Lazlara
İlişkin İki Kitabın Hikâyesi ve Tanıklıklarım - Anılarım
Mecit Çakırusta’yı tanırsınız; geçen yıl Şubat ayında
“Dutxuri P’alik’ari” adlı kitabı “Lazika
Yayın Kollektifi”nden yayınlanmıştı. Ben kendisini abartısız elli yıldır
tanırım; ailecek görüşürüz; komşuyduk; babamın eski tanıdıklarından bir
tanesidir. Kendisinin Pendik’te bir mekânı vardır; orayı işletir uzun
yıllardır.
Eskiden
evim Topkapı civarındaydı. Topkapı’dan Pendik’e gitmek, ziyarette bulunmak ve
dönmek insanın tam bir gününü alıyordu. 1996 başıydı. Bir gün kendisini
ziyarete gittim. İşlettiği kahvehanedeydi. Beni görünce çok sevindi. Oturduğu
masada kendi emsali birkaç kişi daha vardı. Beni de buyur etti; onlarla
tanıştırdı. Yanlış hatırlamıyorsam, masadakilerden biri hariç tamamı Laz idi.
Kimi Ardeşen’den, kimi Arhavi’den, Kimi Hopa’dan. Benimle tanışma faslı
bittikten sonra, ben gidince ara verdikleri konuşmalarına ben hiç orada
yokmuşum gibi devam ettiler. Konu günlük politikaydı. Kimisi iktidarın
politikalarını, kimi muhalafetin söylediklerini savunuyordu. Ne iktidar partisi
ne de muhalefet partisi beni ilgilendiriyordu. Konu bir sistem sorunuydu. Bu
sistem değişmedikçe hiçbir iş yoluna girmeyecekti; böyle inanıyordum. Bu
sebeple de tartışmalarına katılmayı tercih etmedim. Zaten; oldum olası
siyasetle uğraşmadım, hiçbir siyasetçinin de hayranı olmadım. Onları dinlemekle
yetindim.
Çaylar
geldi; içildi. Ardından bir daha. Bir süre sonra konu değişti. Lazlar üzerine
konuşmaya başladılar. Konu döndü dolaştı, Lazların kökenine geldi. Konuşmaları
beni hayrete düşürüyordu: Laz olmaktan, Lazca bilmekten ve Lazcayı konuşmaktan
gurur duyuyorlardı. Lazcanın ölmemesi gerektiğini söylüyorlardı. Ancak bunun
nasıl olacağına hiç kafa yormuyorlardı. Tılısımlı bir gücün Lazların elinden tutmasını istiyorlardı
adeta.
Konuşmalarının en ilginç
yanı, birisinin; Lazların Orta- Asya’dan geldiğine ilişkin söyledikleriydi.
“Ben Lazların Orta- Asya’dan geldiğini bir kitapta okudum. Bir profesör böyle
yazıyordu. Koca profesör neden yanlış yazsın ki?! O kadar okumuş. Hem adam
yanlış şey yazsa, orada tutarlar mı?”
diyordu bu yaşlı Lazlardan biri. Bir diğeri ona katılmıyordu ama, Lazcanın
Ural- Altay dil grubundan olduğunu söylüyordu. Bir başkası, “Lazcada bazı
kelimeler, Fransızca’da, İtalyanca’da bile var. Mesela; skala, makarna,
mancare..,” diyordu. Ardından da ekliyordu, “bence İtalyanca (yemek) mancare
ile Lazca cari arasında bir bağlantı var. Sanırım İtalyanca’ya Lazca’dan
girmiş!” Bir başkası bütün bu son söylenenlerden sonra, lâfı Lazcanın, Hint- Avrupa dil grubundan olduğuna
getirmeye çalışıyordu. Bu noktada müdahale etme ihtiyacı hissediyor ve bu
konularda çeşitli teoriler bulunduğunu, bütün bunların pek bir önemi olmadığını
belirtmekle yetiniyorum. Dediklerime itiraz etmiyorlar. Bir diğeri, beni
destekler mahiyette, Lazların Doğu Karadeniz’de yerli bir halk olduğunu söylüyordu.
İşi olduğu için masadan
kalkıp gidenler, arada gelenler- gidenler oldu. Ancak masada konuşulan konu hiç
değişmedi. Konu; Lazlar ve Lazca idi.
Bir ara söz Megrellere
geldi. Onlar “Mergel” diyorlardı. “Mergelden dönmeyiz, “diyenler oldu. Resmî
ideoloji ve resmî tarih tezleri, insanları ışıksız bırakmıştı. Kendi halkımızın
geçmişi hakkında, bu konulara meraklı insanlar olarak bizler de yeni yeni
birşeyler öğreniyor; yazıyor ve paylaşıyorduk. Bu insanları kendi halklarının
geçmişi hakkındaki yanlış bilgilerinden veya bilgisizliklerinden dolayı kınamamak, hor görmemek gerekiyordu. Resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin
varlığından kimsenin haberi yoktu. Böyle olunca da, bütün kötülüklerin anası
resmî ideoloji ve resmî tarih tezleriyle yüzleşmek, hesaplaşmak söz konusu
olamıyordu. Hopalı Faik Efendi’nin ateşlediği Laz kimlik mücadelesinden,
Sovyetler Birliği Lazlarının bir zamanlar sahip oldukları “kültürel haklar”dan
ve Sovyet Lazları Halk Önderi İskender Tzitaşi’den de haberleri yoktu.
Bir ara lâf, “Ant
Yayınları”nın budayarak yayınladığı “Lazlar’ın Tarihi” adlı kitaba geldi. Orada
bulunan hemen herkes bu “Lazlar’ın Tarihi” adlı kitaptan haberdardı. Kimi
kitabı okumuştu, kimi ise, hiç okumamış olmasına rağmen, kitabın içeriğinden
haberdardı. Bu kitabın, “Lazlar Gürcüdür; Lazca Gürcücedir” tezine hepsi de
kızıyordu. “Bizim neremiz Gürcü? Gürcüler ayrı biz ayrıyız,” diyorlardı. Hele;
“Lazca Gürcücedir,” söylemine çok kızıyorlardı. “Lazlar’ın Tarihi” adlı kitabın
yalnızca Lazca bölümlerini çok beğendiklerini de hiç saklamıyorlardı.
