29 Kasım 2019 Cuma

İlköğretim Okullarında Lazca da Artık Seçmeli Ders





İlköğretim Okullarında Lazca da Artık Seçmeli Ders


Geçtiğimiz günlerde oldukça sevindirici bir gelişme oldu. Millî Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu, kendisine sunulan Lazca Müfredat Programını kabul etti; onayladı.  Bundan böyle, Lazca da seçmeli dersler arasında yer alacak. Bu gelişme, Laz aydınlarının kimlik mücadelesindeki ilk önemli zaferleri. Hatırlanacağı üzere, daha önce 2004’te TRT, Lazcayı tanımamış ve yayın yapmamıştı. Bu yöndeki taleplere de kulağını, gözünü kapamıştı. 

            “Lazcanın Seçmeli Ders” olması konusunda; olumlu veya olumsuz birçok şey söylenebilir. Nitekim şimdilik kimse açıkça fikirlerini ifade etmek için makale yazmak konusunda cesaret gösteremese de, sosyal medyaya yansıdığı kadarıyla bu konuda birkaç görüş var.

Bir görüşe göre; emperyalizm halkların mücadelesini bölmek için, Lazların ağzına bir parmak bal çalıyor. Bu çok acımasız bir yaklaşım. Emperyalizm şimdiye kadar Lazların ağzına bal çalmadı da şimdi mi çalışıyor?!

Bir başka görüşe göre; AKP, oy hesabı yapıyor ve bu amaçla, bu “Lazca Seçmeli Ders” meselesini ortaya attı. Kuşkusuz, bu yaklaşım da her olumlu gelişmeyi CHP yapamadı diye hayıflanan bir kesimin görüşlerinin tezahüründen başka bir şey değil.  Sırf  Lazca konusundaki bu olumlu gelişmeler AKP iktidarı döneminde oluyor diye de karşı çıkanlar var. AKP, yapacağına hiç olmasaydı diye dizlerini dövenleri anlamak mümkün değil. Yapılan bir iş iyi ise, iyidir. Kim yaparsa yapsın. Bu olumlu bir gelişme.

Yine bir görüş; “Lazcanın Seçmeli Ders” olmasının Lazcaya da Lazlara da hakaret olduğunu savunuyor. Bunlara göre, Lazca anadilde öğretim olmalı. Bu talebe itiraz etmek mümkün değil. Ancak somut şartlar bunu şimdilik bir talep olarak adlandırmayı imkânlı kılıyor.Tabi bu talep dillendirilmeli ve gereği de yapılmalı. Gereği nedir?! Lazca yazmak ve yayınlamak. Bu konudaki ciddiyet, taleplerin altını somut olarak doldurmak ve gereğini yapmaktan; üretmekten geçiyor.

Bir diğer kemikleşmiş kesim var ki; bunlar “Lazca”nın ve “Laz”ın “L”sini duymak istemiyor; bölücülük sayıyor. Zaten bunlara söyleyecek söz yok.

Bir kesim; Laz Enstitüsü, bu müfredatı bakanlığa sunduğu ve bakanlığın da bu müfredatı onayladığı için kırgınlık, kıskançlık ve kızgınlık duyuyor. Nasıl oluyormuş da böyle olurmuş?! Bu kesimin çocukluk gösterdiğine kuşku yok.

Evet; bu müfredat programını Laz Enstitüsü hazırladı, bakanlığa sundu ve bakanlık da onayladı! Ancak bu işin arkasında 20 yıllık bir birikim ve mücadele var. 20 yıllık acemi talimgâhı örneği bir sürü tecrübe yaşanmış olmasına; kimi zamanlar ateş ve tekerlek defalarca yeniden keşfedilmeye çalışıldıysa da, bütün bunlar bu müfredat çalışmasının arkasındaki samimi çabalama, yazma ve çizmeyi önemsiz kılmaz. Bu yönüyle Laz Enstitüsü’nün hazırlayıp sunduğu müfredat önemlidir. Bu müfredatı izleyecek olan “Lazca Seçmeli Dersler” de öyle.

Boğaziçi Üniversitesi de bu müfredat çalışmasında destek sunmuş. Bu konuda öncü rol oynayan ve kendisine yapılan yapıcı eleştirileri dikkate alan İsmail Bucaklişi Avcı’nın da buradaki rolünü bilmeli, adını anmalı ve kutlamalıyız. Kendisi aynı zamanda birkaç yıldır Boğaziçi Üniversite’inde ek ders olarak Lazcayı da öğretiyor; Lazcayı üniversiteye sokan kişidir. Lazca artık “kampüs Lazcası” olmaktan çıkıyor.

Bu başarıda sessiz neferlerin veya hakk’a yürümüş birçok insanın da emeği ve teri var. Bu anlamda Lazcanın dostu olan herkes şimdi Laz Enstitüsü’nün öncülük ettiği bu önemli başarıyı sahiplenmeli; destek olmalıdır. Herkes üzerine düşeni bir imece anlayışıla gerçekleştirmeli.

            Bu müfredatın kabul edilmesi gerçekten de önemli; bunun önemini kavramalı ve bundan sonra da gereğini yapmalıyız. Şimdi yapılması gerekenler nedir? Öncelikle ders kitaplarının hazırlanması konusunda, bu konuda çalışan, çalışacak olanlar mutlaka söyleyecek sözü ve önerisi olanları dinlemeli ve onlar da dikkate almalıdır. Böylesi bir tavır, yapılan işin daha fazla kişi tarafından sahiplenilmesini sağlayacaktır.

Kitaplardan sonra bir başka konu da velilerin Lazcayı seçemleri için dilekçe ile başvurmalarını sağlamaktır. Bütün bunlar önemli. Ancak bütün bunlar Laz aydınlarının elele vermesiyle daha kolay ve çabuk yapılabilecek işlerden.

Şimdi bu “Lazca Seçmeli Dersleri” okullarda kimler verecek? Şu an şöyle bir düşünelim. Bugüne kadar devlet bu dilleri yok saymış, AKP Hükümeti de 2004’te, TRT yayınlarında değil, ancak bugün bugün Lazca’nın varlığını resmen kabul etmiş. Okul yok, kitap yok, yetişmiş eleman yok. Bu iş nasıl olacak. Bu konuda pratik bir çözüm üretilebilir. İlk akla gelen; bu konuda birkaç akademik yıldır Lazca öğretimi konusunda bir tecrübesi olan Boğaziçi Üniversitesinin ile Millî Eğitim Bakanlığı ile bir düzenleme yapmasıdır. Anadili Lazca olan İngilizce, Fransızca ve Almanca dersi öğretmenlerinden istekli olanlar bir program çerçevesinde bir aylık yoğun bir eğitim ve öğretimden sonra sertifikalarını da alarak pekâla sınıflarda“Lazca Seçmeli Dersleri” sınıflarda verebilirler. Bu söylediğim yabana atılmamalı. Üzerinde kafa yorulmalı.

Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olmanın sıkıntılarını bu ülkede yıllardır çekiyoruz. Bu konu “Lazca Seçmeli Ders” konusuna da yansıyor. Sosyal medya üzerinden, konuyla ilgili veya ilgisiz birçok kişi birkaç cümlelik fikirlerini yazıyor; işi slogana boğuyor. Bu önemli gelişmeyi önemsizleştirmeye çalışıyor. Her fikir önemlidir. Ancak konuya ve geçmişine ilişkin bilgileri olmayanların klavye şovalyeliğiyle akıl vermeye çalışmaları kuşkusuz katkı değil moral bozucu bir faktördür.

Bugün Kürtçe, Çerkesçe, Abhazca ve Lazca okullarda artık seçmeli ders. Bu yeter, yetmez. Herkes fikrini beyan edebilir. Ancak bu fikir, bilgiye dayanmalıdr. Kürtçe’nin Kuzey Irak’ta özerk bir siyasî yapısı vardır. Üstelik 1970’lerin başlarından beri Kürtçe Irak’ta güvence altındaydılar. Daha Saddam zamanında bile kültürel hakları vardı. Kürtçe güvence altındalar. Çerkeslerin Rusya Federasyonu’na bağlı çeşitli Kuzey Kafkasya Cumhuriyetlerinde özerk yapıları vardır. Çerkesçe, buralarda güvence altındadır. Hem de Sovyet yönetiminden bu yana. Abhazca, Abhazya’nın resmî dili. Bugün pek çok ülke tarafından tanınmasa da Abhazya bir devlet. Abhazca, bu devletin güvencesi altında. Üstelik Abhazca da Çerkesçe gibi Sovyetler Birliği’nin ilk dönemlerinden beri güvence altında. Görüldüğü üzere Kürtçe, Çerkesçe, Abhazca yurt dışında siyasî yapılara sahipler ve şu veya bu şekilde güvence altındalar. Oralarda Radyo, televizyon yayınları var bu dillerde. Okullarda yeterli- yetersiz bu diller kullanılıyor. Gelelim Lazcaya! (İskender Tzitaşi önderliğinde kısa bir süre devam eden dar çerçeveli deneyimi dışarda tutarsak) Lazcanın bugüne kadar resmen tanınmışlığı yoktu. Kurumsal desteği yoktu. Hele hele, Lazcanın yurtdışında ne özerk cumhuriyeti ne de özerk bölgesi vardı.

