29 Kasım 2019 Cuma

Mecit Çakırusta’nın İmza Günü Etkinliği





Mecit Çakırusta’nın İmza Günü  Etkinliği
(İzlenim, Tanıklıklar ve Değerlendirmeler; 19 Şubat 2012, Pazar)

Her aklı başında ve vicdan sahibi insan gibi emperyalist-kapitalist sistemin çıkarına çalışan uluslararası kuruluşları sevmedim. Bu tür kuruluşlara hep kuşkuyla yaklaştım. Yapmaya çalıştıkları, iyi gibi gözüken şeyleri de menfaatlerine uygun olarak ve kötü birşeyleri maskelemek için tezgahladıklarını düşündüm. Cemiyet-i Akvam (“Milletler Cemiyeti”) ve (“BM”) Birleşmiş Milletler’in niçin kurulduğunu ve neler yaptığı biliyorum. BM’in, Sovyetler Birliği’nin ayakta olduğu dönemde, bazı dönemlerde ve bazı konularda emperyalist-kapitalist sistemin menfaatlerini savunma noktasında bazen çok rahat edemediğinin farkındayım. Özetle; BM, emperyalist-kapitalist sistemin kuruluşudur.

Ya UNESCO?! O nedir? BM’nin yan kuruluşu. UNESCO’nun bayram, yıllbaşı kartlarını hatırlarsınız. Bazen gazetelerde, “bu kartlardan satın alarak Afrika’daki aç çocuklara katkı sağlayabileceğiniz” şeklindeki ilan ve haberlere rastlamışsınızdır. Fotoğrafları hatırlayın; o, derisi kemiğine yapışmış Afrikalı aç çocukları o hale getiren emperyalist-kapitalist sistemi değil mi? BM de emperyalist-kapitalist sistemin koruyucu kuruluşu olduğuna göre; yine bu BM’nin UNESCO’su bu çocukları nasıl kurtaracak?! Önce çocukları bu hale getirip sonra da kurtarmaya çalışıyor gibi yapması insanın gözünden kaçmaz. Emperyalist-kapitalist sistem, önce insanları sömürüyor, ölecek noktaya getiriyor ve sonra da yardım ediyormuş gibi yapıyor. Bu davranışının altında bu sömürüyü saklamaktan öte başka bir şey yatmıyor. Ölen yine ölecek. UNESCO’nun bu “şeker yüzü” anadillerimiz konusunda da karşımıza çıkıyor. Emperyalist-kapitalist sistemin şu “şeker yüzlü” UNESCO’sunun  ilan ettiği ve yıllardır Türkiye’de de kimilerinin  canhıraş kutladığı şu “uluslararası anadili günü”nün de bu sömürüyü saklamaktan öte başka bir şey olmadığına itirazı olan var mı?! Anadillerimizi öldürmesi için, “Türk” Burjuvajisine her türlü desteği veren  uluslararası emperyalist-kapitalist sistem değil mi?! Şimdi o uluslararası sömürü sisteminin “şeker yüzü” UNESCO;  nasıl derisi kemiğine yapışmış ve ölümün arefesindeki o afrikalı çocuğa yardım eder gibi sahtekarca bir tavır içindeyse, ölmekte olan anadillerimize karşı da aynı sahtekarca tavrı sergiliyor. Uluslararası emperyalist-kapitalist sistem- BM- UNESCO ilişkisini görmek için çok zeki olmak gerekmiyor. Hele UNESCO’nun “anadili günü”nü bütün bu farkındalıkları ortaya koymadan kutlamaya çalışmak, “Stokholm Sendromu” veya “katiline aşık olmak” gibi bir şey olsa gerek! UNESCO’yu referans alıp, onun “anadili günü”nü kutlayan yaşını başını almış, anti-emperyalist bir mazisi olan kimselere ne demeli?!

Kimi insanlar UNESCO’yu neden  kendilerine neden bayrak ve referans olarak görüyor?! Bunun iki cevabı olabilir. Ya;  uluslararası emperyalist-kapitalist sistemi bilmiyorlar, tanımıyorlar. Ya da; bu uluslararası emperyalist-kapitalist sistemin kimi kurumlarıyla gizli-açık bağlantıları var, oradan nemalanıyorlar. Her iki durumda da karşımıza bir gerçeklik çıkıyor: Maksatları, anadil felan değil; egolarını tatmin etmenin yolunu böyle bulmuşlar. O durumda da bir yandan “anadilimiz ölüyor” deyip, öte yandan da “bu anadilleri” öldüren sistemin değirmenine su taşımış olmuyorlar mı?! Bunu yerine  emperyalist-kapitalist sistemin ve onun “şeker yüzü” UNESCO’nun sinsiliğinin farkında olduklarını belirtip başka türlü bir davranış sergileyemezler mi?!

