Mecit Çakırusta’nın İmza Günü Etkinliği
(İzlenim, Tanıklıklar ve Değerlendirmeler; 19
Şubat 2012, Pazar)
Her aklı başında ve vicdan
sahibi insan gibi emperyalist-kapitalist sistemin çıkarına çalışan uluslararası
kuruluşları sevmedim. Bu tür kuruluşlara hep kuşkuyla yaklaştım. Yapmaya
çalıştıkları, iyi gibi gözüken şeyleri de menfaatlerine uygun olarak ve kötü
birşeyleri maskelemek için tezgahladıklarını düşündüm. Cemiyet-i
Akvam (“Milletler Cemiyeti”) ve (“BM”) Birleşmiş Milletler’in niçin kurulduğunu
ve neler yaptığı biliyorum. BM’in, Sovyetler Birliği’nin ayakta olduğu dönemde,
bazı dönemlerde ve bazı konularda emperyalist-kapitalist
sistemin menfaatlerini savunma noktasında bazen çok rahat edemediğinin
farkındayım. Özetle; BM, emperyalist-kapitalist
sistemin kuruluşudur.
Ya
UNESCO?! O nedir? BM’nin yan kuruluşu. UNESCO’nun bayram, yıllbaşı kartlarını
hatırlarsınız. Bazen gazetelerde, “bu kartlardan satın alarak Afrika’daki aç
çocuklara katkı sağlayabileceğiniz” şeklindeki ilan ve haberlere
rastlamışsınızdır. Fotoğrafları hatırlayın; o, derisi kemiğine yapışmış
Afrikalı aç çocukları o hale getiren emperyalist-kapitalist sistemi değil mi?
BM de emperyalist-kapitalist sistemin koruyucu kuruluşu olduğuna göre; yine bu
BM’nin UNESCO’su bu çocukları nasıl kurtaracak?! Önce çocukları bu hale getirip
sonra da kurtarmaya çalışıyor gibi yapması insanın gözünden kaçmaz. Emperyalist-kapitalist
sistem, önce insanları sömürüyor, ölecek noktaya getiriyor ve sonra da yardım
ediyormuş gibi yapıyor. Bu davranışının altında bu sömürüyü saklamaktan öte
başka bir şey yatmıyor. Ölen yine ölecek. UNESCO’nun bu “şeker yüzü” anadillerimiz
konusunda da karşımıza çıkıyor. Emperyalist-kapitalist sistemin şu “şeker
yüzlü” UNESCO’sunun ilan ettiği ve
yıllardır Türkiye’de de kimilerinin
canhıraş kutladığı şu “uluslararası anadili günü”nün de bu sömürüyü
saklamaktan öte başka bir şey olmadığına itirazı olan var mı?! Anadillerimizi
öldürmesi için, “Türk” Burjuvajisine her türlü desteği veren uluslararası emperyalist-kapitalist sistem
değil mi?! Şimdi o uluslararası sömürü sisteminin “şeker yüzü” UNESCO; nasıl derisi kemiğine yapışmış ve ölümün
arefesindeki o afrikalı çocuğa yardım eder gibi sahtekarca bir tavır içindeyse,
ölmekte olan anadillerimize karşı da aynı sahtekarca tavrı sergiliyor.
Uluslararası emperyalist-kapitalist sistem- BM- UNESCO ilişkisini görmek için
çok zeki olmak gerekmiyor. Hele UNESCO’nun “anadili günü”nü bütün bu
farkındalıkları ortaya koymadan kutlamaya çalışmak, “Stokholm Sendromu” veya
“katiline aşık olmak” gibi bir şey olsa gerek! UNESCO’yu referans alıp, onun
“anadili günü”nü kutlayan yaşını başını almış, anti-emperyalist bir mazisi olan
kimselere ne demeli?!
Kimi
insanlar UNESCO’yu neden kendilerine
neden bayrak ve referans olarak görüyor?! Bunun iki cevabı olabilir. Ya; uluslararası emperyalist-kapitalist sistemi
bilmiyorlar, tanımıyorlar. Ya da; bu uluslararası emperyalist-kapitalist
sistemin kimi kurumlarıyla gizli-açık bağlantıları var, oradan nemalanıyorlar.
Her iki durumda da karşımıza bir gerçeklik çıkıyor: Maksatları, anadil felan
değil; egolarını tatmin etmenin yolunu böyle bulmuşlar. O durumda da bir yandan
“anadilimiz ölüyor” deyip, öte yandan da “bu anadilleri” öldüren sistemin
değirmenine su taşımış olmuyorlar mı?! Bunu yerine emperyalist-kapitalist sistemin ve onun
“şeker yüzü” UNESCO’nun sinsiliğinin farkında olduklarını belirtip başka türlü
bir davranış sergileyemezler mi?!