Bir ara, Mecit Çakırusta,
sözü “Ogni Dergisi”ne getirdi. Oradakilerin hepsi “Ogni Dergisi”nden de
haberdardı. Mecit Çakırusta, “Ogni Dergisi”ne bu adı kendisinin verdiğini
belirtti. Bu yaşlı insanlardan bazıları “Ogni Dergisi”ni okumuştu; nüshalarına
bile sahipti. Kimileri ise, “Ogni
Dergisi”ni hiç okumamış, hiç görmemişti, ancak “Ogni Dergisi”nin onların
algılarında saygın bir yeri olduğu hemen anlaşılıyordu. Konuşmalarında, Lazlığa
ilişkin ne istediklerini açıkça ifade edemiyorlardı; ancak Lazcanın yaşaması
konusunda duyarlı oldukları görülüyordu. Bir kayguları vardı; “Barışçıl bir yol
izleyelim; haklarımız için öyle şiddete başvurmayalım; kimse bizi kullanamasın;
bu bize yakışmaz. Biz medenî insanlarız.”
“Ogni Dergisi”nden söz
açılınca, gündeme 1993 yılı başında “Bugün Gazetesi”nde bir hafta süreyle
yapılan anti-Laz yayın geldi. Mecit Çakırusta, bu yayın konusunda Ahmet Hulusi
Kırım’ın payının olduğunu söyledi: “Ben, bazı gazetelere hiç güvenmem. Ahmet
Hulusi Kırım, ‘Bugün Gazetesi’ne açıklama yapalım,’ deyince, ben itiraz ettim.
Ancak beni dinlemedi. Sonunda da “Bugün Gazetesi” bir hafta aleyhimize yayın
yaptı. O, ellerine koz verdi. Adlarımız hedef gösterildi. Cemil Memişoğlu
arkadaşımız, Türkiye’yi terketmek zorunda kaldı. Laz Vakfını o zaman, o yüzden
kuramadık. 1992’de “Aktüel Dergisi”ne söylediklerinden bir kısmı da yanlıştı.”
Doğrusu; şaşırmıştım. Bunları bilmiyordum.
Yine çaylar içildi. Bir ara
Mecit Çakırusta yanımızdan ayrıldı. Bir süre sonra, elinde üç -beş kitapla geri
döndü. Hepimizin önüne, masanın üstüne birer kitap bıraktı. Büyük bir merakla
kitabı aldım; önce ön ve arka kapaklarına, ardından da içine bir göz gezdirdim.
Yeşil kapaklı, ders kitabı boyutunda bir kitaptı. Ön kapakta yazarın adı yer
alıyordu: M. Recai Özgün. Kitabın adı ise, “Atmaca” idi. Ön kapakta bir çizim
vardı. Bir adam arkası bize dönük olarak uzun ince bir yolda güneşe doğru
gidiyordu. Basit bir çizimdi; siyah, beyaz, ancak bir adamı ve onun yolculuğunu
anlatıyordu anlaşılan. İlginç geldi. Arka kapağı çevirdim: “Dostum, Yazar
Özgün: (Kitabın Yazarı)” diye bir başlık altında yazarın biyografisi verilmiş.
1924 Arhavi doğumluymuş. 1973’de deftardarlık görevinden emekli olmuş. İş
hayatına atılmış ve İstanbul’a yerleşmiş. Arka kapak yazısında benim en çok ilgimi çeken, “… yerel bir dil
olan ‘Lazca’ kullanılmıştır..” ifadesi oldu. Hemen kitabın sayfalarını karıştırmaya
başladım. Yazar, kitabında yer yer Lazca dörtlüklere, atasözlerine,
tekerlemelere, bazı ifadelere de yer veriyordu. Bu Lazca ifadelerin tamamını
büyük harflerle yazmış. Bu Lazca ifadelerde ilk gözüme çarpan, (“Lazca Alfabe”) “Lazuri Alboni”nin kullanılmamış olduğuydu.
Bir şey söylemedim.
Bir yandan kitaba göz
atıyor, öte yandan da kitap hakkındaki sohbeti dinliyordum. Meğerse
masadakilerden bir tanesi de M. Recai Özgün imiş. Kitabın yazarı olduğunu
öğrenince kendisini tebrik ettim ve bu tür çalışmalar yapmakla, Laz dili,
kültürü ve kimliğine büyük bir hizmette
bulunduğunu söyledim. Çalışmalarına devam etmesi gerektiğine vurgu yaptım.
Kitap, “Atmaca” başlığını taşıyordu. Bu sebeple masadakilerin sohbet konusu, bu
kez atmaca avı, atmaca ile avcılık oldu. Kitabın fiyatını sordum. 5 (milyon) TL imiş. Hemen on adet satın
aldım. Bir tanesini kendi adıma yazara imzalatttım. İmzaladığı tarih: 28. 01.
1996. Günlerden Pazar. Kitaplardan bir tanesini babam Faik Aksamaz için, bir
tanesini Ahmet Hulusi Kırım için, bir tanesini İsmail Avcı Bucaklişi için, bir
tanesini Yüksel Yılmaz için, bir tanesini Mehmedali Barış Beşli için, bir
tanesini Mehmet Yavuz Türköz için imzalattım. Daha sonra da bu kişilere
kitapları hediye ettim.
Kitabına olan ilgimden M.
Recai Özgün ziyadesiyle memnun oldu. Bu arada; Mecit Çakırusta benim de Lazlara
ve Lazcaya ilişkin çalışmalarım, makalelerim olduğunu söyledi. Ben de; esas olarak “Ogni Dergisi”nde, “Birikim
Dergisi”nde, “Tarih ve Toplum Dergisi”nde çıkan makale ve çevirilerimi bir
dosyada topladığımı ve bu çalışmanın “Lazlar” adıyla yayınlanacağını belirttim.
M. Recai Özgün çok sevindi. Kendisinin de, (kim olduğunu bilmediğim) Vali Amca
dediği bir kişiyle birlikte Lazlara ilişkin bir çalışma yaptığını söyledi.