Yıllardır şu UNESCO’nun “anadili günü kutlamaları”na ilişkin bir makale yazmayı düşünmüşümdür. Ancak  her defasında da “21 Şubat”ı çeşitli sebeplerden ıskalamışımdır. Bu yıl, bu konuya ilişkin birşeyler yazıp insanlarla paylaşmayı düşündüm önce. Sonra da facebook’taki duvarımda kısa bir mesaj paylaşmak geldi aklıma. Hem yazacağım makale, hem de  bu kısa mesaj için kafa yormaya, notlar almaya çalışmıştım ki, telefonum çaldı. Karşıdaki ses Lazika Yayın Kollektifi’nden Mustafa Çupina idi. Her zamanki olgunlugu, sevecenliği ve samimiyetiyle, “anadili günü kutlaması ve Mecit Çakırusta’nın Lazca olarak yayınlanan kitabı “Dutxuri P’alik’ari” için bir toplantı yapacaklarını, beni de konuşmacı olarak davet etmek istediklerini,” söyledi. Katılıp katılamayacağımı sordu. Katılmaktan şeref duyacağımı belirttim. Ardından da, “benim BM konusunda, UNESCO konusunda, şu “uluslararası anadili günü” konusunda farklı düşüncelerim olduğunu, konuşmama, kuşkusuz bu duruşumun da yansıyacağını,” açıklama ihtiyacı hissettim. Mustafa Çupina, “bu konuda hiç şüphe duymamam gerektiğini, konuşmacıların özgürce kendilerini ifade etmelerini,” istediklerini söyledi. Tabi, söylediklerine mutlu oldum. 19 Şubat’ta yapacakları toplantıya katılacağımı belirttim.

Bu toplantı için nasıl bir konuşma hazırlamalıydım?! Mustafa Çupina’nın telefonundan sonra buna kafa yormaya başladım. Ancak önce şuna karar vermeliydim: Konuşmam Lazca mı olmalıydı? Türkçe mi? Konuşmayı Lazca yapıp sonradan Türkçe bir özetini açıklamam nasıl olurdu? Sonunda konuşmayı Lazca olarak yapmaya karar verdim. Lazca konuşma metnini hazırlamaya koyuldum hemen. Kısa bir metin olmalıydı. Kısa cümleler kullanmalıydım. Anlaşılır bir dil tutturmalıydım. Başta düşüncem kısa bir metin hazırlamaktı. Ancak metin bittiğinde üçbuçuk sayfayı bulmuştu. Konuşma metnimi dört bölümden oluşturdum. İlki; Lazlara ve Lazcaya ilişkindi. Lazların tarih, coğrafya ve geçmişleriyle çok eski bir halk olduklarına vurgu yaptım. Hem Lazlara hem de ataları K’olkhlara ilişkin yazmış olan Rodoslu Apollonius, Ksenephon, Plinius, Prokopius, Agatias, Priskos, Menandros, Arrianus, Teophenes gibi yazarların adlarını andım.

Konuşma metnimin ikinci bölümünde; Mecit Çakırusta’nın ne kadar önemli bir iş yaptığını vurguladım. Babamın, kendisiyle eski arkadaş olduklarına ve elli yıl önce bir süre komşu olduğumuzu belirttim.   

Üçüncü bölümü Lazika Yayın Kollektifi’ne ayırdım. Lazca eserler yayınlamakla ne kadar önemli bir iş yaptıklarına dikkat çekmeye çalıştım. Bu sebeple de Lazca konusunda duyarlı olan aydınların bu yayın kolektifine destek olmalarının önemini belirttim. Son bölümde ise; UNESCO’nun uluslararası emperyalist-kapitalist sistemin “şeker yüzü” olduğuna dikkat çektim. Amerikan Emperyalizmi’nin Irak ve Libya’da yaptıklarına, Suriye’de yapmaya çalıştıklarına vurgu yaptım. Bu son bölümde, Sovyetler Birliği’nin ilk döneminde Aç’aristan ve Abhkhazya Lazlarının “kültürel haklar”ına vurgu yaptım: Lazların Anadil Okulları vardı, gazeteleri vardı, tiyatroları vardı. TKP’nin kurucular komitesi üyesi Topçuoğlu Osmani Pazarlı bir Lazdı. Laz Okulları direktörü İskender Tzitaşi’yi ve Laz emek mücadelesinin önderi Safiye Hanımı da andım.

Şimdi sıra bu konuşma metnini önce okumaya sonra da metne bakmadan konuşmaya geldi. Bu işin kolay olmadığını biliyordum. Birkaç kez prova yaptım. Artık 19 Şubat’a hazırdım.
Yukarıda belirttiğim gibi; facebook’taki duvarıma da bir mesaj yazdım. Amacım, 21 Şubat’ı  anadillerimizi savunuyormuş gibi yapıp da UNESCO’yu referans gösterip emperyalist- kapitalist sistemi bilinçli-bilinçsiz olarak aklamaya çalışanların hareket alanını daraltmaya çalışmaktı. Facebook’taki duvarıma şöyle bir mesaj yazdım:
 