Lazca ile Kürtçe, Çerkesçe ve Abhazca arasında, bu yukarıda belirttiğim fark konusunda bilgileri olmayanların “Lazcanın Seçmeli Ders” olmasına çeşitli bahanelerle karşı çıkıp önemsiz bir gelişmeymiş gibi göstermeleri, kendileri pek farkına varamasa da cahilliklerinin net bir ifadesidir. Bunların Hopalı Faik Efendi’den de İskender Tzitaşi’den de bihaber olmaları cehaletlerini daha da katmerlendiriyor. Sırf, ben de adımı duyurayım, mantığıyla bu “Lazca Seçmeli Ders” başarısını küçümseyenleri önce bu işlerin geçmişi ve verilen eserleri edinmeye, öğrenmeye, bilgilenmeye davet ediyorum.

Okullara “Seçmeli Lazca Ders” konulması, Hopalı Faik Efendi ve İskender Tzitaşi’nin başlattığı sürecin tekrar işlerlik kazandığının da tescilidir. Yirminci yüzyılın ilk yıllarında başlayan “Laz Rönesansı” kesintilere uğrasa da; Osman Topçuoğlu, Hasan Helimişi, Safiye Topçuoğlu, Şehzat Ayartepe, Fahri Kahraman, Yamakoğlu Yüksel Yılmaz, Mehmet Yavuz Türköz, M. Recai Özgün, Kazım Koyuncu, Nizamettin Alkumru, Abaşişi Nurdoğan Demir  gibi insanların ve adsız neferlerin omuzunda bu günlere kadar hiç etkisini kaybetmemiştir.

Okullarda “Seçmeli Lazca Ders” uygulaması, Laz aydınlarının ilk önemli zaferidir. Bu önemli başarıda ötesinden berisinden desteği olan herkese ayırım gözetmeden müteşekkiriz.

Ali İhsan Aksamaz, yusufbulut.com, 04.09.2013





Oldukça Önemli Bir Gün: Rize/ Fındıklı; 1 Mayıs 2013



Oldukça Önemli Bir Gün: Rize/ Fındıklı; 1 Mayıs 2013


Dünün tarihi 1 Mayıs 2013 idi. Laz Kimlik Mücadelesinde çok önemli bir ilk yaşandı. Laz Aydınları; Lazcanın anavatanında, Lazca pankartlarla, Laz Halk Önderi ve Yazılı Laz Edebiyatının öncüsü İskender Tzitaşi’nin fotoğraflarıyla, Laz sanatçı Hasan Helimişi’nin fotoğraflarıyla yürüdüler. Dün, Laz Aydınları Rize/ Fındıklı’da; tesadüfî olarak değil, iradî olarak biraraya geldiler. Kimliklerinin ve verdikleri kimlik mücadelesinin en önemli unsuru, anadilleri Lazcaya ilişkin Lazca dövizlerle yürüdüler. 1 Mayıs kutlamalarına böylesi bir katılım bir ilktir. Bu katılım, aynı zamanda da Laz Kimlik Mücadelesinde de oldukça önemli bir dönemeçtir.

Kasım 1993, “Ogni Dergisi”nin yayınlandığı tarihtir. Laz Aydınları, “Ogni Dergisi”yle iradî olarak kimlik mücadelesi başlatmışlar ve önemli kazanımlar kazanmışlardır. Kasım 1993, Laz Kimlik Mücadelesi için, Lazcanın geleceğe kurumsal olarak taşınma mücadesinde önemli bir milattır. Aynı şekilde, 1 Mayıs 2013 tarihi de Laz Kimlik Mücadelesinde önemli dönüşümün ve atılımın başlangıcıdır. Demek ki, artık Laz Aydınları yalnızca yayınevi idarehanelerinde, dernek lokallerinde değil, artık panellerde de, meydanlarda da yerlerini alacaklar.

Dün Fındıklı’daki 1 Mayıs kortejinde ve mitinginde Lazca pankartlarıyla yer alan Laz Aydınları, bütün bu güzel gelişmelerin de müjdecisidirler. Laz Aydınlarının, 1 Mayıs’a iradî olarak katılmaları önemliydi. Önemli olan bir konu da, bileşimleriydi. Çok farklı yaş, meslek ve siyasal görüştendiler. Ancak Laz kimliği için, Lazcanın geleceği için, biz de varız, demek için biraraya geldiler. Bu katılımın bir başka önemi de var. Bu mesaj, hem Lazcanın vatanındaki Laz Aydınlarına hem de büyük şehirlerde yaşayan bütün Laz aydınlarına: “Bakın, biz biraraya geldik; birarada durabiliyor ve taleplerimizi dillendirebiliyoruz; birlikte birşeyler yapabiliyoruz. Gelin; sizler de birarada durun! Kolektif duruş, kolektif bilinç ve kolektif mücadele ile hakkımızı, hukukumuzu; kimliğimiz, emeğimizi, doğamızı savunabiliriz!” Bu mesaja kulak vermek gerek.

Aslında Nisan başında da ortak bir duruş sergileyerek, “Laz Aydınları Deklarasyonu”nu yayınladılar. Bu ve 1 Mayıs 2013 önemli bir başlangıçtır.

Geçen yıl, Laz Aydınları olarak; Çerkes, Gürcü ve Laz Aydınlarıyla beraber ortak kortej oluşturmuş ve İstanbul, Taksim Meydanı’nındaki 1 Mayıs kutlamalarına kendi taleplerimizi dillendiren Lazca dövizlerle, Lazca sloganlarla da katılmıştık. Daha önce de Ankara’daki Laz Aydınları da, 1 Mayıs kutlamalarına birkaç kez katılmışlardı. Bütün bunlar çok önemli. Ancak “1 Mayıs 2013- Fındıklı” bütün bunların ötesinde bir anlama sahip.

Fındıklı’daki 1 Mayıs kortejine katılanları, taşıdıkları Lazca dövizleri internet üzerinden gördük; kendileriyle görüştük. Sevindik; o arkadaşlarımızı hemen kucaklamak, bağrımıza basmak istedik, gözlerimiz buğulandı. Mücadelenin esas sahipleri artık meydandaydı.

Bu tür durumlarda hep, kaç kişi oldukları sorulur. Bunun bir önemi yok. Önemli olan, o gün, orada, bir arada ve Lazca sloganlarla olmaktı; arkadaşlar da oradaydı. Fotoğraflardan gördüklerimiz, tüylerimizi diken diken yaptı. Demek Laz Kimliği, Laz Dili sahipsiz değil. Öğrendiğimize göre, arkadaşlar iradî olarak biraraya gelmişler ancak, çok daha önceden fazla hazırlık yapmamışlar. Buna rağmen, çok önemli mesajlar vermeyi başardılar.

Lazca sloganlar içeren dövizleri taşımak; İskender Tzitaşi’nin, Hasan Helimişi’nin fotoğraflarını taşımak Laz kimlik Mücadelesinde de önemli bir duruşu ifade ediyor. Bu 1 Mayıs, kuşkusuz çok tartışılacak, eksiklikler üzerinde de durulacak. Önümüzdeki 1 Mayıslar için önemli bir örnek olacak. Hopalı Faik Efendi, Osman Topçuoğlu, Safiye Topçuoğlu, Fahri Kahraman, Şehzat Ayartepe, M. Recai Özgün, Nurdoğan Abaşişi, Metin Lokumcu, Yaşar Turna, Yüksel Yılmaz Mehmet Yavuz Türköz ve diğerleri. İsak Zivania ve diğerleri. Bütün bu insanlar, bugünkü mücadale ortam ve ruhuna sahip olmamıza katkı sunan insanlar.

“1 Mayıs 2013- Fındıklı”dan Laz Aydınları bir görev çıkarıyor: “İlköğretim okullarında Lazcanın seçmeli ders olabilmesi için, müfredat programını, ders programını kolektif bilinçle hazırlayacağız. Bu müfredatı, programı Talim Terbiye Kurulu’na kolektif bir anlayışla 100 kişiyle sunacağız; takipçisi olacağız. Aynı şekilde Lazca ders kitabını da birlikte hazırlayacağız. Bütün bu işleri hep beraber takip edeceğiz; aynı “Laz Aydınları Deklarasyonu”na imza koyduğumuz ve savunucusu olduğumuz gibi.”

Laz Aydınları, çeşitli konularla farklı düşünebilirler, fakat Laz Kimliğini ve Lazcayı kurumsal olarak yaşatmak ve geleceğe taşımak konusunda beraber durmak zorundadırlar, beraber üretmek zorundadırlar. Birlikte durdukları zaman, bireyciliği ve bireyciliğin ortaya çıkardığı dedikodu kültürünü de kısa sürede ortadan silebileceklerdi. İşte o zaman iş üretiyor olabileceklerdir. Bütün bunlara herbirimiz kafa yormalıyız. İskender Tzitaşi’yi hatırlayalım. Onun, Stalin’e yazdığı mektubu okuyalım. İskender Tzitaşi Paneli’ne ilişkin sesli ve yazılı materyalleri izleyelim, okuyalım. Yaklaşık seksen yıl önce, Laz Aydınları neler yaptılar. Bunların peşinde koşalım; yeni bilgi ve belgeleri ortaya çıkaralım, sahiplenelim. Eleştiriden- özeleştiriden korkmayalım. İşte o zaman İskender Tzitaşi çizgisini yakalayabilir, anlamlı mücadeleler verebilir ve kazanımlar edinebiliriz.