Hangi konulardan bahsettiğini sordum. Pek açık bir cevap alamadım. Bu kez,
hangi kaynaklardan faydalandığını sordum. Üç veya dört kitap adı söyledi.
Kaynak olarak kullandığı kitaplarlardan bir tanesinin Fahrettin Kırzıoğlu’na
ait olduğunu söyledi. Yorum yapmadım;
yine dinlemekle yetindim. Ancak kendisine, dilerse çalışmasında yardımcı
olabileceğimi söyledim.
Üç-dört saat kadar bu kahvehanede kaldım. Kış olduğu
için, hava da çabuk karardı. Müsade istedim; kalktım. Mecit Çakırusta, M. Recai
Özgün ve masadaki diğer insanlarla vedalaştıktan sonra, elimde satın aldığım on
“Atmaca”yı taşıdığım sağlam bir poşetle kahvehaneden çıktım. Poşeti şöyle bir
yokladım; eve kadar sorunsuz gideceğine kani oldum. Patlayan torbalarla birçok
tatsız anım olmuştu. Bu sebeple tedbirli davrandım. Pendik tren istasyonuna
yönelidim. Oradan, gelen ilk trenle
Haydarpaşa’ya geçtim. Vapurla da Eminönü’ne gittim. Oradan da bir otobüsle
Topkapı’ya. Oldukça yoğun bir gün geçirmiş oldum.
Aradan bir süre geçti. Bir
akşam eve işten gelince, eşim bir telefon
notum olduğunu söyledi. Malum; o zaman cep telefonu yoktu. Arayan Mecit
Çakırusta’nın mekânında tanıştığım M. Recai Özgün imiş. Telefon numarasını
bırakmış. Selam söylemiş. Vakit daha erkendi. Kendisini telefonla aradım. Vali
Amca ile birlikte yazdıkları “Lazlara ilişkin” dosyasına katkıda bulunmamı
istiyordu. Kabul ettim. Salı günü kendisini ziyaret edebileceğimi söyledim; boş
günümdü. Adresi verdi; ofisi
Kadıköy’deki bir işhanındaydı. Şimdiki Ziraat Bankası’nın bankamatiklerinin
bulunduğu sokaktadılar.
Günü geldiğinde gittim.
Kendisi, oğlu, yeğeni ve birkaç dostu
beni sıcak karşıladı. Ayran, gazoz, çay gibi kimi küçük ikramlarda
bulundular. Oturduk; sohbet ettik. Henüz Vali Amca ile müşerref olamamıştım.
Nihayetinde yeğeni, bulundukları hanın hemen alt katındaki, karşı taraftaki
fotokopi- ozolitçiye gitti. Kısa bir süre sonra elinde birkaç dosyayla döndü.
Dosyaları, M. Recai Özgün’e verdi. O da,
bu dosyalardan birini bana uzattı, “İşte, Ali İhsan Bey,” dedi, “Vali Amca ile
yaptığımız çalışma bu!” Dosyayı aldım. Dosyaya bakmadan bile bir şeyden
emindim: Lazca yazımlarda (“Laz Alfabesi”) “Lazuri Alboni”, çok muhtemeldir
ki, kullanılmamıştı. Çünkü “Atmaca” adlı
çalışmasında da aynı şekilde hareket etmişti.
Hem bu çalışmasında hem de diğer çalışmalarında bu alfabeyi kullanmaktan
özenle kaçındı. Sebebini bilmiyorum; sormadım. Uzun Lazca makaleler, hayat
hikâyesini de Lazca yazmasını çeşitli
zamanlarda önerdim; bundan da özenle kaçındı. Birkaç Lazca şiir çevirisi yaptığını
biliyorum.
Dosyaya ayaküstü şöyle bir
baktım; sayılamayacak kadar Türkçe yazım hatası vardı. İlk gözüme bu çarptı.
Kitapta bilgi hataları da çok fazla miktarda vardı. Onların da ötesinde Fahri
Kırzıoğlu’dan uzun uzun alıntılar
yapmıştı. Bu dosya, adeta resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin bir resmî
geçidi gibiydi. Anlaşılan bu çalışmayı yeniden yazmak ve düzenlemek
gerekecekti. Bu da uzunca bir zamanımı alacaktı. Bu değişiklik ve düzenlemelere
acaba kendisi ne diyecekti?! Dosya, şekil şartlarına da uygun değildi.
Kaynaklar, dipnotlar kabul edilen ve kullanılan standartta değildi. Bir şey
söylemedim. Yorum da yapmadım. Katkı sunup yardımcı olacağımı söylemekle
yetindim. Dosyayı yanımda getirdiğim
çantaya itina ile yerleştirdim.
Vedalaştık; ofisinden
ayrıldım
Kadıköy’den vapurla Eminönü’ne
geçerken dosyayı çantamdan itinayla çıkardım ve şöyle bir göz attım. Bu kitap,
Fahrettin Kırzıoğlu’nun yazdığı; Lazları, dillerini, kimliklerini yok sayan ve
Lazların Orta-Asya’dan geldiği tezlerini yayan yayınlara çok yakın bir
çalışmaydı.
Eve gelince hemen kitap
üzerinde çalışmaya başladım. Çeşitli zamanlarda uzunca bir süre M. Recai Özgün
ve Vali Amca’nın birlikte yazdığı söylenen bu çalışmayı insanlara faydası dokunabilecek ve Laz kimlik
mücadelesine katkı sağlayacak bir hale getirmek için yoğun bir çaba harcadım.
Bütün bunları yaparken maddî ve manevî
şahsî hiçbir beklentim yoktu; kazancım da olmadı zaten. Tam aksine madî ve
manevî fedakarlıklarda bulundum. Amacım; M. Recai Özgün’e ve Vali Amca’ya resmî
ideoloji ve resmî tarih tezlerine birer tokat attırmaktı. Kolektif bilince
katkı sunma amacımdan başka bir niyetim olmadı. Bu konudaki az veya çok başarı
beni tarifsiz memnun edecekti. Bu da yorulmalarımın karşılığı gelen bir ödül
gibi bana yetiyordu.