“  ‎21 Şubat’ı “anadili günü” ilan etmek emperyalistlerin iki yüzlülüğünün ve günah çıkarmak istemelerinin bir ifadesidir. Emperyalistlerin kuruluşu “Birleşmiş Milletler”in günah çıkarma birimi “UNESCO”nun merhametine ihtiyacımız yok . 21 Şubat’ı “anadili günü” olarak kabul etmek ve kutlamak ve “UNESCO”yu kendimize referans almak emperyalistlerin gölgesine sığınmaktan başka bir şey değildir. bu yılki 21 Şubat toplantılarımızda UNESCO’ya teslim bayrağı çekmeyelim. Emperyalizmin iki yüzlülüğünü açığa vuralım. Artık “anadillerimiz ölüyor” sakızını da çiğnemeyelim. Emperyalistlerin iki yüzlü kurumu UNESCO’nun 21 Şubat’ı ağlama duvarı haline getirmesine karşı, anadillerimiz için somut projelerimizle aktivitelere katılalım. Hem emperyalistlerin kurumu UNESCO’nun iki yüzlülüğünü hem de  bu iki yüzlülüğün ağlama duvarında timsah gözyaşları dökenleri açığa vuralım.”
Emperyalizmi ve onun “şeker yüzü” UNESCO’yu hedef alan facebook duvarımdaki bu kısa mesajıma tek tepki (“GKM”) Gürcü Kültür Merkezi Başkanı Eşref Yılmaz’dan geldi. Burada bir yorum yapmak istemiyorum. Belki kendisi birgün, emperyalist-kapitalist sisteme ve onun UNESCO’suna karşı çıkmış olmama neden karşı çıktığını bir bir makale yazarak açıklama ihtiyacı hisseder de biz de davranışınız öğreniriz!
Lazika Yayın Kollektifi’nin 19 Şubat toplantısı için Lazca konuşma metnim hazırdı. Facebook’taki duvarıma mesajımı da yazmıştım. Şimdi sıra yazacağım makaleye gelmişti:  “Yine Geldi 21 Şubat (“Xolo Komoxtu 21 K’undura”). Notlar alıyor, yazıyı düzenlemeye çalışıyordum. Nitekim o makalem aynı başlıkla 21 Şubat 2012’de www.yusufbulut.com adlı sitede yayınlandı.
Uzun yıllardır kendisiyle görüşemediğim Ali Çurey ile telefonla da olsa bir süre önce tekrar bağlantı kurmuştuk. Bir araya gelmek istiyorduk. Lazika Yayın Kollektifi’nin bu toplantısına kendisini de davet ettim. Demokrat Gürcüler Platformu’ndan Nevzat Kaya’yı da etkinliğe davet ettim. Etkinlikte kendisine de söz verilme ihtimali bulunduğuna dikkat çekerek hazırlıklı olmasını önerdim.
 
Lazika Yayın Kollektifi, 19 Şubat 2012’deki  bu etkinliği şöyle duyurdu:


Değerli kültür dostlarımız, anadili farkındalığını arttırmak, anadilimizin güncel durumunu analiz etmek ve değerlendirmek için düzenleyeceğimiz Anadili etkinliklerinde sizleri de aramızda görmeyi, anadil sorumluluğumuzu sizlerle de paylaşmayı temenni ediyoruz.



Etkinlik programı:

1. Açılış Konuşması (Lazika Yayın Kollektifi)

2. Anadili Günü Paneli

Konuşmacılar:

Ali İhsan Aksamaz

Tahsin Ocaklı

3. İmza Günü

Mecit Çakırusta yeni çıkan "Dutxuri Palikari" adlı kitabını imzalıyor.

4. Kokteyl”
Lazika Yayın Kollektifi’den yapılan bir diğer açıklamada da şöyle deniyordu:

Değerli dostlar,

Yarın Lazika Yayın Kollektifi olarak "Anadili Günü" ve "Mecit Çakırusta imza günü" düzenleyeceğimizi duyurmuştuk. Etkinliği biraz daha açıklama gereği duyuyoruz.

Bilindiği üzere Mecit Çakırusta Laz kültür hareketinin her safhasında yer almış, önemli bir tarihi ve kültürel birikime sahip "tişineri/ umçane" bir Lazdır. Onun bu birikimlerinin bir bölümünü aktardığı "Dutxuri Ṗaliǩari/ Dutxa (Tunca) Delikanlısı" adlı kitabı hem Laz kültürü hem de yakın dönem Laz tarihi açısından önemli bir eserdir. Ayrıca söz konusu kitap "ilk Lazca otobiyografi" olması açısından da Yazılı Laz Edebiyatındaki yerini almıştır!

Lazika Yayın Kollektifi'nin geçen hafta yayımladığı kitap, okuyucularıyla ilk kez yarınki anadili ve imza günü etkinliğinde buluşacaktır.

Gerek anadili günü çerçevesinde yapılacak panel ve tartışmalar gerekse imza günü ile okuyucularıyla buluşacak yeni kitap hasebiyle sizi bu tarihi güne tanıklık etmeye davet ediyoruz.”