Laz Kimliğini ve Laz Dilini yok sayan bütün resmî ideoloji ve resmî tarih tezleriyle yüzleşmenin de, hesaplaşmanın da, kalıcı kazanımlar elde etmenin tek anahtarı Laz Aydınlarının bir arada durmasıdır.

Dün Fındıklı’daki korteje ve mitinge katılan Laz Aydınları duruşlarıyla önemli barışçı mesajlar verdiler. Bu mesajlara kulak verelim. Dün, onlar bize güzel bir ders verdiler.
Kasım 1993’den sonra, bir başka önemli başlangıça tanıklık etmemizi sağlayan Laz Aydınlarına bin selâm olsun!


 Ali İhsan Aksamaz,yusufbulut.com, demokrathaber.org,  02 Mayıs 2013
           aksamaz@gmail.com


https://www.demokrathaber.org/yasam/findikli-1-mayisinda-lazca-dovizler-h18044.html

https://www.youtube.com/watch?time_continue=17&v=dSVJ9DxDGDU&feature=emb_logo


Birinci Basamak Lazca Dersleri Kursunu Tamamladık




Birinci Basamak Lazca Dersleri Kursunu Tamamladık


2012 ’nin Yaz mevsimiydi. Bir gün telefonum çaldı. Telefondaki kişi, adının Pınar Bayraktar olduğunu, Kadıköy Aka-der’den aradığını söyledi. Benim telefon numaramı bir arkadaşından aldığını belirtti. Benimle bir konuyu görüşmek istediğini ve müsait olup olmadığımı sordu. Müsait olduğumu söyleyince “Lazuri Mektebi” için bir projeleri olduğunu, böyle bir projeye katkı sunup sunamayacağımı sordu. Ciddî, uzun soluklu, Laz dili ve kimliğine katkı sunacak her çalışmaya, teklif kimden gelirse, gelsin hazır olduğumu belirttim. Pınar Bayraktar,  önce “Lazlar Belgeseli”ni izleyip ardından da Lazlar hakkında bir söyleşi yapıp yapamayacağımızı sordu. Ben kendisine hemen itiraz ettim. Birkaç sebebim vardı. İlki; “Lazlar Belgeseli” adlı çalışma bir çok açıdan hoşuma gitmemişti; eleştirilecek ve eleştireceğim çok yönü vardı. İkincisi; bu belgesel uzundu. Böyle bir belgesel sonrası söyleşi yaparsak, kimsede ne bu söyleşiyi yapacak ne de dinleyecek hal kalırdı. Belgesel izlemeye itiraz ettim. Bunun üzerine  Pınar Bayraktar, kitaplarımdan haberdar olduklarını ve kitaplarım konusunda bir dizi söyleşi önerdi. Buna da hemen itiraz ettim. Kitabı, isteyenin okuyabileceğini söyledim. Konu kapandı.

            Bir süre sonra Pınar Bayraktar tekrar aradı. Benim “Lazuri Mektebi”de bir çalışma yapmamı yine gündeme getirdi. Sonuçta bir gün Galatasaray Lisesi önünde telefon marifetiyle buluştuk ve hemen yakındaki bir arkadaşının ofisine gittik. Kısa bir sohbetten sonra, “Lazuri Mektebi”de Lazlara ilişkin bir aktivitede bulunmak istediklerini, ancak bunun ne olabileceği konusunda benden yardım istedi. Tekrar “Lazlar Belgeseli” ve benim kitaplarım üzerinde bir söyleşiyi gündeme getirdi. Ben, bu konulara sıcak bakmadığımı ifade ettim. Ancak Lazca temel dersleri verebileceğimi söyledim. O gün böylece “Lazuri Mektebi”de Lazca dersler vermem konusunda mutabık kaldık. Haftada bir gün, Pazar günleri, sabah 10:00 gibi derslere başlayacak ve saat 15:00 gibi de dersleri bitirecektim. Bu konuda anlaştık. Ders materyallerini ben hazırlayacaktım.  Ders gününü de tespit ettik: 14 Ekim 2012, Pazar. Pınar Bayraktar, Bu kurslardan ne kadar para talep ettiğimi sordu. Ben de kendisine bu işleri para için yapmadığımı, bu sebeple de kendilerinden herhangi bir para talep etmediğimi belirttim. Nitekim kursun başladığı günden bugüne kadar aramızda paraya dayanan bir ilişki olmadı.

 Ben,  14 Ekim 2012, Pazar gününden bugüne, yani 12 Mayıs 2013 Pazar gününe kadar, benden kaynaklanmayan birkaç erteleme dışında her Pazar günü Kadıköy Aka-der/ “Lazuri Mektebi”de aksatmadan ve planlı ve hazırlanmış olarak Lazca dersleri verdim.

            Derslere başlamadan önce, “Lazuri Mektebi” de ders vermem konusunda hem Mustafa Çupina ve hem de İsmail Avcı’ya görüşlerini sordum; danıştım. Konuya olumlu baktıklarını söylediler. İlerliyen zaman diliminde, Pınar Bayraktar, beni kendilerine Selma Koçiva’nın tavsiye ettiğini ve bu işi en iyi benim yapacağımı da kendilerine onun söylediğini bana aktardı. Bunları söylemek pek hoşuma gitmiyor, ancak aydın sorumluluğumun gereği paylaşmak durumundayım. Aka-der’de Lazca ders verdiğim için, feysbuk üzerinden eleştiri dozunu aşan bazı haksız ithamlara da uğradım; hedef gösterildim. Bunların sebebini düşünmedim; kafa da yormadım. Cevap verme ihtiyacı da hissetmedim. Güzel bir çok de gelişme yaşandı kuşkusuz. Lazca.com, Laz diline yaptığımız katkıların farkına varmış olmalı ki, bizi 24 Kasım 2012 tarihinde yılın Lazca öğretmeni seçti; teşekkürler.

Neredeyse 30 yıl oluyor, İngilizce öğretmeniyim. İtalyanca dersler verdim. Ancak Lazca ders verme konusunda hiç tecrübem yoktu. Bu sebeple çok heyecanlıydım; titizlendim; uykularım kaçtı!  Çünkü ortada ne dersin verileceği bir müfredat ne de bir kitap vardı. Benim ders verdiğim dönemlerde İsmail Avcı da Kalkedon’da Lazca derslere başladı. Onun bilgi ve tecrübelerinden faydalanmak istedim; kısmen onun dersleri nasıl verdiği konusunda bilgi edindim. Kimi ders materyallerini benimle de paylaştı. Kimi zaman Mustafa Çupina’ya da bir eğitimci olması sebebiyle danıştım. En büyük desteği Munir Yılmaz Avcı’dan  gördüm. Kendisi Kocaeli’de kurulu bulunan  “Laz Kültür ve Dayanışma Vakfı”nın çiçeği burnunda başkanıdır.  Zaman zaman babam Faik Aksamaz’a danıştığım konular oldu. İngilizce Kursundan öğrencim ve dostum Murat Karadeniz’e de danıştım; yardımlarını unutamam.

Bu yaklaşık altı aylık süre içinde on kadar öğrencim oldu. Bunlardan bazıları çeşitli zamanlarda birkaç kez derslere katıldılar. Bu derslere her zaman hazırlıklı girdim. Bu sebeple de elimde zengin bir ders materyali oluştu. Önümüzdeki günlerde bu ders materyallerini gözden geçireceğim. Derslerde eksik kaldığını düşündüğüm yönleri, eksiklikleri tamamlayacağım. Sonunda da  “Temel Lazca Dersleri” adıyla bir Lazca ders kitabı hazırlayacağım.  Lazika Yayın Kolektifi’nden İsmail Avcı da bu kitabın kolektiften çıkabileceğini  birkaç kez ifade etti. Bu kitap çalışmasından ve tekliflerden  Pınar Bayraktar haberdardır. Kitabı kendilerinin yayınlayabileceğini söyledi. Kendilerinden yazılı teklif  beklediğimi kendisine aktardım; yineliyorum.

Derslerde neler yaptık? Her hafta çalıştığımız konuların fotoğraflarını, konu başlıklarını faysbuktan paylaştım. Bunlarla ilgili de aşağıdaki linkteki klibi hazırladım. Hangi konulara değindiğimizi oradan görebilirsiniz. Oradan derslerde yalnızca şarkı öğrenmediğimiz anlaşılacaktır. Evet; on civarında da Lazca şarkı öğrendik.

“Lazuri Mektebi”de yalnızca Lazca öğrenmedik, öğretmedik. İki önerim oldu: Biri bir fanzin, diğeri ise bir panel. Her ikisini de kolektif dayanışmayla gerçekleştirdik. “Lazuri Kiana- Lazuri Mektebişi Noç’arepe” adıyla bir sayı fanzin yayınladık. Fanzin iki dilli oldu: Lazca ve Türkçe. “Çki Mi Voret?” ( Biz Kimiz?), “Lazepe Mi Renan?” (Lazlar Kimdir?), “Biografia: Xopuri Faik’ Efendi” ( Biyografi: Hopalı Faik Efendi), “Supara: Guroni Ar Lazi Oxorca” ( Kitap: Yürekli Bir Laz Kadını: Bedia Hala), “Lazuri T’elevizia/ Lazuri Enst’it’u/ Oxesapuşi Supara/ Cumaloba” ( Lazca Televizyon/ Laz Enstitüsü/ Matematik Kitabı/ Kardeşlik) bu fanzinde değindiğimiz konulardı.

