenara bıraktım.
Kuşkusuz o kitaptan öğrendiklerim de olmuştu.
Basında Laz Enstitüsü kurulacağına
ilişkin bazı haberlerde çıkmaya başlamıştı. Bunun üzerine bir süre sonra tekrar
kitabı elime aldım ve okumaya başladım. Kitabın kendi içinde onlarca
çelişkisini buldum. Kitabın tercümanı Hayri Hayrioğlu ile bağlantı kuracaktım.
O zamanlar Aydınlık Gazetesinde Çalışan Meriç Özeller adlı bir arkadaşın
yardımıyla Hayri Hayrioğlu'nun adres ve telefon numarasına ulaştım. Sonunda da
Hayri Hayrioğlu ile telefonla bağlantı kurdum. Mektuplaşmaya başladık. Bana
öyle makaleler, öyle broşürler gönderiyordu ki, çevirdiği “Lazların Tarihi”
adlı kitapta, Lazların Gürcü; Lazca'nın Gürcüce'nin lehçesi olduğu tezlerini
çürüten bilgilere onlardan da ulaşıyordum. Artık bu bireysel tatmin konusunu
aşmıştı. Araştıracak ve başkalarıyla da paylaşacaktım. Hatta bunu kendisine de
yazdım. Benim yazma serüvenim böyle başladı işte. Resmi Gürcü tezlerini
eleştirdiğim her makalede, bizzat Gürcü kaynaklarını kullandım, onlardan
faydalandım. Yazdıklarımın altına bugün de imzamı atıyorum. Hayatta çekindiğim
tek şey, yanlış ve hata yapmaktır. Kimseye kimlik empoze etmedim. Gürcü Gürcü'dür,
Laz Laz'dır; Abaza Abaza'dır.
- Geçmişte Gürcü camiasıyla
ilişkilerinizde yeterli diyalog zeminlerini bulabildiniz mi?
-Dediğim gibi, Gürcü aydınlarından ilk
tanıdığım ve yazıştığım kişi Hayri Hayrioğlu'dur. Sık sık telefonda uzun uzun
konuşurdum kendisiyle. Mektuplaşıyorduk da. Bana gönderdiği mektuplarını hala
özenle saklarım. İstanbulda birkaç kez, İnegölde de bir kez görüştük. İberya
Özkan ve Osman Nuri Mercan'ı tanıdım. Bir keresinde Ahmet Hulusi Kırım ile
beraber Osman Nuri Mercan'ın bundan önceki ofisine de gitmiş; kendisiyle
görüşmüştük. Ender Arın Kurt, Fahrettin Çiloğlu, Tufan Şafak Yüksel, Gaffar
Yılmaz'ı da tanıdım.
Fazlı Kaya'yı 1993 yılında Ogni
Dergisinin Aksaraydaki bürosunda tanıştım. Mustafa Yakut'u tanıdım; 1998’deki
Yalova kitap fuarında kendisiyle ve eşiyle epey fikir alış verişinde bulunduk.
Beni Lazların Gürcü olduğu konusunda ikna edemedi. Ancak o beni izlemeye,
soruşturmaya hep devam etti. Ama ben de onun beni hep izlediğini ve soruştumaya
devam ettiğini bir şekilde hep öğrendim. Gürcü aydını dediğimiz insanlar; dünü,
bugünü, dünyayı kavrayamıyorlar, yaşadıkları ülkede kimliklerinin mücadelesini
yapmak yerine Lazların Gürcü, Lazcanın da Gürcücenin lehçesi olduğu tezlerini
günde beş vakit tekrarlayıp duruyorlar. Zviad Gamsakhurdia'yı da
destekliyorlardı, Erdvard Şevardnadze'yi de Mikheil Saakaşvili'yi de. Günü,
bölgeyi, şartları, Sovyetler Birliği ve Türkiye faktörlerini kavramıyorlar.
Benim Gürcü aydınlarıyla diyaloğumu
soruyorsunuz. Ben bir aydınım. Dünyayı, bölgeyi, çevremi kavramaya, öğrenmeye,
algılamaya çalışırım. Olay, olgu ve süreçleri anlayıp değerlendirmeye
çalışırım. Somut durumun somut tahlininin yapılması gerektiğine inanırım.