           19 Şubat günü önce tramvay ve ardından da bir vapur yolculuğundan sonra Kadıköy’e geçtim. Yolculuğum sırasında toplantı yeri konusunda Ali Çurey, İsmail Bucaklişi ve Mustafa Çupina ile birkaç kez telefon görüşmesi yaptık.  Ali Çurey’in salimen oraya vardığından emin oldum. Nevzat Kaya da telefon ettim. Bir başka etkinliğe katılacağını, o etkinlikten sonra vakit kalırsa kendisinin de geleceğini belirtti. Ancak işleri uzadığı için toplantıya gelemedi. Konuşma metnimi gözden geçirdim.

           Yazdan kalma denilebilecek bir gündü. Vapurdan indikten sonra kısa bir yürümeyle toplantının yapılacağı “İsina Bar”a ulaştım. Etkinlik üst kattaymış. Dar merdivenden hızlı adımlarla çıktım. İlk karşılaştıklarım; Mustafa Çupina, Orhan Sapan, Rıdvan Özkurt Anç’aşi, Eylem Bostancı ve İrfan Çağatay Aleksişi idi. Selamlaştık. Ardından da bir masada oturan Ali Çurey ile karşılaştım. El sıkıştık. Kucaklaştık. Kendisini  Rıdvan Özkurt Anç’aşi ile tanıştırdım. Oturduk sohbete başladık. Görüşmediğim uzun yıllar Ali Çurey’den fazla bir şey almamış. Hafızası canlı. Hiçbir ayrıntıyı unutmumamış. Yüreği yine Kafkasya sevgisi ve Kafkasya dillerinin yaşamasına ilişkin sıcaklıkla dopdolu. Kendisine hemen Mecit Çakırusta’nın Lazca olarak yayınlanan otobiyokrafik kitabını uzattım. İlgi ve sevgiyle incelemeye başladı.

           Mekan yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başlamıştı. Lazca sohbetler, konuşmalar birbirine karışıyordu. Mecit Çakırusta ve torunu da oradaydı. Emektarlardan Yılmaz Avcı, yıllardır bu tür toplantıları hiç kaçırmayan Ali Osman  Öziskender, Yaşar Bayraktar, Asım Bayrakoğlu, Yalçın Ersoy, Tahsin Ocaklı ilk gözüme çarpanlardı.

           Misafirlere kırmızı şarap ve ardından da çay ikramında bulunuldu. Konuşmacıların sunum yapacağı ve oturacağı masa, kürsü ve mikrofon hazırlandı.

           Ali Çurey ile Türkiye’de kimliklerimizin geleceğine ilişkin kaygularımız üzerine konuştuk. ABD’nin, Kafkasya’ya girmeye çalışmasının doğurabileceği kötü sonuçlar konusunda sohbet ettik. Fikirlerimizi paylaştık. Gürcüstan’ın hem Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde hem de bugün ne gibi hatalar yaptığının üzerinde durduk. ABD’yi Kafkasya’ya Rusya Federasyonu’nun burnunun  dibine sokmaya çalışmasının Kafkasya ve Kafkasya halkları için hiç de hayırlı olmadığını konuştuk. Rusya, Kafkasya’ya ABD gibi dışarıdan bir güç değildi. Nereden bakılırsa en azında Sovyetler Birliği dönemindeki ortak vatan ve yurttaşlık ve ortak edinilmişlikler vardı. Bunlar göz ardı edilemezdi. Önemli olan Çerkes kimliğinin Kafkasya’da diliyle mümkün olduğu ölçüde yaşaması ve yaşatılmasıydı. Rus halkı kesinlikle düşman değildi. Çok dikkatli davranılmalıydı. Bütün bunlar konuşuluyorken söz döndü dolaştı Çeçen dostumuz (rahmetli) Tarık Cemal Kutlu’ya geldi.

           Tarık Cemal Kutlu’yu andık. Ali Çurey, bir tanıklığını anlattı: Cohar Dudayev Türkiye’ye gelmiştir. Bir toplantı yapılır. Ali Çurey, bu toplantıya katılanlar arasındadır. Tarık Cemal Kutlu da. Toplantıya kısa bir süre dönemin parti liderlerinden Alparslan Türkeş de katılır; toplantıdan ayrılıken yanındakilere Cohar Dudayev ile ilgili şunları söyler: “ Bu genç generale söyleyin; Rusya’ya karşı dikkatli davransın.” Çeçenlerin yaşadıkları trajedileri biliyoruz. Türkiye’de trübünlere neler söylendiği malum! Ama gerçeklik çok farklı. Sovyetler Birliği’nin dağılış döneminde yaşananları biliyorsunuz. İki birlik cumhuriyeti Gürcüstan ve  Azerbeycan ve özerk bölge Çeçenistan liderlikleri hata yapmışlar; halklarının ölmelerine, sürgünlerine ve acı çekmelerine sebep olmuşlardır.

           Toplantı resmen başlamak üzereydi. Toplantıyı yöneten Esat Sarı, beni konuşmacıların sunumlarını yapacakları masa ve kürsünün bulunduğu yere çağıdı. Ali Çurey’den izin istedim. Oradan ayrıldım.