“İskender Tzitaşi’den Günümüze Lazca Anadil Eğitimi” başlıklı paneli 14 Nisan 2014 Pazar günü gerçekleştirdik. Bu konuda, İrfan Ç. Aleksiva ile Laz Kimlik Mücadelesinin önemli ismi Laz Halk Önderi İskender Tzitaşi’nin  ilk kez bu boyutta ele alınmasına katkı sunduk. Pınar Bayraktar, panel konuşmalarının kitap haline getirileceğini belirtti.

Bugün, benim için duygu yüklü bir gündü. Kursumuz bitti. Kursiyerlerimze kursun bir nişanesi olarak sertifikalarını takdim ettim. Fotoğraflar çekildik. Vedalaştık. Birbirimizden çok öğrendik. Şimdi tatile girdik. Ekim 2013 gibi yeni dönemde derslerimize kaldığımız yerden devam etmeyi düşünüyorum. Kendilerini şimdiden çok özlüyorum.

Ali İhsan Aksamaz, yusufbulut.com,12 Mayıs 2013






Acilen “Türkiyenin Anadilleri Kurumu”nu Oluşturulmalı





Acilen “Türkiyenin Anadilleri Kurumu”nu Oluşturulmalı  



Geçtiğimiz ay, önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve hem ardından da Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in Lazca’nın da aralarında bulunduğu anadillerimize ilişkin açıklamaları medyada yer aldı. Lazca’nın da seçmeli dersler arasında yer alacağı duyuruldu. Bütün bu açıklamaların hemen ardından da medyada bir tartışma başladı. Kimileri hükümetin anadillerimize yönelik “seçmeli ders” yaklaşımının yanlış olduğu söyledi;  anadillerimizin “zorunlu ders” kapsamında olması gerektiğine vurgu yaptı. Kimileri de “Anadili Öğretimi/ Eğitimi” değil  “Anadilde Öğretim/ Öğretim”  yapılmasının daha doğru olacağına yönelik bir yaklaşım sergiledi. Ben bu konularda bir değerlendirme yapmak istemiyorum. Çünkü bu işlerin nasıl olacağına ilişkin somut bir açıklama ve bilgiye sahip değiliz.

Hükümet; Lazca gibi, Abazaca gibi, Çerkesçe gibi, Gürcüce gibi anadillerimize sahip çıkmalıdır. Anadillerimizin geliştirilip kurumsallaştırılmasını ve yaygınlaştırılmasını desteklemelidir. Bu, devletin görevi  ve sorumluluğudur. Bütün bunları söylemekte haklı sebeplerim var.  Biz bu sınırlar içinde yalnızca vergi ödemiyoruz;  yalnızca askerlik yapmıyoruz. Bizim dedelerimiz de emekler vererek, terlerini dökerek, kanlarını akıtarak  bizlerin anadil haklarının bedelini çok önceden fazlasıyla ödediler. Çoğu doğru dürüst Türkçe bilmiyordu.  Ancak onların çocukları, okullarda anadil dersleri okumak şöyle dursun, kendi anadillerini konuştukları baskı ve şiddetle karşılaştılar; travmalar yaşadılar. Kimlikleri yok sayıldı; anadilleri yok edilmeye çalışıldı.

 Lazların Doğu Karadeniz Bölgesinde tarihsel olarak yerlisi oldukları ve yoğun olarak yaşadıkları yörelerdeki okullarda ve yine toplu olarak yaşadıkları ve “93 Muhaciri Köyleri “olarak bilinen Batı Marmara Bölgesinde,  çeşitli yörelerdeki okullardaki öğrencilerin düzeylerine göre;  Lazca anadil sınıfları oluşturulması, buralarda Lazca anadil okutulması, Lazca drama dersleri ve Lazca müzik dersleri  verilmesi;  TRT’nin haberler ve belgeseller dahil Lazca radyo ve televizyon yayınlar  yapması;  Kültür Bakanlığının Lazca masal kitapları, Lazca çizgi filmler ve Lazca şarkı kasetleri  yayınlaması; Halk Eğitim Merkezlerinde de isteyenlere Lazca dil ve Lazca drama dersleri  verilmesi ve  Lazca şarkı koroları oluşturulması bir bütünlük içinde değerlendirilmelidir.

 Bütün bunların hangi kurum/lar eliyle ve  hangi “yetişmiş personel” ile gerçekleştirileceğine kafa yorulmalıdır. Bütün bunlar hangi maddi kaynak ile desteklenecek?! Bence bütün mesele  bu! Bu meseleyi de ancak isterse devlet çözebilir. Öncelikle Kültür Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı ile koordineli çalışacak bir “Türkiyenin diğer Anadiller Kurumu” oluşturulmalı. Lazca gibi anadilleri burada temsil edilmeli. Her anadilinin bir çalışma komisyonu oluşturulmalı. Bu komisyon, o anadilleriyle ilgili çalışmaları olan kişi ve bu alanda çalışan dernek temsilcilerinden oluşmalı. Örneğin,  oluşturulmasını önerdiğim “Türkiyenin diğer Anadiller Kurumu”nun “Lazca Komisyonu” neler yapabilir?! Öncelikle yirmi yıldır Türkiye’de kullanılan ve genel kabul görmüş alfabe ile on bin kelimelik standart  Türkçe-Lazca, Lazca-Türkçe bir sözlük hazırlayabilir. Lazca Masal kitaplarını baskıya hazır hale getirebilir. Okullardaki Lazca anadil dersleri için kitaplar hazırlayabilir. Lazca drama dersleri materyallerini hazırlayabilir. Lazca halk şarkıları kataloğu hazırlayabilir. Radyo ve televizyonda Lazca haber, belgesel vb. hazırlayacak ve sunacak personeli yetiştirebilir. Bütün bunların gerçekleştirilebilmesi en fazla üç ay alır. Biz Laz aydınları bu alanda yirmi yıldır çalışıyoruz. Bu görevleri üstlenecek bilgi, deneyime ve ilişkilere sahibiz.

Hükümetin, özerk yapıdaki “Türkiyenin diğer Anadiller Kurumu”nu oluşturması ve maddi destek sağlamasıyla anadillerimizin geleceğe kurumsal olarak taşınmasının önündeki engeller büyük kaldırılmış olacaktır. İsrail’deki iki Çerkes Köyünü hatırlayalım. İsrail, bu sorunu çözebilmişse, Türkiye de çözebilir. Konu, ehil ellere teslim edilmeli.


Ali İhsan Aksamaz, yusufbulut.org, Lazca.org, 11. 07. 2012
https://www.youtube.com/watch?v=OQ7foG5OybI
https://www.youtube.com/watch?v=pjqAlo5ZAMk

Hopa ve Lazları Anlatan Bir Kitap: Bedia Xala





Hopa ve Lazları Anlatan Bir Kitap: Bedia Xala


Son Okuduğum kitap, “Bedia Xala/ Guroni ar Lazi Oxorca” (Bedia Xala/ Yürekli Bir Laz Kadını”). Kitabın yazarı Selma Koçiva. Kitap, yakın zaman önce “Kaldıraç”tan çıkmış. Anı türündeki bu kitap, başlığından da kolayca anlaşıldığı üzere bizlere bir Laz kadınının hayat mücadelesini anlatıyor. Kitabın en önemli özelliği, Bedia Hala’nın şahsında, aslında Lazların yüzyılı aşkın geçmişlerine de  ışık tutulması. Lazların yerlisi oldukları coğrafyadaki üretim, mülkiyet, paylaşım ilişkileri hakkında önemli bilgileri aktarıyor. Kitap, Rusya Lazistanı ve Lazları hakkında da bizleri bilgilendiriyor. Birden gözümüzün önüne gurbete çıkan Laz gençleri geliyor. Gurbet yani ekmek parası. O zamanlar gurbet, bizimkilerin “Rusye” dedikleri, Çarlık Rusyası içindeki kentler: Batumi, Anaklia, Poti, Zugdidi, Sokhumi, Oçamçire, Guadauta. İstanbul henüz o kadar gurbet değil o sıralar.

            Lazlar; Osmanlı-Rus ve Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından ve sonraki gelişmelerden hem ekonomik hem de kültürel olarak en çok etkilenen hem Doğu Karadeniz ve hem de Güney Batı Kafkasya’nın küçük halklarından. Önce imparatorluklar, ardından da emperyalistler arası didişme ve çatışmalardan Laz halkı çok çeker. Selma Koçiva usta ve kıvrak kalemiyle, Bedia Hala’nın ağzından çıkanları bizlere tek tek aktarıyor. Yazdıklarının her satırıyla bizleri adeta o günlere götürüyor. O günlerin acılarını gözlerimizin önüne seriyor. Yalnızca yazdıklarında acıyı değil, umudu da görüyoruz.