Okurum, araştırırım, paylaşırım. Ben bu ülkede yaşıyorum, ayağımı bu topraklara
basarak hak mücadelesi yaparım. Davulu boynuna takıp tokmakçı arayanlardan
değilim. Gürcü aydını dediklerimiz bugüne kadar bilindik tezleri tekrarlamaktan
öte bir şey yapmadılar. Bu anlamda onlara eleştirilerimiz oldu. Hep
sessiz kaldılar; elitist davrandılar, Türkiyede yaşayan Gürcü'lerin kimlik
mücadelesiyle ilgilenmedikleri için fikir üretmediler. Böyle olunca da onlarla
şekli olmaktan öte ilişkim olmadı. Hatalarını anlarlar, kendilerini
yenilerlerse tabi ki diyalog gelişir. Neden olmasın?! Bu aktarmacı ve elitist
duruşlarıyla kimseye bir faydaları olmaz. Ümit ederim yanlış yolda olanlar, en
kısa zamanda olmaları gereken yerde dururlar.
- Ayrıca size yönelik, bu
kitabınızdan dolayı bizim haksız bulduğumuz yaklaşımlar söz konusu, bunlarla
ilgili neler söyleyebilirsiniz?
-Bugüne kadar benim yazdıklarıma
cepheden eleştiri getiren kimseyi görmedim. Dedikoduları dikkate almam. Ancak
geçen (2010) sene Ahmet Özkan Melaşviliyi anma toplantısında, sizin
düzenlediğiniz toplantıda, yaşananları biliyorsunuz; yazışmalara da yansıdı.
Sırrı Öztürk ile Osman Nuri Mercan ve Mustafa Yakut’un arasındaki
dialoğları biliyorsunuz.Osman Nuri mercan daha sonra şahsıma yönelik bir şey
söylemediğini belirtti. Yine Osman Nuri Mercan, Çveneburi Dergisinin 34.
Sayısında şahsıma yönelik saldırıda bulundu, 35. Sayıda özür diledi. Erdal
Küçük, 2004’te, Fatih'te Gaffar Yılmaz ve Buba Kudavanın da bulunduğu bir
ortamda şahsımı aşağılayan bir şekilde, Megrelleri Gürcüleştirdik sıra
Türkiye'deki Lazlarda, diyecek kadar ileri gitti; hak ettiği cevabını alınca
suratının rengi kırmızının en açık tonundan en koyu tonuna kadar renkten renge
girdi. Birileri kulağını çekmiş olmalı ki, hemen sonra üç defa telefonla
arayarak özür üzerine özür dilemenin yollarını bulmaya çalıştı. Belden aşağı
saldırılara alışığım. Onları söyleyenler de söyledikleri de unutulur. Haklı bir
mücadelenin neferi olmak, besleme olmamak, yazmak ve altına adını açabilmek
onurlu bir yoldur.
- Akraba halk olan Gürcü
ve Laz halklarının Türkiye’de daha yakınlaşması için neler yapılmalıdır?
Öncelikle Laz aydınlarının da Gürcü
aydınlarının da kendi somut gerçekliklerinden hareketle bir duruşa sahip
olmaları ve kimlik mücadelesi yapmaları gerekir. Bunu yaptıkları zaman, zaten
yakınlaşacaklardır. Önce başkası değil, kendileri olmalıdırlar. Gürcülerin
ve Lazların bir arada olması çok iyi olurdu. Ancak bunun, Gürcü resmi
tezlerinin Laz aydınları tarafından kabul etmeleriyle gerçekleşmeyeceğini
bilmeniz lazım. Kimi Gürcü aydınlarının elitist, vitrinlere oynayan ve aktarıcı
rollerini terketmeleri lazım. Madem bu ülkede yaşıyoruz, madem bu ülkenin
aydınlarıyız, bu ülkede kimlik mücadelesi yapmamız gerekiyor. Yukarıda
söyledim; boynuna davul asıp tokmakçı arayanlarla yürünecek yol olmaz. Laz yok,
Gürcü; Megrel yok, Gürcü; Svan yok, Gürcü; Abhazlar ve Osetler Rus uşağı; Gürcü
Müslüman olmaz; Rusya düşman. Bu kafa yapısıyla ilerleme olmaz. Türkiye'deki
Gürcü aydınları kendileri yenilememeliler; somut durumun, somut tahlilinden
hareketle ilerleyebilirler; ayakları bu topraklara basmalı. Aslında Lazlar ve Gürcüler
birbirine çok yakın. Yakınlaşması gereken Gürcü aydınlardır; elitist takılmaya
son vermelidirler.
- Şu aralar yaptığınız çalışmalardan
bahseder misiniz?
Şu sıralar, daha önceden kaleme aldığım
notlarımı derleyip topluyorum. Görsel malzemeleri toparlıyorum. Anılarımı
yazmaya başladım. Bu röportajda açıklamak istemediğim bir çok şeyi orada
yazacağım. Türkçe ve Lazca olacak. Ne zaman biter?! Bilemiyorum.