Yıllardır
şu UNESCO’nun “anadili günü kutlamaları”na ilişkin bir makale yazmayı
düşünmüşümdür. Ancak her defasında da
“21 Şubat”ı çeşitli sebeplerden ıskalamışımdır. Bu yıl, bu konuya ilişkin
birşeyler yazıp insanlarla paylaşmayı düşündüm önce. Sonra da facebook’taki
duvarımda kısa bir mesaj paylaşmak geldi aklıma. Hem yazacağım makale, hem
de bu kısa mesaj için kafa yormaya,
notlar almaya çalışmıştım ki, telefonum çaldı. Karşıdaki ses Lazika Yayın
Kollektifi’nden Mustafa Çupina idi. Her zamanki olgunlugu, sevecenliği ve
samimiyetiyle, “anadili günü kutlaması ve Mecit Çakırusta’nın Lazca olarak
yayınlanan kitabı “Dutxuri P’alik’ari” için bir toplantı yapacaklarını, beni de
konuşmacı olarak davet etmek istediklerini,” söyledi. Katılıp katılamayacağımı
sordu. Katılmaktan şeref duyacağımı belirttim. Ardından da, “benim BM
konusunda, UNESCO konusunda, şu “uluslararası anadili günü” konusunda farklı
düşüncelerim olduğunu, konuşmama, kuşkusuz bu duruşumun da yansıyacağını,”
açıklama ihtiyacı hissettim. Mustafa Çupina, “bu konuda hiç şüphe duymamam
gerektiğini, konuşmacıların özgürce kendilerini ifade etmelerini,”
istediklerini söyledi. Tabi, söylediklerine mutlu oldum. 19 Şubat’ta
yapacakları toplantıya katılacağımı belirttim.
Bu
toplantı için nasıl bir konuşma hazırlamalıydım?! Mustafa Çupina’nın
telefonundan sonra buna kafa yormaya başladım. Ancak önce şuna karar
vermeliydim: Konuşmam Lazca mı olmalıydı? Türkçe mi? Konuşmayı Lazca yapıp
sonradan Türkçe bir özetini açıklamam nasıl olurdu? Sonunda konuşmayı Lazca
olarak yapmaya karar verdim. Lazca konuşma metnini hazırlamaya koyuldum hemen.
Kısa bir metin olmalıydı. Kısa cümleler kullanmalıydım. Anlaşılır bir dil
tutturmalıydım. Başta düşüncem kısa bir metin hazırlamaktı. Ancak metin bittiğinde
üçbuçuk sayfayı bulmuştu. Konuşma metnimi dört bölümden oluşturdum. İlki;
Lazlara ve Lazcaya ilişkindi. Lazların tarih, coğrafya ve geçmişleriyle çok
eski bir halk olduklarına vurgu yaptım. Hem Lazlara hem de ataları K’olkhlara
ilişkin yazmış olan Rodoslu Apollonius, Ksenephon, Plinius, Prokopius, Agatias,
Priskos, Menandros, Arrianus, Teophenes gibi yazarların adlarını andım.
Konuşma
metnimin ikinci bölümünde; Mecit Çakırusta’nın ne kadar önemli bir iş yaptığını
vurguladım. Babamın, kendisiyle eski arkadaş olduklarına ve elli yıl önce bir
süre komşu olduğumuzu belirttim.
Üçüncü
bölümü Lazika Yayın Kollektifi’ne ayırdım. Lazca eserler yayınlamakla ne kadar
önemli bir iş yaptıklarına dikkat çekmeye çalıştım. Bu sebeple de Lazca
konusunda duyarlı olan aydınların bu yayın kolektifine destek olmalarının
önemini belirttim. Son bölümde ise; UNESCO’nun uluslararası
emperyalist-kapitalist sistemin “şeker yüzü” olduğuna dikkat çektim. Amerikan
Emperyalizmi’nin Irak ve Libya’da yaptıklarına, Suriye’de yapmaya
çalıştıklarına vurgu yaptım. Bu son bölümde, Sovyetler Birliği’nin ilk
döneminde Aç’aristan ve Abhkhazya Lazlarının “kültürel haklar”ına vurgu yaptım:
Lazların Anadil Okulları vardı, gazeteleri vardı, tiyatroları vardı. TKP’nin
kurucular komitesi üyesi Topçuoğlu Osmani Pazarlı bir Lazdı. Laz Okulları
direktörü İskender Tzitaşi’yi ve Laz emek mücadelesinin önderi Safiye Hanımı da
andım.
Şimdi
sıra bu konuşma metnini önce okumaya sonra da metne bakmadan konuşmaya geldi.
Bu işin kolay olmadığını biliyordum. Birkaç kez prova yaptım. Artık 19 Şubat’a
hazırdım.
Yukarıda
belirttiğim gibi; facebook’taki duvarıma da bir mesaj yazdım. Amacım, 21
Şubat’ı anadillerimizi savunuyormuş gibi
yapıp da UNESCO’yu referans gösterip emperyalist- kapitalist sistemi bilinçli-bilinçsiz
olarak aklamaya çalışanların hareket alanını daraltmaya çalışmaktı.
Facebook’taki duvarıma şöyle bir mesaj yazdım:
“ 21 Şubat’ı “anadili günü” ilan etmek
emperyalistlerin iki yüzlülüğünün ve günah çıkarmak istemelerinin bir
ifadesidir. Emperyalistlerin kuruluşu “Birleşmiş Milletler”in günah çıkarma
birimi “UNESCO”nun merhametine ihtiyacımız yok . 21 Şubat’ı “anadili günü”
olarak kabul etmek ve kutlamak ve “UNESCO”yu kendimize referans almak
emperyalistlerin gölgesine sığınmaktan başka bir şey değildir. bu yılki 21
Şubat toplantılarımızda UNESCO’ya teslim bayrağı çekmeyelim. Emperyalizmin iki
yüzlülüğünü açığa vuralım. Artık “anadillerimiz ölüyor” sakızını da
çiğnemeyelim. Emperyalistlerin iki yüzlü kurumu UNESCO’nun 21 Şubat’ı ağlama
duvarı haline getirmesine karşı, anadillerimiz için somut projelerimizle
aktivitelere katılalım. Hem emperyalistlerin kurumu UNESCO’nun iki yüzlülüğünü
hem de bu iki yüzlülüğün ağlama
duvarında timsah gözyaşları dökenleri açığa vuralım.”