 Hemen belirtmeliyim; insanların kimliklerinin en belirgin özelliği olan anadillerini, Lazcayı şehvetle konuşmaları karşısında Ali Çurey’ın, oldukça şaşırmış olduğunu gördüm. Bu durum onu keyiflendirmişti. Nitekim kendisine de söz verildiğinde bu duygularını açıklama fırsatı buldu.

Toplantının yöneticisi Esat Sarı, Lazca bir açılış konuşması yaptı. Bu toplantının neden yapıldığına ilişkin bilgi verdi.  “Anadili günü” ve Mecit Çakırusta’nın Lazika Yayın Kollektifinden çıkan “Dutxuri P’alik’ari” ( “Tuncalı Genç”) adlı kitabının imza günü  için toplanıldığına işaret etti. Laz kimliğinin önemli nişanesi olan Lazcanın yaşatılması için gelecekte neler yapılacağına ilişkin de  fikirler de alınacağını belirtti. Esat Sarı, daha sonra bu toplantıda konuşacak olan beni ve Tahsin Ocaklı’yı misafirlere tanıttı. Ardından da sözü bana verdi.

Kalktım. Konuşacağım kürsünün arkasında durdum. Lazca konuşma metnini okumanın değil de konuşmanın daha uygun olacağına inandığım için konuşmaya başladım. Lazca olarak yaptığım konuşmamda, yukarıda belirttiğim dört noktaya dikkat çektim:  Lazlar Doğu Karadeniz ve Güney Kafkasya’nın yerli ve  çok eski bir halkıdır. Lazca ise çok eski bir dildir. Mecit Çakırusta bir kahramandır, hem kendi anadili hem de yaşadığı ülkenin halklarının birliği ve refahı için çalışmıştır. Lazika yayın Kollektifi Lazcaya destek oluyor. Her Laz aydını da bu kollektife destek olmalıdır. Bir farkındalığımız var; BM ve UNESCO emperyalist-kapitalist sistemin kurumlarıdır; anadilimizin  bu durumundan o sorumludur. Lazca, Sovyetler Birliği’nin ilk dönemlerinde Aç’aristan ve Abkhazyadaki anadil okullarında okutuluyordu. Lazca kitaplar vardı. Lazca gazete vardı. Lazca tiyatrolar sergileniyordu.
Konuşmamı Türkçe’ye İrfan Çağatay Aleksişi aktardı. Daha sonra Erkan Ocaklı’ya söz verildi. Anadil konusunda önemli noktalara dikkat çekti. Bir dilin yaşaması için mutlaka yazılması ve eğitiminin de verilmesi gerektiğine  vurgu yaptı. Lazika Yayın Kolektifi’nin yaptıklarının çok önemli olduğunu belirtti. Toplantıya katılan Laz annelerle Lazca diyaloglar kurarak konuşmasına başka bir soluk kattı. Laz kadınlarının geçmişteki yaşantılarına ilişkin kesitleri onların ağzından bizlerle paylaştı.

Esat Sarı, daha sonra Çerkes dostumuz Ali Çurey’in de  toplantıya katkıda bulunmasını istedi. Ali Çurey özetle şunları söyledi: “ Yürekten söylüyorum, bugün Lazım ben.  Her Laz insanının duyacağı heyecanı duyuyorum. Hele bu anadil meselelerini dinledikten sonra göğüsüm kabardı; gururlandım. Tanrı’ya şükürle olsun ki, Lazcayı da bu kadar net, güzel, duru olarak dinleme imkanını bana verdi. Kafkas Halklarının tüm sıcaklığını, tüm duyarlılığını bu odada, bu sıcak insanlardan ziyadesiyle aldım. 1965 yılında, Georges Dumézil diye bir Fransız bilimadamıyla tanıştık. Şimdi ölü bir dil sayılan Vubıhça’dan bahsediyordu. Ben de ona dedim ki; ‘Hocam, ölü dil, bu Vubıhça ile uğraşacağına, ölmek üzere olan Adığece’yi kurtaralım. Sonra bugün Vubıhça konuşan kaç kişi kaldı ki?!  Dumézil, bunun üzerine şöyle dedi: ‘Bak delikanlı, şu anda Vubıhça konuşan onaltı kişi tespit ettim.’ 1965 yılında. ‘Bunların hepsi benden sonra ölecek,’ dedi. ‘O halde bu dil yaşıyor,’ dedi. Dil, dili kullanan ve dilin yaşamasını isteyenlerin sayısı önemli değil. Onu yaşatmak isteyenlerin yürekten ona sadık kalmaları önemli. Kanaatim o. Bir kazan sütü, üç-beş kaşık maya ile yoğurt haline getiriyoruz. Toplum da böyle bir şey. Büyük bir kazan gibidir. Onu mayalayacak olanlar, işte Mecit Amcalar gibi, Ali İhsan Kardeşim gibi insanlardır. Onları iyi koruyalım. Onlara gerçekten; şunu esirgemeyelim: onların emeklerini takdir edelim. Onların emekleri gelecek nesiller için biraz rehber, biraz ışık, birer meşale olacaktır. Korkmayın Lazca yaşayacak. Benim bugün gördüğüm, şu bir avuç insan, bunu yaşatacak ve yaşayacak. Hiç kimse endişe etmesin. Bizi tanzim eden ve bu dili bize veren Tanrı adına Lazcayı yaşatalım. Çünkü tarihin hiç beklenmedik, hiç umulmadık anahtarları, böyle küçük halkların dillerinde sözcüklerde saklıdır.Yaşasın Lazca ”