Böylelikle M. Recai Özgün’ü
Laz kimlik mücadelesine kazandırdım. Bir şekilde resmî ideolojinin
uygulamalarıyla yüzleşmesi ve hesaplaşmasını sağladım. Hem “Kafkasya Yazıları”
hem de “Mjora” adlı periyodiklerin yayın
kurullarına girmesini; makalelerinin yayınlanmasını sağladım. “Mjora” adlı
periyodikin birinci sayısında kendisiyle
yapılan söyleşide anlattıklarıyla, otuzlu yıllarda Laz çocuklarına karşı okullarda uygulanan faşist uygulamaları açığa vurdu;
bir döneme tanıklık etti.
M. Recai Özgün, ileri yaşına
rağmen, kendisini sürekli olarak yeniledi. Sima Vakfı kuruluş çalışmalarında,
tüzük hazırlanmasındaki telkinlerimi de dikkate aldı. Orhan Bayramin, Munir Yılmaz Avcı ve benimle
birlikte Sima Vakfı yayın organı “Sima”nın yayınlanmasında katkı sundu; yazdı. Bütün bunlar, bir aydın
olarak benim karanlığa karşı verdiğim mücadeledeki kazanımlarımdır.
Bugün pek kimse farkında değil, ancak M. Recai
Özgün bir bütün olarak ülkenin kimlik ve demokrasi mücadelesi kahramanlarından
birisidir. Kıymeti gelecekte mutlaka anlaşılacak ve adı sonsuza dek anılacaktır.
Bu ise, topluma hizmet ve bir insanın ailesine bırakabileceği en güzel
mirastır.
O zamanlar malum;
günümüzdeki kadar bilgisayar yaygın değildi. Daktilo kullanıyorduk. Bu ise, M.
Recai Özgün ve Vali Amca’nın
çalışmasındaki düzeltiler konusunda çeşitli sorunların yaşanmasına sebep
oluyordu. M. Recai Özgün de o çalışmayı
daktilo ile yazmıştı.
M. Recai Özgün ile sık sık
telefonla görüşüyorduk. Yazdığı bazı bölümlerle ilgili fikir alışverişinde
bulunuyorduk.Yapılması gereken
değişiklikler konusunda kendisine bilgi veriyordum. Böylece 1996’nın
İlkbahar ve neredeyse de Yaz mevsimleri geçti. Nihayet katkı sunma çalışmam
bitti.
Bir gün telefon ettim
ve M. Recai Özgün’ün Kadıköy’deki ofisine gittim ve üzerinde
uzunca ve dikkatlice dosyayı kendisine teslim ettim. O gün Vali Amca da
oradaydı. Kendisiyle de orada müşerref olduk. İlk ve son olarak kendisiyle
orada bir araya geldik. 1997 yılı olmalı; kendisini bir kez de Tellalzade
Sokak’ta, caminin yakınında bir yerde gördüğümü hatırlıyorum. Başlarımızla selamlaştık;
hepsi o kadar. Bir daha da ne kendisini gördüm ne de kendisinden haber aldım.
Sonradan M. Recai Özgün’den
öğrendim; Vali Amca, bu çalışmadan çekilmiş. M. Recai Özgün, “önsöz”ün ilk
bölümünde Necdet Kambur’un, ikinci bölümünde de Hasan Çelebi’nin değerlendirmelerini
aktarmıştı. Üçüncü kısa bölümde ise,
bana teşekkür ediyor ve şöyle yazıyordu:
“Ayrıca genç dostum, Sevgili
Ali İhsan Aksamaz’ın destekten de öte, büyük katkılarına işaret etmek
istiyorum. Gerek kaynak bulmadaki yardımları, gerekse de kitabın yayına
hazırlanmasında gösterdiği çabalar fedakârlık sınırını aşan bir düzede
olmuştur. Bir kez daha katkısı olan dostlara teşekkür ederim.”
Esas olarak Ogni
Dergisi”nde, “Birikim Dergisi”nde, “Tarih ve Toplum Dergisi”nde Megrel- Lazlara
ilişkin çıkan makalelerimi ve çevirilerimi bir dosyada toplamış ve
Çiviyazılarına, daha doğrusu Özcan Sapan’a çok önceden teslim etmiştim. Dosya,
kitap olarak baskıya hazırdı; Kasım 1996’da da yayınlanacaktı. Kitap fuara
yetişecekti. Kitabın yayınlanmasını sabırsızlıkla bekliyordum. Kitabımın kapağı
da hazırdı. Kapağın koyu yeşil olmasını kararlaştırmıştık. Kapak fotoğraflarını seçmiştim. Dizayn
önerimle de Özcan Sapan kapağı hazırladı.
Ön kapak, Lazların
geçmişlerine ilişkin, onlarla bağlantılı alt değişik fotoğraftan oluşuyordu:
Gonio kalesinden bir görünüm, dere üstündeki kemer köprünün fotoğrafı, kırık
bir duvar Haç’ının görüntüsü, iki adet çakmaklı piştov ile bir kama
kompozisyonunun fotoğrafı ve bize özgü
eski ince bir ağaç işçiliği örneğini yansıtan bir fotoğraf. Bu fotoğrafları,
“Çveneburi Dergisi”nden Osman Nuri Mercan’dan emaneten aldığı albümlerden
seçmiştim; öyle hatırlıyorum. Kendisi şişman olmasına rağmen, cömert bir
insandır. Arka kapak yazısını da yazdım.
Daha doğrusu arka kapaktaki ilk üç paragrafı, bir zamanlar rahmetli Ünal Cuğ ve
Hayri Ersoy Kutarba’nın yayınladıkları “Alaşara Dergisi”ne Lazlar hakkında
önceden yazmış olduğum ve yayınlanan bir makalemden aldım. Lazların geçmişini kısaca özetleyen üç önemli
paragraf.