Emperyalizmi ve onun “şeker yüzü” UNESCO’yu hedef
alan facebook duvarımdaki bu kısa mesajıma tek tepki (“GKM”) Gürcü Kültür
Merkezi Başkanı Eşref Yılmaz’dan geldi. Burada bir yorum yapmak istemiyorum.
Belki kendisi birgün, emperyalist-kapitalist sisteme ve onun UNESCO’suna karşı
çıkmış olmama neden karşı çıktığını bir bir makale yazarak açıklama ihtiyacı
hisseder de biz de davranışınız öğreniriz!
Lazika Yayın Kollektifi’nin 19 Şubat toplantısı için
Lazca konuşma metnim hazırdı. Facebook’taki duvarıma mesajımı da yazmıştım.
Şimdi sıra yazacağım makaleye gelmişti:
“Yine Geldi 21 Şubat (“Xolo Komoxtu 21 K’undura”). Notlar alıyor, yazıyı
düzenlemeye çalışıyordum. Nitekim o makalem aynı başlıkla 21 Şubat 2012’de www.yusufbulut.com adlı sitede yayınlandı.
Uzun yıllardır kendisiyle görüşemediğim Ali Çurey
ile telefonla da olsa bir süre önce tekrar bağlantı kurmuştuk. Bir araya gelmek
istiyorduk. Lazika Yayın Kollektifi’nin bu toplantısına kendisini de davet
ettim. Demokrat Gürcüler Platformu’ndan Nevzat Kaya’yı da etkinliğe davet
ettim. Etkinlikte kendisine de söz verilme ihtimali bulunduğuna dikkat çekerek
hazırlıklı olmasını önerdim.
Lazika Yayın Kollektifi, 19
Şubat 2012’deki bu etkinliği şöyle
duyurdu:
“Değerli
kültür dostlarımız, anadili farkındalığını arttırmak, anadilimizin güncel
durumunu analiz etmek ve değerlendirmek için düzenleyeceğimiz Anadili
etkinliklerinde sizleri de aramızda görmeyi, anadil sorumluluğumuzu sizlerle de
paylaşmayı temenni ediyoruz.
Etkinlik programı:
1. Açılış Konuşması (Lazika Yayın Kollektifi)
2. Anadili Günü Paneli
Konuşmacılar:
Ali İhsan Aksamaz
Tahsin Ocaklı
3. İmza Günü
Mecit Çakırusta yeni çıkan "Dutxuri Palikari" adlı kitabını imzalıyor.
4. Kokteyl”
Etkinlik programı:
1. Açılış Konuşması (Lazika Yayın Kollektifi)
2. Anadili Günü Paneli
Konuşmacılar:
Ali İhsan Aksamaz
Tahsin Ocaklı
3. İmza Günü
Mecit Çakırusta yeni çıkan "Dutxuri Palikari" adlı kitabını imzalıyor.
4. Kokteyl”
Lazika Yayın Kollektifi’den
yapılan bir diğer açıklamada da şöyle deniyordu:
“Değerli
dostlar,
Yarın Lazika Yayın Kollektifi olarak "Anadili Günü" ve "Mecit Çakırusta imza günü" düzenleyeceğimizi duyurmuştuk. Etkinliği biraz daha açıklama gereği duyuyoruz.
Bilindiği üzere Mecit Çakırusta Laz kültür hareketinin her safhasında yer almış, önemli bir tarihi ve kültürel birikime sahip "tişineri/ umçane" bir Lazdır. Onun bu birikimlerinin bir bölümünü aktardığı "Dutxuri Ṗaliǩari/ Dutxa (Tunca) Delikanlısı" adlı kitabı hem Laz kültürü hem de yakın dönem Laz tarihi açısından önemli bir eserdir. Ayrıca söz konusu kitap "ilk Lazca otobiyografi" olması açısından da Yazılı Laz Edebiyatındaki yerini almıştır!
Lazika Yayın Kollektifi'nin geçen hafta yayımladığı kitap, okuyucularıyla ilk kez yarınki anadili ve imza günü etkinliğinde buluşacaktır.
Gerek anadili günü çerçevesinde yapılacak panel ve tartışmalar gerekse imza günü ile okuyucularıyla buluşacak yeni kitap hasebiyle sizi bu tarihi güne tanıklık etmeye davet ediyoruz.”
Yarın Lazika Yayın Kollektifi olarak "Anadili Günü" ve "Mecit Çakırusta imza günü" düzenleyeceğimizi duyurmuştuk. Etkinliği biraz daha açıklama gereği duyuyoruz.