Esat Sarı, Kuran-ı Kerim’in mesajının Lazca olarak da anlaşılabileceğine dikkat çekti. Daha sonra da kürsüye Mustafa Dudulaşi’yi davet etti. Mustafa Dudulaşi konuşmasının tamamını, duru ve anlaşılır bir Lazca ile yaptı. Ali Çurey’in söylediklerine atıfta bulunarak, onun konuya ilişkin bazı söylediklerini zaten Kuran-ı Kerim’in de öyle yazdığını belirtti. İnsanların, birbirlerini tanımaları için farklı farklı yaratıldıklarına dikkat çekti. Bunun ilahi bir hediye olduğunu söyledi: “Allah bize Lazcayı hediye verdi, Biz de ona bakacağız. Bazı sureleri Lazcaya çevirdim. Ancak çok zor bir iş. Bir kişinin işi değil. Birlikte yapılması gereken bir iş. Ancak İnşallah yapabiliriz. Arapça, dünyanın en zengin dillerinden biri. Öyle olmasına rağmen, K’uran-ı Kerim’i Lazcaya çevirebiliriz. Lazca bu anlamda yeterlidir; zengindir.”  Mustafa Dudulaşi, Lazcaya nananena “anadil” değil “gurinena” (“yürek dili”) demenin daha doğru olduğuna inandığını belirtti. Bu kullanımı teklif etti.  Hocaların Lazca konuşan halka Lazca hitap etmelerinin daha uygun olduğu düşüncesinde olduğunu söyledi. İnce zeka ürünü söylemleriyle, resmi ideolojinin nasıl insanları tesiri altına aldığına ve uyuşturduğuna  ilişkin çok güzel örnekler verdi. Mustafa Dudulaşi, daha sonra K’uran-ı Kerim’in Bakara Suresi’ni Lazca olarak okudu. Tam bu sırada bir camiiden de ezan okunmaya başladı; İkinci Namazı vaktiydi. Alçak gönüllü, sempatik bir genç olan Mustafa Dudulaşi’nin çok hoş bir sunum yaptığını belirtmelim. Ümit ederim, öldüğüm zaman cenaze törenimi Lazca olarak Mustafa Dudulaşi yönetir.

Daha sonra Ridvan Özkurt Anç’aşi, yayınlanmış “Çona” (“Işık”) adlı Lazca şiir kitabından okuduğu birbirinden güzel şiirleriyle toplantıya renk kattı; günün anlamına uygun bir tutum sergiledi. Kendisine tutumuyla Muhammet Arnavutoğlu Cursupeşi eşlik etti.  Esat Sarı, şiirlerini okuması için, Asım Bayrakoğlu’nu kürsüye davet etti. Asım Bayrakoğlu, Lazcanın yaşatılması konusunda duyarlılık gösterenlere teşekkür etti; bu çabalara desteğini açıkladı. Laz Kültür Derneği için yazmış olduğu Lazca bir şiirini okudu. Ondan sonra Yılmaz Avcı’ya söz verildi. Lazca’yı çocukluğundan beri yazmak için çok kafa yorduğunu söyledi. Lazca olarak yayınlamış eserlerinden bahsetti. Halen baskıya hazır Lazca çalışmalarının bulunduğunu duyurdu. Benimle birlikte Gürcüstan’a gittiğini ve bu gezinin notlarını Lazca olarak kaleme aldığını söyledi. Ardından da herkesi coşturan şiirlerinden okudu: “Çkin Lazi Voret” (“Biz Laz’ız”), “K’olxeti” (Kolkh Ülkesi”).