- Ayrıca Laz kültürü ve dili
üzerine neler yapılması gerekir ve siz neler yapmayı düşünüyorsunuz?
-Kimlik kolektif bir konu; kolektif
çalışmayı gerektirir. Kimliğin en önemli unsuru dildir; Lazca'dır. Lazca yazmak
gerekir. Lazca konuşmak gerekir. Lazca konuşan ve yazan kişilerin sayısının
artması gerekir. Lazca radyo programları yapmak gerekir. Sınıflara göre, Lazca
ders kitaplarını hazırlamak gerekir. Laz aydınlarının biraraya ilkeler
etrafında gelmeleri gerekir; bölünmemeleri gerekir. Dil; Lazca önemli. Ancak
21. Yüzyılın Lazcasını, kent hayatının Lazcasını inşaa etmek gerekir; bu da
Lazca makale, hikaye, roman, tiyatro eseri yazmak ve onların okunmasını
yaygınlaştırmakla olur. Lazca Radyo programı önemli.
- Gürcü camiasına uzak
olmadığınızı biliyoruz. Bu noktada Türkiyeli Gürcülerin geçmişten bugüne
durumunu nasıl gözlemliyorsunuz?
İlk tanıdığım Gürcü aydını, dediğim
gibi, Hayri Hayrioğlu'dur. Entelektüel boyutu derinlikli biri değildi. Kartli
Gürcüce'sine çok derinlemesine hakim değildi. Köyünde konuştuğu dilin, bir
devletin de dili olduğunu öğrenince çok şaşırmış. Türkiye'deki resmi
ideolojiden çok etkilenmiş ruhi şekillenmesinde. Diğerleriyle kıyasladığımda,
arkadan değil insanın yüzüne konuşan biriydi. Abhazya'ya gitmeme çok
içerlemişti. Hayri Hayrioğlu'ya Gürcü aydınlarının haksızlık yaptığını
düşünüyorum. Ahmet Özkan Melaşvili, Gürcüler için ne ise, Hayri Hayrioğlu da
odur. Ahmet Özkan Melaşvili'yi bayraklaştırmak Hayri Hayrioğlu'nu anmamak Gürcü
aydınlarının ayıplarından birisidir. Ahmet Özkan Melaşvili'nin makalelerini,
söyleşileri, mektuplarını bir araya getirmek, kitap olarak yayınlamak gerekir.
Aynı şeyi Hayri Hayrioğlu için de yapmak lazım. Benim bilemediğim, diğerleri
varsa onlar için de aynı şeyi yapmak gerekir. Ahmet Özkan Melaşvili'yi, hiçbir
şey yapmadan mezarı başında anmak, onun gölgesinde yer kapmak gibi bir
şey. Ben Ahmet Özkan Melaşvili'yi şahsen tanımadım. Katledildiğinin
haberini Aydınlık Gazetesinde okumuştum o tarihte.
Tabi Gürcü Kültür Merkezini ve
yaptıklarını önemsiyorum. Gürcü Kültür Merkezinde, biliyorsunuz, üç ay da
Gürcüce kursuna katıldım. İlginç tanıklıklarım oldu. Gürcü Kültür Merkezi,
kendisini somutlaştırmalıdır; nerede duracağına karar vermelidir. Olay,
olgu ve süreçlere objektif olarak bakılmalıdır. Gürcüstan'ın politikacılarından
uzak durmak gerekir; ikircilikli davranışlar dost için de, düşman için de
tehlikelidir; nerede durduğunuzu bilemezler.
- Varsa Gürcü camiasından
unsurlarla ilgili anılarınızı almak isteriz.
- Aktarayım. Yıl yanılmıyorsam 1994.
İstanbul İnsan Hakları derneği'ndeyiz. Bir akşam üstü. Fahrettin Çiloğlu,
Gürcüleri anlatıyor. Ahmet Hulusi Kırım, Memedali Barış Beşli, İsmail Avcı,
rahmetli Yüksel Yılmaz, rahmetli Mehmet Yavuz Türköz, ben; Osman Nuri Mercan,
Tufan Şafak Yüksel, Gaffar Yılmaz ve diğerleri can kulağıyla dinliyoruz.