Bilindiği üzere Mecit Çakırusta Laz kültür hareketinin her safhasında yer almış, önemli bir tarihi ve kültürel birikime sahip "tişineri/ umçane" bir Lazdır. Onun bu birikimlerinin bir bölümünü aktardığı "Dutxuri Ṗaliǩari/ Dutxa (Tunca) Delikanlısı" adlı kitabı hem Laz kültürü hem de yakın dönem Laz tarihi açısından önemli bir eserdir. Ayrıca söz konusu kitap "ilk Lazca otobiyografi" olması açısından da Yazılı Laz Edebiyatındaki yerini almıştır!
Lazika Yayın Kollektifi'nin geçen hafta yayımladığı kitap, okuyucularıyla ilk kez yarınki anadili ve imza günü etkinliğinde buluşacaktır.
Gerek anadili günü çerçevesinde yapılacak panel ve tartışmalar gerekse imza günü ile okuyucularıyla buluşacak yeni kitap hasebiyle sizi bu tarihi güne tanıklık etmeye davet ediyoruz.”
19 Şubat günü önce
tramvay ve ardından da bir vapur yolculuğundan sonra Kadıköy’e geçtim.
Yolculuğum sırasında toplantı yeri konusunda Ali Çurey, İsmail Bucaklişi ve
Mustafa Çupina ile birkaç kez telefon görüşmesi yaptık. Ali Çurey’in salimen oraya vardığından emin
oldum. Nevzat Kaya da telefon ettim.
Bir başka etkinliğe katılacağını, o etkinlikten sonra vakit kalırsa kendisinin
de geleceğini belirtti. Ancak işleri uzadığı için toplantıya gelemedi. Konuşma
metnimi gözden geçirdim.
Yazdan kalma denilebilecek bir gündü. Vapurdan indikten
sonra kısa bir yürümeyle toplantının yapılacağı “İsina Bar”a ulaştım. Etkinlik
üst kattaymış. Dar merdivenden hızlı adımlarla çıktım. İlk karşılaştıklarım;
Mustafa Çupina, Orhan Sapan, Rıdvan Özkurt Anç’aşi, Eylem Bostancı ve İrfan Çağatay
Aleksişi idi. Selamlaştık. Ardından da bir masada oturan Ali Çurey ile
karşılaştım. El sıkıştık. Kucaklaştık. Kendisini Rıdvan Özkurt Anç’aşi ile tanıştırdım.
Oturduk sohbete başladık. Görüşmediğim uzun yıllar Ali Çurey’den fazla bir şey
almamış. Hafızası canlı. Hiçbir ayrıntıyı unutmumamış. Yüreği yine Kafkasya
sevgisi ve Kafkasya dillerinin yaşamasına ilişkin sıcaklıkla dopdolu. Kendisine
hemen Mecit Çakırusta’nın Lazca olarak yayınlanan otobiyokrafik kitabını
uzattım. İlgi ve sevgiyle incelemeye başladı.
Mekan yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başlamıştı. Lazca
sohbetler, konuşmalar birbirine karışıyordu. Mecit Çakırusta ve torunu da
oradaydı. Emektarlardan Yılmaz Avcı, yıllardır bu tür toplantıları hiç
kaçırmayan Ali Osman Öziskender, Yaşar
Bayraktar, Asım Bayrakoğlu, Yalçın Ersoy, Tahsin Ocaklı ilk gözüme çarpanlardı.
Misafirlere kırmızı şarap ve ardından da çay ikramında
bulunuldu. Konuşmacıların sunum yapacağı ve oturacağı masa, kürsü ve mikrofon
hazırlandı.
Ali Çurey ile Türkiye’de kimliklerimizin geleceğine
ilişkin kaygularımız üzerine konuştuk. ABD’nin, Kafkasya’ya girmeye
çalışmasının doğurabileceği kötü sonuçlar konusunda sohbet ettik. Fikirlerimizi
paylaştık. Gürcüstan’ın hem Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde hem de
bugün ne gibi hatalar yaptığının üzerinde durduk. ABD’yi Kafkasya’ya Rusya
Federasyonu’nun burnunun dibine sokmaya
çalışmasının Kafkasya ve Kafkasya halkları için hiç de hayırlı olmadığını
konuştuk. Rusya, Kafkasya’ya ABD gibi dışarıdan bir güç değildi. Nereden
bakılırsa en azında Sovyetler Birliği dönemindeki ortak vatan ve yurttaşlık ve
ortak edinilmişlikler vardı. Bunlar göz ardı edilemezdi. Önemli olan Çerkes
kimliğinin Kafkasya’da diliyle mümkün olduğu ölçüde yaşaması ve yaşatılmasıydı.
Rus halkı kesinlikle düşman değildi. Çok dikkatli davranılmalıydı. Bütün bunlar
konuşuluyorken söz döndü dolaştı Çeçen dostumuz (rahmetli) Tarık Cemal Kutlu’ya
geldi.
Tarık Cemal Kutlu’yu andık. Ali Çurey, bir tanıklığını
anlattı: Cohar Dudayev Türkiye’ye gelmiştir. Bir toplantı yapılır. Ali Çurey,
bu toplantıya katılanlar arasındadır. Tarık Cemal Kutlu da. Toplantıya kısa bir
süre dönemin parti liderlerinden Alparslan Türkeş de katılır; toplantıdan
ayrılıken yanındakilere Cohar Dudayev ile ilgili şunları söyler: “ Bu genç
generale söyleyin; Rusya’ya karşı dikkatli davransın.” Çeçenlerin yaşadıkları
trajedileri biliyoruz. Türkiye’de trübünlere neler söylendiği malum! Ama
gerçeklik çok farklı. Sovyetler Birliği’nin dağılış döneminde yaşananları
biliyorsunuz. İki birlik cumhuriyeti Gürcüstan ve Azerbeycan ve özerk bölge Çeçenistan
liderlikleri hata yapmışlar; halklarının ölmelerine, sürgünlerine ve acı
çekmelerine sebep olmuşlardır.