Daha sonra kürsüye gelen Mustafa Çupina, konuşmasına Lazca başladı. Lazca şiirler okudu. Anadil, kişilik ve  kimlik konusuna dikkat çekti. Bir çocuğun aynı anda hem anadilini hem de resmi dili öğrenebileceğini ve bu durumun çocuğum gelişiminde, öğrenmesinde, kendisini ifade etmesinde ne kadar önemli olduğuna vurgu yaptı. Yalanlarla insanların oyalandığını, hem Lazcayı hem de Türkçeyi iyi konuşan insanları yetiştirmenin mümkün olduğunu, ancak egemenlerin bunun önüne şimdiye kadar hep set çektiklerini belirtti. Egemenlerin Almanya’da da, Türkiye’de de anadillerine karşı aynı  suçu işlediklerini söyledi. Eğitimci kimliğiyle de anadili konusuna bir başka açıdan dikkat çekmiş oldu. Anadilinin bizi, biz yaptığını vurguladı. Bir safsataya dikkat çekti: ‘Eğer çocuklarınız Lazcayı öğrenirse, Türkçe’yi öğrenemez!’ Bu safsata Almanya’da da var: ‘Çocuklarınız Türkçeyi öğrenirse, Almancayı öğrenemez!’ Ben yedi yıl Almanya’da kaldım. Öğretmenlik yaptım. Bu safsatalar doğru olsaydı, ben karşınızda olamayacaktım. Egemenlerin safsatası doğru olsaydı, Ali İhsan Aksamaz kardeşim, Tahsin Ocaklı kardeşim nasıl anadilleri Lazca olduğu halde , yüksek öğrenim gördüler ve başarılı oldular öyleyse?! Pedagoglar diyor ki: ‘anadilini öğrenen bir kişi, ikinci dili çok kolay öğrenir’. Anadili olmadan kişilik olmaz. Kültürlerin ölümü insanlığın ölümüdür. Kültürleri öldürmek, dilleri öldürmektir. O zaman ne yapacağız?! Aynı dili konuşacağız! Herşey homojenleşecek. Sıra nereye gelecek?! Lazca öldü mü sıra Türkçeye gelecek! E İngilizce var; herşeyi anlatıyor! Veya Fransızların dil polisleri var. Onların dili öğrenilecek. Zaten Almanlar, bütün sözcüklerin Almanca olarak söylenmesini isterler. Ama bir Alman, mühendis olduğu zaman o herşeyiyle o mesleğin hakkını verir. Neden?! Çünkü o kendi kültürüyle, diliyle yetişir de ondan. Az önce arkadaşlarımız ne güzel şiirler okudular. Peki biz yaratamayız mı?! Yaratabiliriz. Her işin başı sevgi. Lazcamız o kadar zengin ki. Yeter ki, bunu algılayalım. Şu komleksi lütfen edinmeyelim: ‘Lazca bileceksin de ne olacak?!’ Bilmeyeceksin de ne olacak?! Bir onu düşün be gafil adam!  Ben böyle değerlendiriyorum, sevgili arkadaşlar.”

Son olarak Mecit Çakırusta söz aldı. Kürsüden özetle şu noktalara dikkat çekti: “Cumhuriyetten yedi ay yedi gün daha büyüğüm. İlkokul çağına geldiğimde köyde okul yoktu. Camiye gidiyorduk. Camide dini dersler alıyorduk. İmami Vaidi diye bir hoca vardı. İmam Vaidi, cenazeleri, Lazca dua ederek gömerdi. O zaman Türkçe yoktu. Çok az kişi Türkçe biliyordu. Cenazeler bizde Lazca dua ile gömülürdü.  Bilahare ilkokul açıldı. İlkokula gittik. Türkçe konuşmak zorundan, Türkçe öğrenmeye başladık. Ve dışarda Lazca konuştuğumuz için, kimi arkadaşlar öğretmene şikayet ederlerdi. Öğretmenden yediğim dayaklar neticesinde, her halde çok koyu Lazlaşmışım! Ve Lazcayı hep daha nasıl geliştirebilirim?! Daha nasıl hayatiyete dökebilirim diye bilahare bunun mücadelesini verdim. Üç yaşımdaydım babam vefat etti. 14 yaşımdaydım annem vefat etti. Ve İstanbul’a gitmek zorunda kaldım.”

Mecit Çakırusta, Dutkhe’den İstanbul’a geliş öyküsünü, nasıl çalışmaya başladığını anlattı. Ardından da sendikacı olduğu için, TİP’in öncü işçilerinden olduğu için ne muamelelere uğradığı konusunda bigi verdi. Konuşmasının ardından  kitaplarını imzaladı. Kendisine iki kitap imzalattım. Biri babam, biri de kendim için. Bir ara Mustafa Sonbay’ı gördüm el sıkıştık.   Mecit Çakırusta, Yılmaz Avcı, Esat Sarı, İrfan Çağatay Aleksişi, Yalçın Ersoy ve diğer arkadaş ve dostlarla vedalaştım; konuşmama ilişkin düşüncelerini, tepkileri sordum. İsmail Bucaklişi elinde fotoğraf makinası toplantıyı ölümsüzleştirmek için oradan oraya koşuşturuyordu hep Sonra  beni kilisenin önüne kadar götürdü. Orada bir süre ayaküstü sohbet ettik. Vedalaştık. Koltuğumunun altında iki adet “Dutxuri P’alik’ari” adlı kitabla, vapurla Eminönüne gitmek üzere iskeleye doğru adımlarımı sıklaştırdm.

Bekleme salonunda ve vapur yolcuğum sırasında kitabı okumaya çalıştım. Yüreğim sevinç doluydu. Lazca kitaplar artık birbiri peşisıra yayınlanıyordu. Bu Laz dili ve kimliği için önemli bir gelişmeydi. Bu çalışmalara katkı sunan herkesin birer kahraman, birer fedayi olduğuna kuşku yok.