Kitabım, Çiviyazıları’ndan
çıkacaktı. Yayıncı Özcan Sapan ile anlaşmıştık. Aramızda yazılı bir anlaşma
yapmaya bile ihtiyaç duymamıştık. Telif ücreti beklentim yoktu; zaten olamazdı
da. Piyasada dolaşan ve “Ant
Yayınları”nın budayarak yayınladığını, çevirmeni Hayri Hayrioğlu’nun ağzından
da bizzat duyduğum “Lazlar’ın Tarihi” adlı kitaba karşı resmî ideoloji ve resmî
tarih tezlerini açığa vuran, Laz kimlik mücadelesine katkı sunabilecek bir
kitabın yayınlanmasıydı tek amacım. Hemen Hatırlatayım; İsim babası olduğum “Kafkasya Yazıları”nı da
Çiviyazıları’ndan yayınlayacağımız günlerin arefesiydi. Nitekim 1997
İlkbahar’ında da “Kafkasya Yazıları”nı yayınladık; büyük sükse yaptı.
1996 Yaz mevsimi. Tarihi tam
olarak hatırlamıyorum. Birgün M. Recai Özgün, beni telefonla aradı. Katkı
sunduğum çalışmasını kitap olarak bastırmak istediğini söylüyordu. Nereden
yayınlatmayı düşündüğünü sorduğumda, “Atmaca” adlı kitabı yayınlattığı matbaa ile
görüşeceğini söyledi. Özel yayın olacaktı, “Atmaca” gibi yayınlandığından hiç kimsenin haberi bile
olmayacaktı. Bir yayınevinden çıkmasının daha iyi olacağını söyledim. Ancak
tanıdığı yoktu. Bu durumda aklıma ilk
gelen Çiviyazıları oldu. M. Recai Özgün’den birkaç gün izin istedim.
Bu süre içinde dosyasını, o sözünü ettiği
matbaadan yayınlatmasını ertelemesini istedim. Benden cevap beklemesini
tenbihledim. Konuyu önce “Nart Yayıncılık”dan Hayri Ersoy Kutarba’ya bir
şekilde çıtlattım. O sıralarda Hayri Ersoy Kutarba, adeta meteliğe kurşun
atıyordu durumdaydı. Ekonomik durumu hiç de iyi değildi. Bir sürü kitap
yayınlamış; isteyene de göndermiş, paralarını bir türlü alamamıştı. Ekonomik
darboğazdan geçiyordu. M. Recai Özgün’ün çalışmasını ancak para verebilirse
“Nart Yayıncılık”tan yayınlayabilirdi;
bunu anladım. Bunu bile bile Hayri Ersoy Kutarba’ya bu çalışmanın “Nart
Yayınları”ndan yayınlamasını teklif dahi etmedim.
Lazlara ilişkin yayınların,
kimlik mücadelesine daha fazla katkı sağlayacağı düşüncesiyle, aynı yerden
yayınlanmalarının daha iyi olacağını düşünüyordum. Çünkü o zamanlar, günümüzdeki kadar Laz dili, kültürü
kimliğiyle bu kadar ilgilenen, yazan ve çizen donanımlı Laz aydını henüz çok
yoktu.
M. Recai Özgün’ün dosyası
hakkında Çiviyazıları’ndan yayıncı Özcan Sapan ile görüşmeye karar verdim.
Birgün kendisine konuyu açtım. M. Recai Özgün’in kişiliği, yaşı, geçmişi,
ilişkileri, hazırladığı dosyası ve benim bu dosyaya yaptığım katkıdan kendisine
bahsettim. Konuya sıcak baktı. M. Recai Özgün’ü kendisiyle tanıştırmak
istediğimi belirttim. Memnun oldu. Ancak bazı çekince ve itirazları vardı;
şöyle dedi: “Bak Ali İhsan, biliyorsun senin kitabın baskıya hazır. Kapağı da
hazır. Hepsi bilgisayarda. Kasım’da da yayınlanacak; kitap fuarına yetişecek.
Bir yayınevinden aynı konuda iki ayrı
kitap çıkmaz. Ama sen istiyorsan, amcayı getir; tanışalım.”
Nihayetinde kısa bir süre
sonra M. Recai Özgün’ü Kadıköy’deki
ofisinden aldım ve yine Kadıköy’de, Caferağa Kapalı Spor Salonu’nun hemen
karşısında bulunan “Çiviyazıları”na götürdüm. Yayıncı Özcan Sapan, bizimle
ofisinde görüştü. M. Recai Özgün, Özcan Sapan’ın ofisine hayran kaldı.
Gerçekten de bu ofis hayran kalınmayacak gibi değildi. M. Recai Özgün, Özcan
Sapan’ın sergilediği eski pipoları, eski plakları, radyo- pikabı, film oynatma
makinası ve diğer antika aletlerini gördü; etkilendi; yakından inceledi. Özcan
Sapan’ın Türk Sanat Müziği’ni sevdiğini ve
briç oynamaktan zevk aldığını öğrenince aralarında çabucak bir samimiyet
doğdu.
Söz, M. Recai Özgün’ün
çalışmasına geldi. Elinde taşıdığı torbadan dosyasını çıkardı ve Özcan Sapan’ın
oturuyor olduğu masanın üzerine bıraktı. Özcan Sapan, “Ali İhsan, bana konudan
bahsetti. Ben de okuyup size görüş belirtirim,” dedi. Çaylar içildi. İkram
edilen o leziz kurabiyeleri de büyük bir iştahla yedik. Ben, konuşmalarına hiç
karışmadım. Yalnızca onları dinledim. Arada bir bana da bakıp konuştukları
zaman, dinlediğimi onlara göstermek için başımı sallamakla yetindim. Bir saat
kadar orada kaldık. Artık ayrılık saati gelmişti. M. Recai Özgün ve Özcan Sapan
birbirlerine kartvizitlerini verdiler, telefonlarını aldılar. Görüşmeleri
bitti. Özcan Sapan, kendi kitaplarından birkaçını M. Recai Özgün’e hediye
etti. M. Recai Özgün ile birlikte oradan
ayrıldık. M. Recai Özgün’ü otobüs duraklarının
bulunduğu meydana, şimdiki karakolun bulunduğu yere kadar götürdüm; evine gidecekti. Bir süre otobüsü
bekledik. Otobüse kendisini bindirip uğurladım. Ben ise, geri döndüm. “Nart
yayınları”na gittim ve Hayri Ersoy Kutarba’yı ziyaret ettim; sohbet ettik.