Toplantı resmen başlamak üzereydi. Toplantıyı yöneten Esat
Sarı, beni konuşmacıların sunumlarını yapacakları masa ve kürsünün bulunduğu
yere çağıdı. Ali Çurey’den izin istedim. Oradan ayrıldım.
Hemen belirtmeliyim; insanların kimliklerinin
en belirgin özelliği olan anadillerini, Lazcayı şehvetle konuşmaları karşısında
Ali Çurey’ın, oldukça şaşırmış olduğunu gördüm. Bu durum onu keyiflendirmişti.
Nitekim kendisine de söz verildiğinde bu duygularını açıklama fırsatı buldu.
Toplantının
yöneticisi Esat Sarı, Lazca bir açılış konuşması yaptı. Bu toplantının neden
yapıldığına ilişkin bilgi verdi.
“Anadili günü” ve Mecit Çakırusta’nın Lazika Yayın Kollektifinden çıkan
“Dutxuri P’alik’ari” ( “Tuncalı Genç”) adlı kitabının imza günü için toplanıldığına işaret etti. Laz
kimliğinin önemli nişanesi olan Lazcanın yaşatılması için gelecekte neler
yapılacağına ilişkin de fikirler de
alınacağını belirtti. Esat Sarı, daha sonra bu toplantıda konuşacak olan beni
ve Tahsin Ocaklı’yı misafirlere tanıttı. Ardından da sözü bana verdi.
Kalktım.
Konuşacağım kürsünün arkasında durdum. Lazca konuşma metnini okumanın değil de
konuşmanın daha uygun olacağına inandığım için konuşmaya başladım. Lazca olarak
yaptığım konuşmamda, yukarıda belirttiğim dört noktaya dikkat çektim: Lazlar Doğu Karadeniz ve Güney Kafkasya’nın
yerli ve çok eski bir halkıdır. Lazca
ise çok eski bir dildir. Mecit Çakırusta bir kahramandır, hem kendi anadili hem
de yaşadığı ülkenin halklarının birliği ve refahı için çalışmıştır. Lazika
yayın Kollektifi Lazcaya destek oluyor. Her Laz aydını da bu kollektife destek
olmalıdır. Bir farkındalığımız var; BM ve UNESCO emperyalist-kapitalist
sistemin kurumlarıdır; anadilimizin bu
durumundan o sorumludur. Lazca, Sovyetler Birliği’nin ilk dönemlerinde
Aç’aristan ve Abkhazyadaki anadil okullarında okutuluyordu. Lazca kitaplar
vardı. Lazca gazete vardı. Lazca tiyatrolar sergileniyordu.
Konuşmamı
Türkçe’ye İrfan Çağatay Aleksişi aktardı. Daha sonra Erkan Ocaklı’ya söz
verildi. Anadil konusunda önemli noktalara dikkat çekti. Bir dilin yaşaması
için mutlaka yazılması ve eğitiminin de verilmesi gerektiğine vurgu yaptı. Lazika Yayın Kolektifi’nin
yaptıklarının çok önemli olduğunu belirtti. Toplantıya katılan Laz annelerle
Lazca diyaloglar kurarak konuşmasına başka bir soluk kattı. Laz kadınlarının
geçmişteki yaşantılarına ilişkin kesitleri onların ağzından bizlerle paylaştı.
Esat
Sarı, daha sonra Çerkes dostumuz Ali Çurey’in de toplantıya katkıda bulunmasını istedi. Ali
Çurey özetle şunları söyledi: “ Yürekten söylüyorum, bugün Lazım ben. Her Laz insanının duyacağı heyecanı
duyuyorum. Hele bu anadil meselelerini dinledikten sonra göğüsüm kabardı;
gururlandım. Tanrı’ya şükürle olsun ki, Lazcayı da bu kadar net, güzel, duru
olarak dinleme imkanını bana verdi. Kafkas Halklarının tüm sıcaklığını, tüm
duyarlılığını bu odada, bu sıcak insanlardan ziyadesiyle aldım. 1965 yılında,
Georges Dumézil diye bir Fransız bilimadamıyla tanıştık. Şimdi ölü bir dil
sayılan Vubıhça’dan bahsediyordu. Ben de ona dedim ki; ‘Hocam, ölü dil, bu
Vubıhça ile uğraşacağına, ölmek üzere olan Adığece’yi kurtaralım. Sonra bugün
Vubıhça konuşan kaç kişi kaldı ki?! Dumézil,
bunun üzerine şöyle dedi: ‘Bak delikanlı, şu anda Vubıhça konuşan onaltı kişi
tespit ettim.’ 1965 yılında. ‘Bunların hepsi benden sonra ölecek,’ dedi. ‘O
halde bu dil yaşıyor,’ dedi. Dil, dili kullanan ve dilin yaşamasını
isteyenlerin sayısı önemli değil. Onu yaşatmak isteyenlerin yürekten ona sadık
kalmaları önemli. Kanaatim o. Bir kazan sütü, üç-beş kaşık maya ile yoğurt
haline getiriyoruz. Toplum da böyle bir şey. Büyük bir kazan gibidir. Onu
mayalayacak olanlar, işte Mecit Amcalar gibi, Ali İhsan Kardeşim gibi