Kürtlerden biri, Gürcülerin Türk olup olmadıklarını sordu. Fahrettin Çiloğlu
Kızardı bozardı. Gürcü kökenli Türk vatandaşı olduklarını söyledi. Yanımda
oturan ve kim olduğunu hiç bilmediğim, ancak Gürcü olduğunu önceden rahatlıkla
belirtmiş olan birisi de aynı yönde laflar etti ıkına sıkına. Oysa aynı kişi,
on dakika kadar önce hiç ıkınmadan sıkınmadan ve de sıkılmadan Lazların Gürcü
olduğunu göğsünü gere gere bir çırpıda söyleyebilmişti.
Türk vatandaşlığına geçmiş Gürcü bir bayan
tanıdım. 1993’te Abhazya'dan ayrılarak Gürcüstan'a yerleşmek zorunda
kalan Megrelleri, Gürcüce bilmedikleri; Megrelce ve Rusça konuştukları için
kızıyor, küçümsüyor ve hor görüyordu.
Yıllar önce siyasi sebeplerle
Gürcüstan'a sığınmış Türkiyeli bir Gürcü, biz Laz aydınlarının kimlik
mücadelesini çok romantik özlü ve geleceği olmayan bir çaba olarak
küçümsemişti.
- Gürcü ve Laz kardeşliği noktasında
Türkiyeli Gürcülere hangi mesajları vermek istersiniz?
- Ben Gürcülerin Laz; Lazların da Gürcü
olduğunu değil; Lazların Laz; Gürcülerin Gürcü olduklarını söyleyenlerdenim.
Ancak Gürcülerin ve Lazların kardeş olduklarına inananlardanım. Doğrusu da
budur. Türkiye'de hem Gürcülerin hem de Lazların kimlik sorunu vardır. Lazlar
için Lazca, Gürcüler için Gürcüce kimlikleridir. Lazların ve
Gürcülerin aydınları dillerine sahip çıkmalıdır. Ben Laz ve Gürcü aydınlarının
birlikte hareket etmeleri gerektiğini ve bunun da nasıl olacağını İberya
Özkan'a da Osman Nuri Mercan'a da defalarca anlattım. Bu işin dayatmacılıkla ve
elitist hareket etmekle olamayacağını anlamış olmaları gerekirdi.
- Bütün bunların dışında bizimle başka
paylaşmak istedikleriniz varsa, alabilir miyiz?
- Resmi ideolojilerin ve resmi tarih
tezlerinin palavralarıyla dünü ve bugünü anlamak ve yarını kucaklamak mümkün
değildir. Gündelik hayat içinde kaybolanlara; yemek, içmek, fiyaka yapmak
dışında dertleri olmayanlara sözüm yok. Geleceğe ilişkin kaygı duyanlara
elbette diyeceklerim var; bugünü yaşamak, yarına hazırlanmak gerekir. Dünü,
bugünü ve yarını anlamak için doğru bilgi sahibi olmak önemlidir. Öğrenmek
insanı güçlü kılar. Bu da somut durumdan hareketle mücadele biçimleri
geliştirmemize imkan sağlar.
Türkiye'deki Laz ve Gürcü aydınların
kendi kimlikleri olan Lazca ve Gürcüceyi Türkçe ile birlikte sahiplenmeleri ne
kadar doğruysa, Gürcüstan'daki Megrel ve Svanlarında Megrelce ve Svanca'yı
Gürcüce ile birlikte sahiplenmeleri o kadar doğrudur. Zaten dünyanın gittiği
yer de yerel dil ve kimliklerin yaşatılması yönündedir.
Zaman ayırdığınız, beni dinlediğiniz ve
duygu ve düşüncelerimi de okuyucularınızla paylaşacağınız için sizlere teşekkür
ediyorum. (16 IV 2011)
-Demokratik Gürcüler platformu olarak
esas biz,size düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz.
NOT:Demokratik Gürcüler platformu olarak
Gürcü,Laz,Çerkes,Abhaz halklarından, halkların kardeşliğinden yana olan
kişilerle röportajlar yaparak,hem birbirimizi anlamak,hem de deneyim aktarımı
sağlamak,geleceğe somut materyaller bırakmak için röportajlarımızı devam
ettireceğiz.
(23 Nisan 2011, Facebook/ Demokrat Gürcüler Platformu)
NOT: Bu röportaj, “Laz Aydınları ve Sorumluluk”, adlı kitapta da yer almaktadır (sayfa: 71-113) 1. Baskı,Sorun
Yayınları, İstanbul, 2011.
https://www.youtube.com/watch?v=iLdj3XVd5HM
https://www.kitapyurdu.com/yazar/ali-ihsan-aksamaz/367.html
https://www.kitapyurdu.com/yazar/ali-ihsan-aksamaz/367.html