Birkaç gün sonra yine Özcan
Sapan ile bir araya geldik. M. Recai Özgün’ün dosyası üzerine görüşlerini
belirtti: “Bu dosya basılabilir. Ancak daha önce dediğim gibi, senin kitabınla,
M. Recai Özgün’ün bu çalışması paralel konuları işliyor. Hem senin hem onun
kitabını aynı anda yayınlayamayız. Senin kitabın büyük ölçüde hazır. Fuar’a
kadar yayınlanmış olur.”
Bir an düşündüm: M. Recai
Özgün oldukça yaşlı bir insandı. Kimliğini de seviyordu. Birçok hata ve
yanlışına rağmen, bir kitap yazmış ve benim katkılarıma da hiç itiraz
etmemişti. Ben daha gençtim ve bir süre daha, hatta bir yıl daha
bekleyebilirdim. Laz kimliği konusuna, ileri yaşlı birisinin eğilmesi ve eser
ortaya çıkarması hedef kitlede daha
etkili olabilirdi. Özcan Sapan’a şöyle dedim: “Ben kitabımın yayınlanmasını bir
süre geri çekiyorum.” Özcan Sapan ekledi: “En az bir yıl!” “Tamam,” dedim ve
hakkımı, gıyabında M. Recai Özgün’e vermiş oldum. Yalnızca yayın hakkımı değil, büyük bir
özenle seçtiğim fotoğraflarla ve eski bir makalemden seçilmiş arka kapak
yazısıyla düzenlenmiş kapağı da M. Recai Özgün’ün çalışmasına devretmiş
oldum. M. Recai Özgün’ün kapağa,
özellikle de Haç’a itiraz edeceğini düşünmüştüm. Oysa O, çalışmasına yaptığım
katkılar gibi, kapağı da itirazsız kabullenecekti.
Bu müjdeli haberi M. Recai
Özgün’e hemen telefonla bildirdim. Sevindi. Hem matbaaya para vermekten
kurtuluyordu hem de kitabı bilinen bir yayınevinden yayınlanacaktı. Kitap
depolama, kitapları okuyucuya ulaştırma gibi sıkıntıları da olmayacaktı. İkinci
kez M. Recai Özgün’ü ve Özcan Sapan’ı buluşturdum. Bu sefer konu sözleşme ve
telif konusu idi. Genelde yazarlar, kitaplarının çok satacağını ve
yayınevlerinin de kendilerini kazıklayacağını düşünürler. Bu görüşmede, M.
Recai Özgün’de böyle bir yaklaşım ve güvensizlik sezinledim. Ben yine
konuşmalarına karımadım. Yalnızca onları dinledim. Yine ikram edilen o
kurabiyeleri çay eşliğinde yemekle meşgul oldum. Özcan Sapan da, M. Recai
Özgün’ün bu telif ve sözleşme konularında bir kaygusu olduğunu sezinlemiş
olmalı ki; “Siz istediğiniz şekilde bir sözleşme hazırlayın; getirin; ben kabul
ediyorum, imzalarım” diyerek oldukça centilmence bir tavır gösterdi. Nitekim
bir süre sonra, bir başka gün birlikte yaptığımız üçüncü toplantımızda Özcan
Sapan, M. Recai Özgün’ün iki nüsha olarak hazırlayıp imzaladığı sözleşmenin iki
nüshasını da iyice okumadan imzaladı; bir nüshayı M. Recai Özgün’e kibarca uzattı, diğer nüshayı da itinayla
çekmecesine koydu.
Karşılıklı iyi niyet
ifadelerinden ve benim de her ikisini tebrik etmemden sonra Özcan Sapan şöyle
dedi: “Şu dosyayı önce edebiyat öğretmeni bir arkadaşımız var; ona
okutturacağım. Sonra dizgisi olacak. Bu dizgiyi Ali İhsan okuyacak, gerekirse
yeniden katkı sunacak. Baskıdan önceki halini tekrar size okutturacağım Recai
Amca.” Özcan Sapan, Kitabın adının “Lazlar” olacağını da belirtti.
Böylece o gün, kesin olarak
kitabımın adını, kapağını ve yayınlanma zamanını hiçbir karşılık beklemeden M.
Recai Özgün’ün dosyasına gönüllü olarak devretmiş oldum.
İsterseniz, şimdi de M.
Recai Özgün’ün dosyasına, yukarıda çeşitli yerlerde belirttiklerimin dışında,
ne gibi katkılar sunduğumdan da bahsedeyim kısaca. Kitaba bir bölüm olarak,
“Laz Göçleri ve Nüfus Hareketleri” bölümünü ekledim. Burada eski ve yeni
adlarıyla tarihsel Laz yerleşim birimlerinin adlarını ayrıntılı olarak verdim.
“Genel Olarak Lazca” başlıklı bölüme,
rahmetli Ünal Cuğ ve Hayri Ersoy Kutarba’nın yayınladıkları “Alaşara
Dergisi” için Peacock’un çalışmasından faydalanarak hazırladığım ve bu derginin
Temmuz 1995/ 4. sayısında yayınlanan “Karşılaştırmalı Kafkas Dilleri Sözlüğü”nü
de ekledim. Kitaba bir de “Kısa Kronoloji” bölümü ve “kaynakları”nü eklemeyi
ihmal etmedi. Eklediğim bu bölümlere adımı yazmayı doğru bulmadım. M. Recai
Özgün’ün Hopalı Faik Efendi ve İskender Tzitaşi’den haberi yoktu. Onlarla
ilgili bilgileri de çalışmasına ekledim.
M. Recai Özgün; Wolfgang
Feurstein/ Fahri Kahraman alfabesini kullanmamıştı; bu kitap çalışmasında
kullanılmasını da istemedi.
Hatırladığım kadarıyla;
Özcan Sapan, onbeş- yirmi gün kadar sonra M. Recai Özgün’ün çalışmasının ilk çıkışını bana teslim etti.
Böylece ilk tahsihe başlamış oldum. Ardından ikinci ve üçüncü tahsihleri
yaptım. Artık söz M. Recai Özgün ve Özcan Sapan’da idi. Aradan çekildim. Kitap
fuarı da yaklaşıyordu. Böylece M. Recai Özgün’ün dosyası “Lazlar” adıyla Kasım
1996’da birinci baskısını yaptı. M. Recai Özgün, 23 Kasım 1996’da bana
imzaladığı bu kitabına şu notu düşmüştü: “Sn. A. İhsan Aksamaz’a . Benden çok
emeklerinin anısına.”