insanlardır. Onları iyi koruyalım. Onlara gerçekten; şunu esirgemeyelim:
onların emeklerini takdir edelim. Onların emekleri gelecek nesiller için biraz
rehber, biraz ışık, birer meşale olacaktır. Korkmayın Lazca yaşayacak. Benim
bugün gördüğüm, şu bir avuç insan, bunu yaşatacak ve yaşayacak. Hiç kimse
endişe etmesin. Bizi tanzim eden ve bu dili bize veren Tanrı adına Lazcayı
yaşatalım. Çünkü tarihin hiç beklenmedik, hiç umulmadık anahtarları, böyle
küçük halkların dillerinde sözcüklerde saklıdır.Yaşasın Lazca ”
Esat
Sarı, Kuran-ı Kerim’in mesajının Lazca olarak da anlaşılabileceğine dikkat
çekti. Daha sonra da kürsüye Mustafa Dudulaşi’yi davet etti. Mustafa Dudulaşi
konuşmasının tamamını, duru ve anlaşılır bir Lazca ile yaptı. Ali Çurey’in söylediklerine
atıfta bulunarak, onun konuya ilişkin bazı söylediklerini zaten Kuran-ı
Kerim’in de öyle yazdığını belirtti. İnsanların, birbirlerini tanımaları için
farklı farklı yaratıldıklarına dikkat çekti. Bunun ilahi bir hediye olduğunu
söyledi: “Allah bize Lazcayı hediye verdi, Biz de ona bakacağız. Bazı sureleri
Lazcaya çevirdim. Ancak çok zor bir iş. Bir kişinin işi değil. Birlikte
yapılması gereken bir iş. Ancak İnşallah yapabiliriz. Arapça, dünyanın en
zengin dillerinden biri. Öyle olmasına rağmen, K’uran-ı Kerim’i Lazcaya
çevirebiliriz. Lazca bu anlamda yeterlidir; zengindir.” Mustafa Dudulaşi, Lazcaya nananena “anadil”
değil “gurinena” (“yürek dili”) demenin daha doğru olduğuna inandığını
belirtti. Bu kullanımı teklif etti.
Hocaların Lazca konuşan halka Lazca hitap etmelerinin daha uygun olduğu
düşüncesinde olduğunu söyledi. İnce zeka ürünü söylemleriyle, resmi ideolojinin
nasıl insanları tesiri altına aldığına ve uyuşturduğuna ilişkin çok güzel örnekler verdi. Mustafa
Dudulaşi, daha sonra K’uran-ı Kerim’in Bakara Suresi’ni Lazca olarak okudu. Tam
bu sırada bir camiiden de ezan okunmaya başladı; İkinci Namazı vaktiydi. Alçak
gönüllü, sempatik bir genç olan Mustafa Dudulaşi’nin çok hoş bir sunum
yaptığını belirtmelim. Ümit ederim, öldüğüm zaman cenaze törenimi Lazca olarak
Mustafa Dudulaşi yönetir.
Daha
sonra Ridvan Özkurt Anç’aşi, yayınlanmış “Çona” (“Işık”) adlı Lazca şiir
kitabından okuduğu birbirinden güzel şiirleriyle toplantıya renk kattı; günün
anlamına uygun bir tutum sergiledi. Kendisine tutumuyla Muhammet Arnavutoğlu
Cursupeşi eşlik etti. Esat Sarı,
şiirlerini okuması için, Asım Bayrakoğlu’nu kürsüye davet etti. Asım
Bayrakoğlu, Lazcanın yaşatılması konusunda duyarlılık gösterenlere teşekkür
etti; bu çabalara desteğini açıkladı. Laz Kültür Derneği için yazmış olduğu
Lazca bir şiirini okudu. Ondan sonra Yılmaz Avcı’ya söz verildi. Lazca’yı
çocukluğundan beri yazmak için çok kafa yorduğunu söyledi. Lazca olarak
yayınlamış eserlerinden bahsetti. Halen baskıya hazır Lazca çalışmalarının bulunduğunu
duyurdu. Benimle birlikte Gürcüstan’a gittiğini ve bu gezinin notlarını Lazca
olarak kaleme aldığını söyledi. Ardından da herkesi coşturan şiirlerinden
okudu: “Çkin Lazi Voret” (“Biz Laz’ız”), “K’olxeti” (Kolkh Ülkesi”).
Daha
sonra kürsüye gelen Mustafa Çupina, konuşmasına Lazca başladı. Lazca şiirler
okudu. Anadil, kişilik ve kimlik
konusuna dikkat çekti. Bir çocuğun aynı anda hem anadilini hem de resmi dili
öğrenebileceğini ve bu durumun çocuğum gelişiminde, öğrenmesinde, kendisini
ifade etmesinde ne kadar önemli olduğuna vurgu yaptı. Yalanlarla insanların
oyalandığını, hem Lazcayı hem de Türkçeyi iyi konuşan insanları yetiştirmenin
mümkün olduğunu, ancak egemenlerin bunun önüne şimdiye kadar hep set
çektiklerini belirtti. Egemenlerin Almanya’da da, Türkiye’de de anadillerine
karşı aynı suçu işlediklerini söyledi.