            Kitapta açıkça görüyoruz ki, Laz halkı CHP’nin Millî Şefi İsmet İnönü’yü hiç sevmiyor. Kıtlık ve karne yıllarını unutmuyorlar. Baskı ve zulümü de. Millî Şef İsmet İnönü’nün, iktidarını korumak için  ABD ile açık ve gizli askeri, siyasi, kültürel ve ekonomik kölelik anlaşmaları imzalamasını da hiç unutmuyorlar. ABD ile kölelik ilişkilerinin DP ile değil Millî Şef İsmet İnönü’nün CHP’si ile başladığını çok iyi biliyorlar. Lazca’nın konuşulmasının engellenmesinin bile Millî Şef İsmet İnönü döneminde yoğunluk kazandığını hatırlıyorlar. Okullarda Lazca konuştu diye şiddete maruz kalan ve hayatları boyunca unutamadıkları Laz çocuklarının elleri hem bu dünyada hem de öbür dünyada Millî Şef İsmet İnönü’nün yakasında olacak. Buna eminim. Bedia Hala’nın anlattıkları, bizleri Millî Şef despotizminin karanlık yıllarının girdabına götürüyor ve geçmişin gerçeklerini görmemiz için bizi adeta sarsıyor; hırpalıyor.

            Bedia Hala, yalnızca kendi yaşadıklarını bizlerle paylaşmıyor. Büyüklerinin kendisine anlattıklarını da bizlere aktarıyor. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Rus askerlerinin işgal ettikleri Doğu Karadeniz yöresinde Lazlara nasıl davrandıklarını konusundaki tanıklıkları da aktarıyor: “Bizim Lazlar, ‘Rus askeri için, yardım etmeyi seven, insana eziyet etmeyen askerlerdir.’ derdi.” Bu Rus askerlerinin hepsinin Rus olmadığını içlerinde  farklı Çarlık Rusyası halklarından, Megrellerden de askerler bulunduğunu hatırlamak gerek! Çarlık Ordusu’nun Lazlar konusunda hassas davrandığına kuşku yok.

            O zamanlar Azlağa  oldukça önemli bir köydür. Burada bir Rüştiye Mektebi bile vardır. Bu köyden bir çok önemli insanının çıktığını biliyoruz. Bugünün Gürcüstan’ı, Abkhazya’sı, Batumi’si Günümüz Türkiyesi Lazlarının o zamanlar çalışmak için gittikleri yegâne yerler arasındaydı. Zaten gittikleri yerlerin yerli Lazları olsun ve hıristiyan kardeşleri Megreller olsun oralarda yabancılık çekmemelerinin bir başka sebebiydi.

            Selma Koçiva da Lazca yasağına da dikkat çekiyor. Bu konuyu mutlaka bir kitap çalışması olarak işleyeceğinin müjdesini veriyor. Lazca konuşma yasaklarının  Millî Şef İsmet İnönü’nün başının altından çıkan melânetlerden bir tanesi olduğuna kuşku yok. Zira; Sokhum’da Lazca olarak yayınlanan “Mç’ita Muru3xi” (“Kızıl Yıldız”) adlı Lazca gazetenin Türkiye’ye girişini yasaklayan bakanlar kurulu, İsmet İnönü’nün başbakanlığında görev yapıyor. Başarılı oldular mı?! Hayır! Pedagojik sorunlar yarattılar. Kendisine ve çevresine başkalaşan ve yabancılaşan bir insan türü yaratmayı amaçladılar. Millî Şef İsmet İnönü’nün despot politikaları, ülkeyi kıtlığa götürmekle kalmadı, ülkenin kültürel ve dilsel zenginliğini de yoketmeyi amaçladı. Türkiye’yi önce Almanlara, sonra da ABD’ye köle haline getirdi. Bu söylediklerimizle ilgili olarak çok uzağa gitmeye gerek yok. O yıllarda yayınlanan yerel gazetelerin arşivlerinde yapılacak kısa bir gezinti Millî Şef İsmet İnönü iktidarlarının ne kadar ceberrut olduğunu çok açık bir şekilde gözler önüne serecektir. Bu konuda Cumhuriyet Gazetesi de önemli bir arşive sahip. Güneş balçıkla sıvanmıyor. Bu anlayış; ekonomik, sosyal, kültürel alanda binlerce yılda yoğrula yoğrula Anadolu’da ortaya çıkan sosyolojik yapıyı darmadağın etmeye çalıştı. Günümüz Türkiye’sinde hayatın hemen her alanındaki çarpıklığın arkasında, Millî Şef İsmet İnönü’nün temsilcisi olduğu anlayış yatıyor.

            Selma Koçiva önemli bir tespitte bulunuyor:
 “Cumhuriyeti kuran Kemalistler, bütün memlekette, Türkçeyi Latin harfleriyle yazmayı yürülüğe koydular da, diğer dillerin yazılmasına dair bir kaygıları olmadı. Bir yandan okuma ve yazma sevgisini geliştirdiler, diğer yandan anadillerin yasak olduğu okulları da yarım aydınlıkta bıraktılar.”

            Selma Koçiva’nın bir başka vurgusu da çok önemli. Seksen yıl önce okullarda Türkçenin yanısıra yöresine göre diğer anadillerde, Laz çocukları için Lazca anadil dersleri olsaydı, bugünkü Türkiyenin bugünkünden farklı olacağına hiç kuşku yok. Ancak emperyalizmle uzlaşmış bir CHP’nin bunları yapması acaba mümkün müydü?!

            Bedia Hala’nın anlattıklarını Selma Koçiva’nın kaleminden büyük bir keyifle okurken birden eski Hopa canlandı hayal dünyamda. Başkalarının anlattıklarını, yazdıklarını hatırladım.  Birden Münir Yılmaz Avcı’nın 2005 Ağustos’unda tam da Azlağa önünden geçerken,  sahil yolunda söylediklerini hatırladım. Taksideydik.Sarp’a gidiyorduk. Batum’a, Zugdidi’ye, Tiflis’e gidecektik: “Bak Ali İhsan,” dedi; “ Azlağa’dan  buraya kadar çıplak ayakla gelirdik. Lastik pabuçlarımız ise koynumuzdaydı. Hemen burada, şu çeşmenin yanında  giyerdik. Eskimesin diye. Yokluk yıllarıydı.” Evet, Yokluk yılları. Kıtlık Yılları. O günlerin Hopa’sı, günümüzün Hopası.

Hopa denince aklımıza Lazlar gelir. Lazca gelir. Artvin’de Gürcüler de yaşar. Gürcüce de.  Hemşinliler ve Hemşince de. Neden bilmem?! Aklıma geldi! Kısaca değineyim. Önce hatırlatayım: Hopa ve Lazca! Nedense aklıma “Sonbahar” filmi geldi! Senaryosunu Özcan Alper’in yazdığı film. Yönetmeni de Özcan Alper. Film Türkçe. Ancak filmde Gürcüceye de, Hemşinceye de yer vermiş senarist. Nedense Lazcayı görmemiş, görmek istemememiş; yok saymış. İlginç! Özcan Alper’in Lazcayı Hopa’da yok sayması ne kadar ilginçse, Mahsun Kırmızıgül’ün günümüzün TV dizisi “Benim için Üzülme”de Lazcaya yer vermesi de bir o kadar ilginç ve yerinde ve doğru bir yaklaşım. Mahsun Kırmızıgül’ün Hopa’sı tam da Bedia Hala’nın Hopa’sına dikkat çekiyor.  Özcan Alper’in “Sonbahar”ı, Lazcayı yok sayışıyla Millî Şef İsmet İnönü’nün despotizm yıllarını hatırlatıyor bana. Özcan Alper’in Hopa’da Lazcayı görmemezlikten gelmesi ise, Laz çocuklarına Lazcayı yasaklayan despot öğretmen tavrını çağrıştırıyor. Film kahramanın kendi geçmişine ilişkin pişmanlıklarıyla kendi kendini yemesi ise, Özcan Alper’in bir başka talihsizliği.

            Bedia Hala, Lazların ve yöre insanlarının yaşantı ve üretimlerine ilişkin ipuçları da veriyor. Lazca Yer adları, Lazca sebze ve meyve adları.. İmeceler… Ölüm ve ağıtlar.. Selma Koçiva’nın kaleminden işlemeyi bilenler için zengin bir etnografik malzeme sunuluyor. Lazcanın zenginliğine de dikkat çekiyor Bedia Hala. “Ogni Dergisi”nden de haberdar ve öneminin bilincinde. Günümüz Laz gençlerinin Lazcalarına, kimliklerine, doğalarına sahip çıkışlarıyla gurur duyuyor.

            Bedia Hala, Özcan Alper gibi yapmıyor. Komşularını görmemezlikten gelmiyor. Hemşinlileri de anıyor. Hemşinceyi de. Tam bir enternasyonalist gibi davranıyor. Başka halkları yok saymak için şark kurnazlıkları sergilemiyor. Ölümüne çok az kalmış hasta karekterler ardına saklanmıyor. Lazı ile, Gürcüsü ile, Hemşinlisi ile, Türkü ile  kardeşleşme diyor. Oratk vatan diyor. Birlikte üretim ve adaletli paylaşım diyor. Ac ve açıkta kimsenin kalmayacağı bir ülke diyor. Türkçe ortak anlaşma dilimiz. Lazca da yaşasın. Gürcüce de. Hemşince de. Böyle düşünüyor Bedia Hala. Bu mesajları veriyor. Duygu sömürüsü yapmıyor. Gerçekliği olduğu gibi tarihe kaydettiriyor. Bir kez daha tekrarlayayım: Halkların kardeşleşmesine katkı sunuyor.