“Lazlar”ın bende bir de
üçüncü baskısı var. O baskı 2000 yılında yapılmış. M. Recai Özgün, o baskıyı da
imzalayarak bana hediye etmişti.
Kitap ilgi uyandırdı.
Tanıtmak için de çaba harcadım. M. Recai Özgün’ün “Lazlar” başlıklı bu
çalışması haksız eleştirilere de uğradı, kendisine sataşıldı. Yine kendisini
yalnız bırakmadım; sahip çıktım. “Hemşinli” bir akademisyen, Dr. E. Gürsel
Ersoy, “Demokrasi Gazetesi”nin 6 Nisan 1997 tarihli nüshasına yazdığı “
Yetersiz Bir Laz Kültürü Araştırması” başlıklı makalesiyle M. Recai Özgün’ü,
çalışmasını küçümsedi. Resmî ideoloji ve resmî tarih tezleriyle yüzleşip
hesaplaşmayı göze alamayan Dr. E. Gürsel
Ersoy, Laz kimlik mücadelesi veren yaşlı bir insana saygı göstermeyi de
bilemedi; resmî Ermeni ideolojisi ve tarih tezleri ışığında hareket etti; o
talihsiz satırları bir “Kürt Gazetesi”nde yayınlandı.
M. Recai Özgün’ün çalışması,
Lazları yok sayan ve Lazların varlığından rahatsız olan bütün resmî
ideolojileri erbaplarını rahatsız etti. Ömer
Yılmaz adlı MHP’li bir kişi tarafından Sinop’ta ayda bir yayınlanan “Bizim
Karadeniz” adlı gazete ile Hemşinli bir akademiyenin yazdığı o
talihsiz makaleyi yayınlayan “Demokrasi Gazetesi”nin Laz kimliğinden rahatsız
olma noktasında buluşmaları oldukça ilginç bir rastlantıydı!
Lazların kimliklerine sahip
çıkması, yalnızca "Türk" milliyetçilerini ve onların resmî ideoloji ve resmî
tarih tezlerini savunanları değil, Türkiye’de Ermenistan’ın resmî ideoloji ve
resmî tarih tezlerini savunan kimi “Hemşinli aydınları” da, Yunanistan’ın resmî
ideoloji ve resmî tarih tezlerini savunan kimi “Pontoslu aydınları” da,
Gürcistan’ın resmî ideoloji ve resmî
tarih tezlerini savunan kimi “Gürcü aydınları” da rahatsız etmişti. Hepsi de
koro halinde hareket ediyordu: “Nereden çıktı bu Lazlar!”
Gelen bu tepkiler, doğru bir
yolda olduğumuzu ve benim de kişisel olarak kitaba katkı sunmakla doğru bir iş
yaptığımı gösteriyordu. Laz aydınları olarak, M. Recai Özgün’e sahip çıktık;
“Demokrasi Gazetesi”ne ortak bir açıklama gönderdik. O sıralar İsmail Avcı Bucaklişi ve Esat Sarı
“105.7 Çevre Radyo”da “Tanura” adlı bir program yapıyorlardı. M. Recai Özgün’ün
o radyo programına katılmasını ve kendisinin
nezdinde Laz Halkı’na yapılan saldırıya cevap verimesini sağladık. Ben de konunun unutulmaması için bir makale
yazdım; “Demokrasi Gazetesi”ne gönderdim.
Bu makale çok sonra “Kafkasya Yazıları”nın 1999 İlkbahar sayısında da
yayınlanacaktı.
M. Recai Özgün, Kocaeli’de
kurulan “Sima Vakfı”nın kurucuları arasında yer aldı. “Laz Muhammed” adlı
çalışması 2004 yılında yayınlandı. Bu kitabı da “Çiviyazıları”ndan çıktı. Bu
dosyasını da yayınlanmadan önce bana gönderdi; katkı sunmamı istedi. Yine
severek “Laz Muhammed”e de katkı sundum. Çalışmasında kullandığı, Ermeni, Rum,
Hemşinli ve Pontos halklarını düşman gibi gören veya gösteren kimi ifadelerin
düzeltilmesi için önerilerde bulundum. Bütün halkların Müslüman olsun,
Hıristiyan olsun, Musevî olsun kardeş
olduğunu, milliyetçilerin ve çeşitli emperyalist ülkelerin halkları
birbirlerine karşı kırdırdığına M. Recai Özgün’ün dikkatini çektim.
M.
Recai Özgün, en son olarak “Türkçü" Orkun
Dergisinin 50. sayısına “Türkiye Mozaik Değildir” başlıklı makaleyi yazan “Göktürk Ömer Çakır”
adlı kişinin saldırısına uğradı; ancak yılmadı. Üretmeye devam etti.
M.
Recai Özgün, 11 Temmuz 2004 Pazar günü aramızdan ayrıldı. Sevenlerini üzüntüye
boğdu. Kendisini son yolculuğunda da yine yalnız bırakmadık. Pazartesi günü Maşukiye’de toprağa verdik.
Kendisi Laz kimlik mücadelesine ciddî katkılar sunmuş bir Laz aydınıydı. Kendisini saygıyla anıyorum. Onun vefatından sonra, “M. Recai Özgün: ‘Tatara tititiri” başlıklı bir makaleyi kaleme alarak çeşitli yerlerde yayınlattım; anısının yaşamasını sağlamak istedim.
Kendisi Laz kimlik mücadelesine ciddî katkılar sunmuş bir Laz aydınıydı. Kendisini saygıyla anıyorum. Onun vefatından sonra, “M. Recai Özgün: ‘Tatara tititiri” başlıklı bir makaleyi kaleme alarak çeşitli yerlerde yayınlattım; anısının yaşamasını sağlamak istedim.