Eğitimci kimliğiyle de anadili konusuna bir başka açıdan dikkat çekmiş oldu.
Anadilinin bizi, biz yaptığını vurguladı. Bir safsataya dikkat çekti: ‘Eğer
çocuklarınız Lazcayı öğrenirse, Türkçe’yi öğrenemez!’ Bu safsata Almanya’da da
var: ‘Çocuklarınız Türkçeyi öğrenirse, Almancayı öğrenemez!’ Ben yedi yıl
Almanya’da kaldım. Öğretmenlik yaptım. Bu safsatalar doğru olsaydı, ben
karşınızda olamayacaktım. Egemenlerin safsatası doğru olsaydı, Ali İhsan
Aksamaz kardeşim, Tahsin Ocaklı kardeşim nasıl anadilleri Lazca olduğu halde ,
yüksek öğrenim gördüler ve başarılı oldular öyleyse?! Pedagoglar diyor ki:
‘anadilini öğrenen bir kişi, ikinci dili çok kolay öğrenir’. Anadili olmadan
kişilik olmaz. Kültürlerin ölümü insanlığın ölümüdür. Kültürleri öldürmek,
dilleri öldürmektir. O zaman ne yapacağız?! Aynı dili konuşacağız! Herşey
homojenleşecek. Sıra nereye gelecek?! Lazca öldü mü sıra Türkçeye gelecek! E
İngilizce var; herşeyi anlatıyor! Veya Fransızların dil polisleri var. Onların
dili öğrenilecek. Zaten Almanlar, bütün sözcüklerin Almanca olarak söylenmesini
isterler. Ama bir Alman, mühendis olduğu zaman o herşeyiyle o mesleğin hakkını
verir. Neden?! Çünkü o kendi kültürüyle, diliyle yetişir de ondan. Az önce
arkadaşlarımız ne güzel şiirler okudular. Peki biz yaratamayız mı?!
Yaratabiliriz. Her işin başı sevgi. Lazcamız o kadar zengin ki. Yeter ki, bunu
algılayalım. Şu komleksi lütfen edinmeyelim: ‘Lazca bileceksin de ne olacak?!’
Bilmeyeceksin de ne olacak?! Bir onu düşün be gafil adam! Ben böyle değerlendiriyorum, sevgili
arkadaşlar.”
Son
olarak Mecit Çakırusta söz aldı. Kürsüden özetle şu noktalara dikkat çekti:
“Cumhuriyetten yedi ay yedi gün daha büyüğüm. İlkokul çağına geldiğimde köyde
okul yoktu. Camiye gidiyorduk. Camide dini dersler alıyorduk. İmami Vaidi diye
bir hoca vardı. İmam Vaidi, cenazeleri, Lazca dua ederek gömerdi. O zaman
Türkçe yoktu. Çok az kişi Türkçe biliyordu. Cenazeler bizde Lazca dua ile
gömülürdü. Bilahare ilkokul açıldı. İlkokula
gittik. Türkçe konuşmak zorundan, Türkçe öğrenmeye başladık. Ve dışarda Lazca
konuştuğumuz için, kimi arkadaşlar öğretmene şikayet ederlerdi. Öğretmenden
yediğim dayaklar neticesinde, her halde çok koyu Lazlaşmışım! Ve Lazcayı hep
daha nasıl geliştirebilirim?! Daha nasıl hayatiyete dökebilirim diye bilahare
bunun mücadelesini verdim. Üç yaşımdaydım babam vefat etti. 14 yaşımdaydım
annem vefat etti. Ve İstanbul’a gitmek zorunda kaldım.”
Mecit
Çakırusta, Dutkhe’den İstanbul’a geliş öyküsünü, nasıl çalışmaya başladığını
anlattı. Ardından da sendikacı olduğu için, TİP’in öncü işçilerinden olduğu
için ne muamelelere uğradığı konusunda bigi verdi. Konuşmasının ardından kitaplarını imzaladı. Kendisine iki kitap
imzalattım. Biri babam, biri de kendim için. Bir ara Mustafa Sonbay’ı gördüm el
sıkıştık. Mecit Çakırusta, Yılmaz Avcı,
Esat Sarı, İrfan Çağatay Aleksişi, Yalçın Ersoy ve diğer arkadaş ve dostlarla
vedalaştım; konuşmama ilişkin düşüncelerini, tepkileri sordum. İsmail Bucaklişi
elinde fotoğraf makinası toplantıyı ölümsüzleştirmek için oradan oraya
koşuşturuyordu hep Sonra beni kilisenin
önüne kadar götürdü. Orada bir süre ayaküstü sohbet ettik. Vedalaştık.
Koltuğumunun altında iki adet “Dutxuri P’alik’ari” adlı kitabla, vapurla
Eminönüne gitmek üzere iskeleye doğru adımlarımı sıklaştırdm.
Bekleme
salonunda ve vapur yolcuğum sırasında kitabı okumaya çalıştım. Yüreğim sevinç
doluydu. Lazca kitaplar artık birbiri peşisıra yayınlanıyordu. Bu Laz dili ve
kimliği için önemli bir gelişmeydi. Bu çalışmalara katkı sunan herkesin birer
kahraman, birer fedayi olduğuna kuşku yok.