Bedia Hala, Yöredeki sosyal uyanış ve hak mücadeleleri konusunda da duyarlı. Her milliyetten insanın hak mücadelesinde dayanışmasına önem verir. Dinsel farklılıkların önemli olmadığına da özel bir vurgu yapıyor. Mustafa Suphilerin, Osman Topçuoğullarının TKP’si ve birinci TİP’e ilişkin kimi tanıklıkları da anlatıyor.

Hopa; ilk Lazca alfabeyi hazırlayan Faik Efendi’nin de, Lazcanın şairi ve ressam Hasan Helimişi’nin de, Laz şarkılarının sesi Kâzım Koyuncu’nun da, anadili Lazca olan Metin Lokumcu’nun da memleketi. Lazları ve Lazcayı yok saymak bu insanları da yok saymaktır. Faik Efendi, Hasan Helimişi, Kâzım Koyuncu, Metin Lokumcu olmadan Hopa nasıl fakir kalırsa, Lazlar ve Lazca olmadan da Hopa yine fakirleşir ve çoraklaşır. Lazlar, kardeşleşmenin ve birlikte yaşamanın gerçekte çimentosudur. Bunu görmek birilerinin işine gelmese de gerçeklik budur!

            Kitabın en önemli özelliği yarıya kadar Türkçe olması. Diğer yarısı ise, Lazca. Açıkça belirtmeliyim. Ben öncelikle kitabın Lazca bölümünü okudum. Bedia Hala’yı öncelikle Lazca üzerinden anlamaya çalıştım; büyük bir haz aldım. Resmi ideoloji ve resmi tarih tezlerinin inkâr-imha- asimilasyon politikalarına karşı Lazcanın hâlâ direndiğini görmek bizler için büyük bir sevinç. Eğer bu ülkede hâlâ Lazca yazılıyor ve konuşuluyorsa, bu önemli bir olgudur. Görmeyen gözlerin Lazcayı görmesi, duymayan kulakların Lazcayı duyması gerekir.

            Kitabın Lazca bölümüne Münir Yılmaz Avcı, büyük katkı sunmuş. Bu anlamda kitap tam da bir kolektif çalışma. Kitabın sonunda Bedia Hala’nın ve yakınlarının fotoğraflarının yer aldığı bir de albüm var. Kitaba Güler Günerhan, Ayfer Küçükali de anlamlı katkılar sunuyor. Nizamettin Alkumru’yu anıyoruz burada.

Kaldıraç Yayınevi, “Halklar Dizisi”nden bir “Selma Koçiva Kitaplığı” oluşturmuş. “Bedia Hala”, bu serinin ilk kitabı. Kitabın editörlüğünü Mehmet Deniz Bölükbaşı; kapak tasarımını Mehmet Aytek Yıldırım; baskı öncesi hazırlığı ise, İlknur Kavlak ve İdil Özkurşun yapmış. Grafik uygulama ve baskı işlerini ise, Kayhan Matbaası üstlenmiş. Kitabın bizlere ulaşmasına kadar katkı sunan, emek veren herkese şükranlarımızı sunuyorum.

Kitap; içeriği, Lazcası ve albüm bölümüyle bir dönemi ölümsüzleştirmekle kalmıyor. Laz insanlarının anı türünde yapacakları çalışmalara da örnek teşkil ediyor. Selma Koçiva’nın anı türünde de kaleminin ne kadar güçlü olduğunu burada görüyoruz. Bu bilge Laz kadınının bu alandaki çalışmalarının da devamını diliyorum.


 Ali İhsan Aksamaz, yusufbulut.com 07. 12. 2012


“Lazuri Notkvame/ Lazca Deyimler ve Atasözleri”




“Lazuri Notkvame/ Lazca Deyimler ve Atasözleri”




Bu makalemde sizlere Lazca üzerine yapılmış bir diğer önemli ve değerli çalışmadan bahsedeceğim:  “Lazuri Notkvame”  Lazca Deyimler ve Atasözleri). Kitap, Kâmil Aksoylu adıyla “Genesis Kitap”dan yayınlanmış. Hatırlanacağı üzere, aynı yazar adıyla bir başka çalışma da birkaç yıl önce “Laz Kültürü” başlığıyla “Phoenix Yayınevi”nden yayınlanmıştı. Kâmil Aksoylu, her iki çalışmasıyla Lazcayı hor gören Kemalist Burjuvazinin resmî ideoloji ve resmî tarih tezleriyle yüzleşiyor.


Kâmil Aksoylu,  1920’li yılların ikinci yarısından itibaren Kemalist burjuvazinin Laz kimliğini, Lazları ve Lazcayı yok sayan anlayış ve yok etmeye çalışan  uygulamalarını açığa vuruyor. Kamil Aksoylu her iki çalışmasında da adeta haykırıyor:  “Lazlar vardı. Lazca vardır. Laz kimliği vardır.  Lazlar ve Lazca Doğu Karadeniz ve Güney Kafkasya’nın kadim halkı ve dilidir.”

            Kâmil Aksoylu, Sovyetler Birliği Lazlarının bir zamanlar sahip oldukları “Kültürel Haklar”a da vurgu yapıyor. Sovyetler Birliği’ndeki Laz anadil okulları direktörü İskender Tzitaşi’yi okuyucusuyla tanıştırıyor. Yine aynı dönemde Lazca olarak yayınlanmış “Mçhita Murutskhi”  adlı gazeteyi ve Laz okullarında okutulan ve  benim kendi imkânlarımla İstanbul’da 1994’de yayımlattığım  (“Alfabe”) “Alboni”yi tanıtıyor; bir döneme dikkat çekiyor.

 Kâmil Aksoylu, Sovyetler Birliği Lazlarının kimliklerinin tanındığı, “Kültürel Haklar”ının bulunduğu yıllarda yapılan çalışmalara vurgu yaparken, yanlızca akademik niyetlerle yapılmış “Contes Lazes”e de dikkat çekiyor. Kuşkusuz Sovyet Lazları Halk Önderi ve partili İskender Tzitaşi ile “Contes Lazes” adlı Lazca masal derlemesini yapan Katolik dilbilimci Georges Dumézil’i kıyaslamak doğru bir davranış değildir. Georges Dumézil, bir dilbilimcidir ve onun için Lazcanın yaşayan veya ölmekte olan bir dil olduğunun bir önemi yoktur. O bir akademisyen olarak, akademik duyarlılıkla hareket etmiştir. Oysa İskender Tzitaşi, Laz kimliğinin, Laz dilinin yaşaması için emek mücadelesi vermiş komünist ve partili bir halk önderidir. Kâmil Aksoylu da her iki adı, her iki adın çalışmalarını da kuşkusuz  bu anlamda değerlendirmektedir.

Kâmil Aksoylu, “Lazuri Notkvame” ( Lazca Deyimler ve Atasözleri) adlı çalışması, Xasan Cavidi’nin “Çkuni Nena” (“Bizim Dilimiz”) başlıklı şiiriyle başlıyor. Kitabını, tüm bildiklerini öğrendiği  kendi annesine ve bütün annelere adıyor. “Sunu”, “Anneme Dair”, “Önsöz” gibi bölümülerden sonra Lazca kısaca tanıtılıyor. Lazcanın konuşulduğu yerler ve Latin alfabesine dayanan Laz alfabesi hakkında bilgi veriliyor.

Türkiye’de 1920’li yılların ikinci yarısından itibaren Laz kimliği reddedildi. Lazca yok sayıldı; yok edilmeye çalışıldı.  Laz çocuklarının okullarda Lazca konuşmaları engellendi. Lazca konuşanlar şiddete maruz kaldı. Lazca okul yok. Lazca kitap yok. Lazca konuşmak yok. Resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri aralıksız çalıştı. Lazcayı tamamen yok edemedi. Ancak deforme etmeyi başardı. Lazca konuşma yasakları ve Lazca eğitim- öğretim olmaması Lazcayı geriletti. Lazca ağızlar arasındaki farklılıklar daha fazla arttı. Lazcanın düşmanları, bütün bu uygulamaların sorumlusu olarak siyasî iktidarları suçlamak; Kemalist Burjuvazinin uygulamalarını açığa vurmak yerine, anne-babaları çocuklarına Lazca öğretmemekle suçladılar. O zaman Kâmil Aksoylu, böyle ciddî bir çalışmayı yürütecek kadar Lazcayı nereden öğrendi?! Lazcanın düşmanları, hep Lazcadaki ağız farklılıklarını dile getirdiler; abartılar.  Kemalist Burjuvazinin uygulamalarını görmek istemediler; yüzleşmeye cesaretleri yoktu. Yarı aydınlar, Lazcanın Rusca, Osmanlıca, Rumca’nın etkisinde kaldığını da iddia ettiler. Oysa kastettikleri Lazcadaki Rusca, Osmanlıca ve Rumca kelimelerdi. Lazcayı, önemsiz bir dil göstermek isteyenlere çanak tuttular. Lazcanın düşmanları dün de vardı; bugün de. Kimlik mücadelesi ile akademik çalışmaları birbirinden ayırt etmekten aciz kimi yarı aydınlar cehaletleriyle Lazcanın, Laz kimliğinin düşmanlarının da ilham kaynağı oldular. Ama Kâmil Aksoylu, bütün bunaların farkında. Bu çalışmaları kaleme almakla da Laz kimliğinin ve Laz dilinin düşmanlarına cevap veriyor; farkındalık yaratıyor.