1996 Kasım’ında yayınlanamayan
kitabım ancak bir yıl sonra yayınlandı. 1997 Kasım’ında yayınlanacak olan
kitabım için bir başlık sorunu ortaya çıkmıştı. “Lazlar” başlığını
kullanamazdık, o adın kullanım hakkını gönüllü olarak M. Recai Özgün’ün
kitabına vermiştim. Şimdi başka bir ad bulmalıydık. Oldukça zorlandım. Birgün,
Özcan Sapan telefonla aradı ve kitap için uygun bir başlık bulduğunu söyledi:
“Kafkasya’dan Karadeniz’in Tarihsel Yolculuğu”. Hemen itiraz ettim: “Lazlar,
tarihsel olarak yaşadıkları Doğu Karadeniz Bölgesi’nin yerli halkı. Bu başlık,
Lazların bu bölgeye sonradan geldiklerini çağrıştırıyor.” Özcan Sapan, bu
yolculuğun coğrafî bir yolculuk değil, tarih içinde bir yolculuk olduğunu
söyledi ve bu başlık konusunda beni ikna etti. Böylece kitabımın isim babası
Özcan Sapan oldu.
Şimdi sıra kapağa geldi! Kapağı
Paxajans hazırladı. Yine Osman Nuri Mercan’dan
emanet olarak aldığım albümlerden birinden faydalandık. Ön kapak
beyazdı. Bu beyazlık içinde, Kortuli Alboni ile bana Tzate Batsaşi’nin çok
önceden Lazca olarak yazdığı mektubun bir bölümü yer alıyordu. Ön kapağın orta
bir yerinde de sözünü ettiğim o albümlerden taradığımız renkli bir fotoğraf yer
aldı.
“Kafkasya’dan Karadeniz’in Tarihsel
Yolculuğu” da aynı M. Recai Özgün’ün “Lazlar” adlı çalışması gibi oldukça ilgi
gördü; aynı şekilde de saldırıya uğradı. Ömer Yılmaz, Sinop’ta ayda bir
yayınlanan “Bizim Karadeniz” adlı tabldot gazetenin Ağustos 1998/ 7. sayısında
M. Recai Özgün’ün “Lazlar”, “Muhammed Vanilişi ve Ali Tandilava’nın “Lazlar’ın
Tarihi” ve benim “Kafkasya’dan Karadeniz’e Lazların Tarihsel Yolculuğu” adlı
kitaplarımızı hedef aldı ve bilindik ağızla bir linç kampanyası yürütmeye
çalıştı. 2001’de Ali Rıza Saklı, internet ortamında yayınlanan “Net Gazete”de,
durduk yerde benim “Alman ajanı” olduğumu ilân etti! Semih Tufan Gülaltay,
“2003 yılında yayınlanan “Tanrıları’ın Türk’leri” adlı kitabında beni “bölücü”
ve “Lazistancı tayfası”ndan olarak niteledi. En talihsiz ve komik “eleştiri” de
yayın kurulu üyesi olduğum “Mjora” adlı periyodikin ikinci sayısında bir
makalesi yayınlanan “bir dostumuz”dan geldi.
2000’li yılların başıydı. İnternet
Türkiye’ye yeni giriyordu. Bizlerin kimlik mücadelesi yapmamızdan, kararlı bir
şekilde yazma ve yayın çalışmalarımızdan korkan ve adlarıyla ve akılları ve
bilgileriyle bizleri eleştirecek cesaretleri olmayan kimlik ve kişilikleri
meçhul ve hastalıklı kimi şahıslar internet ortamından da bizlere saldırmayı
ihmal etmediler. “Kimi dostlar”ın yayınladığı bazı internet sitelerinin forum
sayfalarında da bile “meçhul kişiler” tarafından hedef alındık, hedef
gösterildik. Gariptir; kimi Laz aydınları ise, bize yapılan her türden
saldırıyı ve çalışmalarımızı görmedi, görmek istemedi. Bunun yerine Lazların
kimlik mücadelesinden rahatsız olan “Hemşinli kimi aydınlar” ile “Pontoslu kimi
aydınları”n dümen suyuna girmeyi yeğleyenler oldu. Bunlar boyunlarına davul
takıp “tokmakçı” aradılar. Ancak biz kendimizi geliştirmeye ve yenilemeye
çalıştık. Kimsenin oyuncağı olmadan kimlik mücadelesine devam ediyoruz;
yazıyoruz, çiziyoruz, yayınlıyoruz; Lazca dersler veriyoruz.
Mücadelemiz ve beklentimiz Laz
kimliğinin tanınması ve geleceğe kurumsal olarak taşınmasıdır. Tarihsel Laz
yerleşim birimlerinin Lazca adlarının resmî olarak kullanılması ve tabelalarda
yer alması, okullarda anadili olarak Lazcanın ağırlıklı olarak okutulması,
TRT’nin Lazca radyo ve televizyon
yayınları yapması, Lazların yaşadıkları yörelerdeki üniversitelerde Laz dili,
edebiyatı ve tarihi bölümlerinin ve
enstitülerinin açılması öncelikli
taleplerimizdir. Bu talepler yalnızca Türkiye ile sınırlı değildir. Gürcistan Lazlarının
da, Abhazya Lazlarının da, Rusya Federasyonu Lazlarının da kimliklerinin
tanınması ve yaşatılması için ilgililerin tedbirler alması ve uygulamalar
başlatması da beklentilerimiz arasındadır. Tabi bütün bu konu, kolektif algı ve
yine kolektif mücadeleyi gerektirmektedir.
Pazartesi günü Özcan Sapan ile telefonda görüştüm. Kitabımın
mevcudunun kalmadığını söyledi. Kitabın yeni baskısını düşünüyoruz. Bu baskı
için bir açıklama yazısı yazmam gerekiyor. Maceralı bir yayınlanma hikâyesi olan
ve artık mevcudu da kalmayan, ancak içeriğiyle güncelliğini koruyan ve üstelik
hakkında da tek bir eleştiri yazılmayan “Kafkasya’dan Karadeniz’e Lazlar’ın
Tarihsel Yolculuğu” adlı çalışmamın ikinci baskısı ümit ederim yeni
okuyucularıyla en kısa zamanda buluşmasıdır.
Ali İhsan Aksamaz, yusufbulut.com,
14. 02. 2013
aksamaz@gmail.com
https://www.youtube.com/watch?v=In_hi1Wp2Zg