Bu
“anadili toplantısı”nda bir konu dikkatimi çekti, daha doğrusu düşüncelerimi
teyid etti: Anadili önemlidir; yaşaması için mutlaka yazılması ve eğitiminin
verilmesi gerekir. Okulda da eğitim-öğretiminin verilmesi şart. Böyle bir
destekten yoksun bir dilin yaşaması, gelişmesi, gelecek kuşaklara aktarılması
imkansızdır. Anadili, kişinin kişiliğinin de, toplumun kolektif kimliğin de
temelidir. “Türk” Burjuvazisi, resmi ideolojisi, resmi tarih tezleriyle
yalnızca anadillerimize karşı bir insanlık suçu uygulamakla kalmamış,
uygulamalarıyla bu anadillerini konuşan halklar arasından çıkacak dayanışmacı
entelektüel bilincin gelişmesini de engellemiştir. Bu bütün anadilleri için
aynı. Lazca da, Çerkesçe de, Gürcüce de, Abazaca da aynı kaderi paylaşıyor.
Mecit
Çakırusta’ın anlattıklarına kulak verin; anadili Lazca olan bir çocuk, Lazca
konuştuğu için okulda baskıya uğruyor, dayak yiyor, kişiliği örseleniyor.
Pedagojik açıdan bakıldığında, bu çocuk ilk bilgilenmeleri, kendi anadilinde,
Lazca olarak almış. Şimdi okulda, kendisine bu bilgilenmeyi sunan anadilini
terketmesi için baskı uygulanıyor. Bu durum çocuğun travma geçirmesine sebep
oluyor. Bilmediği bir dilde eğitim- öğretime, bilmediği alanlarda, bilmediği
kavramlarla “bilgi verilmeye” çalışılıyor. Bu nedir?! Eğitim- öğretim mi,
işkence mi?! İnsanlarımız bütün bunları yaşadı. Günlük hayatında Lazca ile
işlerin yürüdüğü, cenazelerin Lazca dualarla kaldırıldığı bir ortamdan birden
Türkçeye zorla geçiş. Bu konu üzerinde bilim insanlarının mutlaka durması
gerekir.
İnsanlar
Lazlıklarını unutsun diye Lazca
yasaklanıyor. Konuşma alanları daraltılıyor. Toprak yolda konuşan neşeli, canlı
insanlar; asfalt yolda ve telefonda
Türkçe konuşmak için çırpınıyor, çaba harcıyorlar, zorlanıyorlar.
Anlatılanlardan bunlar kafamda yer ediyor. Oysa bugün; Lazcaları ne Lazca, Türkçeleri de ne Türkçe!
Hayatı algılayamaz ve kendilerini ifade edemez
hale gelmiş birkaç kuşak ve onların yetiştirdikleri çocuklar. İşte bu noktada;
Lazika Yayın Kolektifi’nin çabalarını görmemezlikten gelmek ve onlara sırt
dönmek “Türk” Burjuvazisinin “arabesk” resmi ideoloji ve tarih tezlerine destek
vermekten başka bir anlama gelmiyor artık. Çünkü bu kolektif, Lazcanın yazılı
ve standart bir dil haline gelmesi için çaba harcıyor. Lazca bildiğini ve
konuştuğunu zanneden her Laz aydınının bunun farkında olması gerekir. Bu tür
aydınların Lazcalarını geliştirmeleri gerektiğinin de farkındalığında olmaları
şart. Lazca kötü günler gördü. Ancak görüyoruz ki, Lazca bugün bile yazılı bir
edebiyat dilidir. Lazika Yayın Kolektifi ne yapıyor?! Hem Laz yazarların,
şairlerin Lazca eserlerini yayınlıyor, hem de
“ Ç’it’a Mapaskiri” (“Küçük Prens”) gibi
dünya klasiklerini Lazca yayınlama gibi bir gündemi var.Kuran-ı Kerim ve
İncil-i Şerif’in Lazcalarını da görmek artık şaşırtıcı olmamalı. Bu çabalar,
yıllardır küçümsenen Lazcanın dostlarını mutlu ederken, “Türk” Burjuvazisine ve
onun resmi ideoloji ve tarih tezlerine hizmet eden ve bu hizmetleriyle
nemalandırılmayı bekleyenleri kudurtuyor. Bunun örnekleri basında da görüyoruz.
Artık
geriye dönüş yok. Herkes bu duruma kendisini alıştırmalı. Şimdi filmi geriye
çevirelim. 1920’li yılların ilk yarısına dönelim. “Türk” Burjuvazisi akıllı
davranıp okullarda anadil dersleri de verseydi; maarif bu anadillerde kitaplar
yayınlasaydı; radyolarda bu anadillerde de şarkılar söylenseydi, bugün nasıl
bir ülkede yaşardık?! Hele siz buna bir kafa yorun!
Ali
İhsan Aksamaz, yusufbulut.com ,04 Mart 2012
aksamaz@gmail.com
https://www.youtube.com/watch?v=In_hi1Wp2Zg
https://www.youtube.com/watch?v=xMZnehQzXkQ
https://www.youtube.com/watch?v=jbZafHRAKto&t=34s
https://www.youtube.com/watch?v=xMZnehQzXkQ
https://www.youtube.com/watch?v=jbZafHRAKto&t=34s