Kitabın 61. sayfasında “Lazca Deyimler”, 187. sayfada da “Lazca Atasözleri” başlıyor. Kâmil Aksoylu gerek deyimleri gerekse de atasözlerini alfabetik sırayla veriyor. Kâmil Aksoylu, oldukça kıymetli olan “Lazca Deyimler” başlıklı bölümde Lazca deyimleri ve Türkçe karşılıklarını vermekle yetinmiyor, bu deyimlerlerin kullanıldığı Lazca cümleler ve onların da karşılığı olan Türkçe cümleleri veriyor. Kitap bu yönüyle oldukça faydalı.  

Lazca, binlerce yıllık bir dil. Ancak ne var ki, sahip çıkılmazsa ölecek. Biz, bunu UNESCO söylediği için değil, bizzat yaşadığımız için biliyoruz. UNESCO’yu referans alacak kadar saf değiliz.  UNESCO’nun emperyalist- kapitalizmin kuruluşu “BİRLEŞMİŞ MİLLETLER”in “şeker yüzlü” suç ortağı olduğunu biliyoruz. Buna rağmen, UNESCO’yu ciddiye almak Stockholm sendromuna tutulmaktır.   

Bir dille yazılmazsa, çizilmezse; bir dille eğitim-öğretim olmazsa; bir dille radyo- televizyon yayınları olmazsa; bir dille tiyatro- sinema yapılmazsa; bir dille hikâyeler- romanlar yazılmazsa, o dil ölür. Kâmil Aksoylu’nun bu çabası, işte tam da bu anlayışla bakıldığı zaman daha da bir önem kazanıyor. Kâmil Aksoylu, Lazcanın  ölmesini istemiyor.

  “Lazuri Notkvame”,  Laz halkının üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkileri içinde binlerce yıldan günümüze getirdiği, Lazca deyimler ve atasözlerinden bir kısmını bizlere aktarıyor. Kuşkusuz  Lazca deyimleri ve atasözleri kitapda yer aldığı kadar değil. Kâmil Aksoylu, duyarlılığı ve kişisel çabasıyla ancak bu kadarını yapabilmiş; elinden bu kadarı gelmiş. Kuşkusuz Kâmil Aksoylu gibi duyarlı Laz aydınlarının kolektif çabaları, bunun on katı hacimde daha nitelikli çalışmaları da ortaya çıkarabilecektir.

Georges Dumézil, Wolfgang Feurstein, Goişi Kojima yabancı akademisyenlerdir; dilbilim ile ilgili kişilerdir. Onların Lazcaya ilgileri akademiktir. Bu anlamda onların çalışmalarını olduğundan fazla yüceltmemeliyiz. Bu söylediğim onların çalışmalarının önemini azaltmamaktadır. Onlar bu çalışmaları, Lazca ölmesin, Laz kimliği ölmesin diye yapmadılar. İşte onları İskender Tzitaşi’den ayıran da budur. Bu sebeple, Laz diline ilişkin çalışmaların esas olarak Laz kimlik mücadelesi veren kişiler tarafından yürütülmesi gerekiyor. Anlamlı olan budur. Munir Yılmaz Avcı gibi, Kâmil Aksoylu gibi, İsmail Avcı Bucaklişi gibi, İrfan Ç. Aleksiva gibi.  Bu da ancak bir enstitü içindeki kolektif çalışmayla olur.

Hem Laz aydınlarının önemli bir sorumluluğu vardır. İlk Lazca alfabeyi ve gramerini oluşturan Hopalı Faik Efendi ve çalışmalarına ilişkin bilgiler elbirliğiyle su yüzüne çıkartılmalıdır. Aynı şey İskender Tzitaşi için de geçerlidir.

Nisan 2012’de yayımlanan bu çalışmanın sayfa düzeni ve kapak tasarımı Leyla Çelik’e ait.

Kâmil Aksoylu’nun böyle çalışmalar yapmasının sebebi, Lazcanın onun anadili olmasıdır. Anadilinin ölmesini istememektedir yazar.  Bir Laz aydını olarak da “Lazuri Notkvame- Lazca Deyimler ve Atasözleri” ve “Laz Kültürü” başlıklı çalışmaları bizlere ulaştırmıştır. Bu konuda sorumluluk duymuştur.

Annesinden aktardığı şu ifadeler, onun ait olduğu Laz  kültürünün ne kadar güçlü ve insanlığı tek-tipleştirmeye çalışan kapitalizme ne kadar karşı olduğunun da bir kanıtıdır: “Ma tzitzi do bombulapek tkvani ambarepe momiğasen…” Kendisi ölünce, çocuklarından böcek ve karıncalar aracılığıyla haberdar olacağını söyleyen bir anne ve her karınca ve böceği gördüğünde  ölen annesine kendisinden haber götürdüğüne inanan bir çocuk. Bu;  insanın kendisine, çevresine yabancılaşmadığı  ve kapitalist anarşinin ulaşamadığı masalsı, ama aslında gerçek bir dünyadır. Kapitalist anarşi henüz, bu dünyayı, doğayı ve Lazcayı yok edemedi; biz bu insanî değerlerimize sahip çıkarsak, insan olarak yok olmayacağız. Bu anlamda; HES’lere karşı mücadele, Lazcayı yaşatmak için mücadele ve çayda ve fındıkta sömürüye karşı sosyal haklar için mücadele bir bütündür. Bu da ortak Vatan Türkiye’yi savunmak demektir.

Ali İhsan Aksamaz, yusufbulut.com, 15. 01. 2013
aksamaz@gmail.com

https://www.youtube.com/watch?v=jbZafHRAKto&t=34s


Lazcanın Yazarı ve Şairi : Munir Yılmaz Avcı




Lazcanın Yazarı ve Şairi : Munir Yılmaz Avcı


Kendisini gıyabında, 1994 yılı ikinci yarısında tanıdım. O zamanlar İstanbul’da kolektif  bir bilinçle yayınlıyor olduğumuz “Ogni Dergisi”ne bir mektup göndermişti. “Ogni Dergisi”nin yayın kurulu olarak mektubunu, derginin Mayıs- Haziran 1994 4. sayısında yayınlamıştık.  “Okurdan” köşesinde yayınlanan bu mektubunda şunları yazıyordu:

“ Değerli Ogni Ailesi, Adresinizi ve derginizi ancak elime geçirebildim. Tebrikler.. Tebrikler.. Bravo.
Benim 20-25 senedir rüyalarıma giren bir olayı gerçekleştirdiniz. Kendi kültürümüzün yavaş yavaş yok oluşunu seyretmek ne acı. Böylesine ulvî bir görevin öncülüğünü yapmayı ne çok arzu etmişimdir. İnanın tahmin edemezsiniz. Tabii bu bir güç ve cesaret işidir.
Demokrasinin gereği olarak kültürümüze kavuşabileceğimiz günleri beklerken, ben de yıllar yılı boş durmayıp birtakım deneme yazılarımla Lazcayı yaşatmaya çalıştım. Tabii ki önceleri birtakım semboller kullandım. Daha sonradan Tzitaşi İskenderi’nin kitabından düzenlediğim alfabeyi ve en son olarak da “Parpali” (adlı dergi)den aldığım kendi yazımızı kullanmaya başladım.
Sayın Ogni Ailesi, “Ogni Dergisi” bir öncüdür. İlk etapta birtakım eksikliği olacaktır. Ancak her geçen gün daha iyi ve daha güzele gideceğine inanmaktayız. Sonsuz başarılar dilerim.”

Bu mektup Karabük’ten geliyordu. İmza ise,  Munir Yılmaz Avcı’ya aitti.

Doğrusu, o zaman bu satırların sahibini merak etmiştim. Kimdi bu Munir Yılmaz Avcı?!” Ogni Dergisi”nin bir 5. sayısına Lazca/ Türkçe bir makalesiyle katkıda bulundu: “Fakfuk’işi Foni”. Daha sonra Lazca uzunca bir şiir gönderdi. “Oxori Çkini” (“Evimiz”) başlıklı bu şiir ise, 6. sayıda yayınlandı. Lazca şiirinde; köydeki üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkileri tasvir ediyordu. Lazcayı mükemmel bir biçimde kullanıyor ve Lazca yazıyordu. Kaç kişi, Munir Yılmaz Avcı’nın Lazcasını anladı. Lazcayı anlayanlar içinde de onun ne demek istediğini kaç kişi kavradı, bilemem. Bildiğim bir şey vardı; bu insan Lazcayı biliyor, kullanıyor ve yaşatıyordu.  Ne yazık ki, “Ogni Dergisi”ni ancak altı sayı yayınlayabildik.

Munir Yılmaz Avcı, yalnızca Lazca’nın üstadı değil, aynı zamanda da “Ogni Dergisi”nin de adsız neferlerinden bir tanesiydi; Aynı  Mehmet Yavuz Türköz gibi, aynı Yüksel Yılmaz gibi. Karabük’ten birçok kişiyi “Ogni Dergisi”ne abone kaydettirdiğini, abone işlerine bakan bir arkadaştan duymuştum. Sessizce üreten, yazan, gönderen, “Ogni”yi tanıtan, abone kaydeden bir insandı Munir Yılmaz Avcı. Bütün bunları onun hakkında biliyordum. Ancak henüz kendisini tanımamıştım.  Karabük’de ve İzmit’te yaşadığını biliyordum; hepsi bu kadar.