Bu “anadili toplantısı”nda bir konu dikkatimi çekti, daha doğrusu düşüncelerimi teyid etti: Anadili önemlidir; yaşaması için mutlaka yazılması ve eğitiminin verilmesi gerekir. Okulda da eğitim-öğretiminin verilmesi şart. Böyle bir destekten yoksun bir dilin yaşaması, gelişmesi, gelecek kuşaklara aktarılması imkansızdır. Anadili, kişinin kişiliğinin de, toplumun kolektif kimliğin de temelidir. “Türk” Burjuvazisi, resmi ideolojisi, resmi tarih tezleriyle yalnızca anadillerimize karşı bir insanlık suçu uygulamakla kalmamış, uygulamalarıyla bu anadillerini konuşan halklar arasından çıkacak dayanışmacı entelektüel bilincin gelişmesini de engellemiştir. Bu bütün anadilleri için aynı. Lazca da, Çerkesçe de, Gürcüce de, Abazaca da aynı kaderi paylaşıyor.

Mecit Çakırusta’ın anlattıklarına kulak verin; anadili Lazca olan bir çocuk, Lazca konuştuğu için okulda baskıya uğruyor, dayak yiyor, kişiliği örseleniyor. Pedagojik açıdan bakıldığında, bu çocuk ilk bilgilenmeleri, kendi anadilinde, Lazca olarak almış. Şimdi okulda, kendisine bu bilgilenmeyi sunan anadilini terketmesi için baskı uygulanıyor. Bu durum çocuğun travma geçirmesine sebep oluyor. Bilmediği bir dilde eğitim- öğretime, bilmediği alanlarda, bilmediği kavramlarla “bilgi verilmeye” çalışılıyor. Bu nedir?! Eğitim- öğretim mi, işkence mi?! İnsanlarımız bütün bunları yaşadı. Günlük hayatında Lazca ile işlerin yürüdüğü, cenazelerin Lazca dualarla kaldırıldığı bir ortamdan birden Türkçeye zorla geçiş. Bu konu üzerinde bilim insanlarının mutlaka durması gerekir.

İnsanlar Lazlıklarını unutsun diye  Lazca yasaklanıyor. Konuşma alanları daraltılıyor. Toprak yolda konuşan neşeli, canlı insanlar; asfalt yolda ve telefonda  Türkçe konuşmak için çırpınıyor, çaba harcıyorlar, zorlanıyorlar. Anlatılanlardan bunlar kafamda yer ediyor. Oysa bugün;  Lazcaları ne Lazca, Türkçeleri de ne Türkçe! Hayatı algılayamaz ve kendilerini ifade edemez  hale gelmiş birkaç kuşak ve onların yetiştirdikleri çocuklar. İşte bu noktada; Lazika Yayın Kolektifi’nin çabalarını görmemezlikten gelmek ve onlara sırt dönmek “Türk” Burjuvazisinin “arabesk” resmi ideoloji ve tarih tezlerine destek vermekten başka bir anlama gelmiyor artık. Çünkü bu kolektif, Lazcanın yazılı ve standart bir dil haline gelmesi için çaba harcıyor. Lazca bildiğini ve konuştuğunu zanneden her Laz aydınının bunun farkında olması gerekir. Bu tür aydınların Lazcalarını geliştirmeleri gerektiğinin de farkındalığında olmaları şart. Lazca kötü günler gördü. Ancak görüyoruz ki, Lazca bugün bile yazılı bir edebiyat dilidir. Lazika Yayın Kolektifi ne yapıyor?! Hem Laz yazarların, şairlerin Lazca eserlerini yayınlıyor, hem de  “ Ç’it’a Mapaskiri” (“Küçük Prens”) gibi  dünya klasiklerini Lazca yayınlama gibi bir gündemi var.Kuran-ı Kerim ve İncil-i Şerif’in Lazcalarını da görmek artık şaşırtıcı olmamalı. Bu çabalar, yıllardır küçümsenen Lazcanın dostlarını mutlu ederken, “Türk” Burjuvazisine ve onun resmi ideoloji ve tarih tezlerine hizmet eden ve bu hizmetleriyle nemalandırılmayı bekleyenleri kudurtuyor. Bunun örnekleri basında da görüyoruz.

Artık geriye dönüş yok. Herkes bu duruma kendisini alıştırmalı. Şimdi filmi geriye çevirelim. 1920’li yılların ilk yarısına dönelim. “Türk” Burjuvazisi akıllı davranıp okullarda anadil dersleri de verseydi; maarif bu anadillerde kitaplar yayınlasaydı; radyolarda bu anadillerde de şarkılar söylenseydi, bugün nasıl bir ülkede yaşardık?! Hele siz buna bir kafa yorun!


Ali İhsan Aksamaz, yusufbulut.com ,04 Mart 2012
aksamaz@gmail.com



“Romani nç̆aralobaşi irişen ʒ̆oxlemxtimu noʒ̆ile ren!”

      “Romani nç̆aralobaşi irişen ʒ̆oxlemxtimu noʒ̆ile ren!”     [ Goʒ̆otkvala : Ma A. Cengiz Bukeri doviçini dido ʒ̆anapeş ʒ̆oxle...