Yukarıdaki kısa mektubundan da açıkça görüldüğü üzere, Munir Yılmaz Avcı Lazca konusunda duyarlı bir Laz aydınıydı. Böyle insanlar çok azdı. Üstelik Lazcaya bunca vâkıf bir acaba o zaman kaç kişi vardı. Şimdi de kaç kişi var ki?!

Böylece 1994 yılı bitti; ardından da 1995. 1996 yılı başlarında, birgün evde dosyalarımı düzenlerken   Munir Yılmaz Avcı ve birkaç kişinin posta adresleri elime geçti. Tabii, o zamanlar cep telefonu, internet yoktu. Sabit telefon bile oldukça pahalı idi. Oturdum ve kendisine bir mektup yazdım. Kısa bir süre sonra, 18 Ocak 1996 tarihli mektubu elime ulaştı. Mektubuna “Değerli Hemşehrim” diye başlamıştı. Mektuplaşmamız devam etti.  Kendisi Lazca konusunda, öğretmenim oldu. Posta ile Lazca diye bir şey varsa bizim icadımızdır! Günümüzde de e-posta ile bu yazışmalarımız ve birbirimizden öğrenme sürecimiz devam ediyor.

Çok ilginç bir gelişmedir ki, M. Recai Özgün’ü de aynı ay içinde tanıdım: 28 Ocak 1996. Mecit Çakırusta’nın Pendik’teki  kahvehanesinde tanıştık. Sonradan, Munir Yılmaz Avcı ve M. Recai Özgün’ün birbirleri İzmit’ten tanıdıklarımı öğrenecektim. Her ikisi de “Sima Vakfı”nın kurucuları arasındaydı. Her ikisi de bu vakfı kurmak için canla başla çalışıyorlardı. Ben de M. Recai Özgün vasıtasıyla, bu vakfın senedine katkıda bulunuyordum. Gel gör ki, Munir Yılmaz Avcı ile mektuplaşmamıza rağmen, henüz karşılaşmamıştık.

Ben, Munir Yılmaz Avcı ile mektupla neden bağlantı kurmuştum?! Ondan bahsedeyim: O sıralar, Lazca bir antoloji kitabı hazırlamak gibi bir düşüncem vardı. O sebeple kendisiyle bağlantı kurmuştum. Proje gerçekleşemedi. Birkaç şiirini “Kafkasya’dan Karadeniz’e Lazların Tarihsel Yolculuğu” adlı kitabımda yayımlayabildim. Kitabımın isim babası Özcan Sapan; kitabın yayınlandığı yer ise, Çiviyazıları Yayınevi’dir. Tarih ise, 1997. Kuşkusuz; bu kitabımın adının M. Recai Özgün ile de ilgili bir hikâyesi var. Onu da açıklayacağım.

Sima Vakfı kuruldu. Bir Pazar günü İzmit civarında bir piknik yapıldı. Oraya ailecek katıldık. Mehmet Yavuz Türköz de ailesiyle katılmıştı. Birlikte gitmiştik İzmit’e. (1996’da) şimdi tarihini ve piknik yerini hatırlayamıyorum, işte orada tanıştık Munir Yılmaz Avcı ile. Bizi karşıladı, çalışmalarımızla iftihar ettiğini belirtti. Ben kendisini tanımamıştım. M. Recai Özgün’e sordum. Kim olduğunu öğrendim. Arkasından koşarak gittim. İşte o gün yüz yüze tanışmış olduk.

Rahmetli M. Recai Özgün ve Munir Yılmaz Avcı’nın Laz dili, kültürü ve kimliğine ilişkin çabalarının İzmit gibi küçük bir kentte kimileri tarafından garip ve kuşkuyla karşılandığını ve çeşitli şekillerde bazı tepki gördüklerini biliyoruz. Ancak onlar yılmadılar ve kimlik mücadelesine ellerinden geldiğince ciddi katkılar sundular. Aynı Nizamettin Alkumru gibi. M. Recai Özgün ve  Nizamettin Alkumru Laz kimlik mücadelesi açısından çok önemlidir.

Munir Yılmaz Avcı, benim için önemlidir. Babamdan ve bulunduğum yerlerdeki kişilerden öğrendiğim kırık ve tutuk Lazcamı, ben Munir Yılmaz Avcı sayesinde geliştirmeye çalıştım; bugün Lazca ders verecek bir duruma geldim. Öğretmenim  Munir Yılmaz Avcı’dır; bu benim için önemlidir. Ancak Munir Yılmaz Avcı, Laz dili, kültürü ve kimliği açısından daha da önemlidir.

Munir Yılmaz Avcı, M. Recai Özgün ve ben birlikte Sima Vakfı’nın yayın organı “Sima”yı birlikte çıkarttık.  Munir Yılmaz Avcı’nın “Şurimşine” adlı şiir kitabı, ardından “Lazuri Nenaçkina” adlı gramer çalışması ve “Lazuri P’aramitepe” adlı masal çalışması yayınlandı.  Hem “Şurimşine” hem de “Lazuri Nenaçkina” adlı çalışmalarına çeşitli şekillerde katkım vardır; bununla şeref duyarım.  Çeşitli yerlerde Kortuli alboni ile yayınlanmış Lazca metinleri Latin alfabesini temel alarak daktilo edip, elle de “kaşlarını” koyarak kendisine gönderdim.  Üzerlerinde uzun süre çalıştı. “Lazuri P’aramitepe” adlı çalışma böylece ortaya çıktı. Bu kitaba redaksiyon katkısında bulundum. Arka kapak yazısını yazdım. Kitap Sorun Yayınları’ndan Haziran 2005’de yayınlandı.

Ağustos 2005’te kısa bir Batı Gürcüstan gezisi de yaptık kendisiyle. Bu geziyi Lazca ve Türkçe iki ayrı uzun makale olarak kaleme aldı. Bu makaleler çeşitli ortamlarda yayınlandı. 

Munir Yılmaz Avcı’nın yayınlanmış üç eseri var. Adlarını bir kez daha analım: “Şurimşine”, “Lazuri Nenaçkina”, “Lazuri P’aramitepe”. Munir Yılmaz Avcı’nın yayınlanmayı bekleyen, benim bildiğim üç Lazca eseri daha var: “Golakteri Meçeti” (“Dönük Cami”/ Lazca dört perdelik tiyatro eseri), “Şurimşine” (“Ruhundan Canlandığım”/ daha önce yayınlanan bu şiir kitabının yeni baskısı için Lazca hayat hikâyesini de ekledi), “Aleyna” adlı Lazca polisiye roman. 

Munir Yılmaz Avcı, Lazcayı seven, kültürünü ve kimliğini yaşatmak isteyen bir insan; eli kalem tutan ve Lazca yazabilen bir insan. Ancak bir o kadar da görülmek istenmeyen ve yok sayılan bir insan. Dillerinden “Lazca Ölüyor”u düşürmeyenlerin, Munir Yılmaz Avcı’yı ve eserlerini görmemeleri ilginç değil mi?!

5 Aralık 2004 tarihinde Hıdiv Kasrı’nda yapılan bir Laz Kültür toplantısında şu tespitte bulunmuştum:

“...Şu anda aramızda bulunan Yılmaz Ağabey’in (Avcı) çabaları her türlü övgünün üstünde olması gerekirken, kendisine dilsel çalışmalarda destek verilmesi gerekirken, kendisi görmezlikten gelinmekte...“ Bugün de aynı düşüncedeyim.

Bu makaleyi kaleme alma sebebim, Lazca öğretmenim Munir Yılmaz Avcı’yı övmek istememden kaynaklanmıyor. Entelektüel anlamda bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: Munir Yılmaz Avcı, Lazcanın yaşayan önemli yazar ve şairlerindendir; Türkiye’de Lazcayı en iyi bilen ve konuşabilen ve şiir ve hikâye  yazabilenaz sayıdaki insandan bir tanesidir. Lazca eserler vermektedir. Lazcayı yaşatmak, Laz kültürünü yaşatmak, Laz kimliğini yaşatmak isteyenler onun eserlerine bugünden sahip çıkmalıdır. Bu yalnızca kendisine bir saygının ve sevginin bir ifadesi değil, onun çok ötesinde Laz diline, Laz kültürüne, Laz kimliğine kolektif bir sahiplenmenin bir ifadesidir. 

İskender Tzitaşi’nin farkına ve önemine ilk varan birkaç kişiden de birisidir Munir Yılmaz Avcı. İskender Tzitaşi için şiir yazacak kadar da Lazca konusunda duyarlıdır. Tevfik Esenç son Son Vubıh idi; Munir Yılmaz Avcı son Laz olmamalıdır.


Ali İhsan Aksamaz, yusufbulut.com, 08. 02. 2013
https://www.youtube.com/watch?v=7PY6gumokao
https://www.youtube.com/watch?v=7PY6gumokao
https://www.youtube.com/watch?v=UyJFwRjc0wM


"TÜRKİYE'NİN ANADİLİ ZENGİNLİĞİ" / "TURKİAŞİ NANANENAŞ XAMPOBA"

   "TURKİAŞİ NANANENAŞ XAMPOBA" Baba çkimi Faik Aksamazis…   GOʒ̆OTKVALE Nananena, p̆olit̆ik̆uri var adamuri ar tema ren...