29 Kasım 2019 Cuma

Lazlara İlişkin İki Kitabın Hikâyesi ve Tanıklıklarım - Anılarım






Lazlara İlişkin İki Kitabın Hikâyesi ve Tanıklıklarım - Anılarım


Mecit Çakırusta’yı tanırsınız; geçen yıl Şubat ayında “Dutxuri P’alik’ari”  adlı kitabı “Lazika Yayın Kollektifi”nden yayınlanmıştı. Ben kendisini abartısız elli yıldır tanırım; ailecek görüşürüz; komşuyduk; babamın eski tanıdıklarından bir tanesidir. Kendisinin Pendik’te bir mekânı vardır; orayı işletir uzun yıllardır.

            Eskiden evim Topkapı civarındaydı. Topkapı’dan Pendik’e gitmek, ziyarette bulunmak ve dönmek insanın tam bir gününü alıyordu. 1996 başıydı. Bir gün kendisini ziyarete gittim. İşlettiği kahvehanedeydi. Beni görünce çok sevindi. Oturduğu masada kendi emsali birkaç kişi daha vardı. Beni de buyur etti; onlarla tanıştırdı. Yanlış hatırlamıyorsam, masadakilerden biri hariç tamamı Laz idi. Kimi Ardeşen’den, kimi Arhavi’den, Kimi Hopa’dan. Benimle tanışma faslı bittikten sonra, ben gidince ara verdikleri konuşmalarına ben hiç orada yokmuşum gibi devam ettiler. Konu günlük politikaydı. Kimisi iktidarın politikalarını, kimi muhalafetin söylediklerini savunuyordu. Ne iktidar partisi ne de muhalefet partisi beni ilgilendiriyordu. Konu bir sistem sorunuydu. Bu sistem değişmedikçe hiçbir iş yoluna girmeyecekti; böyle inanıyordum. Bu sebeple de tartışmalarına katılmayı tercih etmedim. Zaten; oldum olası siyasetle uğraşmadım, hiçbir siyasetçinin de hayranı olmadım. Onları dinlemekle yetindim. 

            Çaylar geldi; içildi. Ardından bir daha. Bir süre sonra konu değişti. Lazlar üzerine konuşmaya başladılar. Konu döndü dolaştı, Lazların kökenine geldi. Konuşmaları beni hayrete düşürüyordu: Laz olmaktan, Lazca bilmekten ve Lazcayı konuşmaktan gurur duyuyorlardı. Lazcanın ölmemesi gerektiğini söylüyorlardı. Ancak bunun nasıl olacağına hiç kafa yormuyorlardı. Tılısımlı bir gücün  Lazların elinden tutmasını istiyorlardı adeta.

Konuşmalarının en ilginç yanı, birisinin; Lazların Orta- Asya’dan geldiğine ilişkin söyledikleriydi. “Ben Lazların Orta- Asya’dan geldiğini bir kitapta okudum. Bir profesör böyle yazıyordu. Koca profesör neden yanlış yazsın ki?! O kadar okumuş. Hem adam yanlış şey  yazsa, orada tutarlar mı?” diyordu bu yaşlı Lazlardan biri. Bir diğeri ona katılmıyordu ama, Lazcanın Ural- Altay dil grubundan olduğunu söylüyordu. Bir başkası, “Lazcada bazı kelimeler, Fransızca’da, İtalyanca’da bile var. Mesela; skala, makarna, mancare..,” diyordu. Ardından da ekliyordu, “bence İtalyanca (yemek) mancare ile Lazca cari arasında bir bağlantı var. Sanırım İtalyanca’ya Lazca’dan girmiş!” Bir başkası bütün bu son söylenenlerden sonra, lâfı  Lazcanın, Hint- Avrupa dil grubundan olduğuna getirmeye çalışıyordu. Bu noktada müdahale etme ihtiyacı hissediyor ve bu konularda çeşitli teoriler bulunduğunu, bütün bunların pek bir önemi olmadığını belirtmekle yetiniyorum. Dediklerime itiraz etmiyorlar. Bir diğeri, beni destekler mahiyette, Lazların Doğu Karadeniz’de yerli bir  halk olduğunu söylüyordu.

İşi olduğu için masadan kalkıp gidenler, arada gelenler- gidenler oldu. Ancak masada konuşulan konu hiç değişmedi. Konu; Lazlar ve Lazca idi.

Bir ara söz Megrellere geldi. Onlar “Mergel” diyorlardı. “Mergelden dönmeyiz, “diyenler oldu. Resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri, insanları ışıksız bırakmıştı. Kendi halkımızın geçmişi hakkında, bu konulara meraklı insanlar olarak bizler de yeni yeni birşeyler öğreniyor; yazıyor ve paylaşıyorduk. Bu insanları kendi halklarının geçmişi hakkındaki yanlış bilgilerinden veya bilgisizliklerinden  dolayı kınamamak, hor görmemek gerekiyordu.  Resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin varlığından kimsenin haberi yoktu. Böyle olunca da, bütün kötülüklerin anası resmî ideoloji ve resmî tarih tezleriyle yüzleşmek, hesaplaşmak söz konusu olamıyordu. Hopalı Faik Efendi’nin ateşlediği Laz kimlik mücadelesinden, Sovyetler Birliği Lazlarının bir zamanlar sahip oldukları “kültürel haklar”dan ve Sovyet Lazları Halk Önderi İskender Tzitaşi’den de haberleri yoktu.

Bir ara lâf, “Ant Yayınları”nın budayarak yayınladığı “Lazlar’ın Tarihi” adlı kitaba geldi. Orada bulunan hemen herkes bu “Lazlar’ın Tarihi” adlı kitaptan haberdardı. Kimi kitabı okumuştu, kimi ise, hiç okumamış olmasına rağmen, kitabın içeriğinden haberdardı. Bu kitabın, “Lazlar Gürcüdür; Lazca Gürcücedir” tezine hepsi de kızıyordu. “Bizim neremiz Gürcü? Gürcüler ayrı biz ayrıyız,” diyorlardı. Hele; “Lazca Gürcücedir,” söylemine çok kızıyorlardı. “Lazlar’ın Tarihi” adlı kitabın yalnızca Lazca bölümlerini çok beğendiklerini de hiç saklamıyorlardı.

Bir ara, Mecit Çakırusta, sözü “Ogni Dergisi”ne getirdi. Oradakilerin hepsi “Ogni Dergisi”nden de haberdardı. Mecit Çakırusta, “Ogni Dergisi”ne bu adı kendisinin verdiğini belirtti. Bu yaşlı insanlardan bazıları “Ogni Dergisi”ni okumuştu; nüshalarına bile  sahipti. Kimileri ise, “Ogni Dergisi”ni hiç okumamış, hiç görmemişti, ancak “Ogni Dergisi”nin onların algılarında saygın bir yeri olduğu hemen anlaşılıyordu. Konuşmalarında, Lazlığa ilişkin ne istediklerini açıkça ifade edemiyorlardı; ancak Lazcanın yaşaması konusunda duyarlı oldukları görülüyordu. Bir kayguları vardı; “Barışçıl bir yol izleyelim; haklarımız için öyle şiddete başvurmayalım; kimse bizi kullanamasın; bu bize yakışmaz. Biz medenî insanlarız.”

“Ogni Dergisi”nden söz açılınca, gündeme 1993 yılı başında “Bugün Gazetesi”nde bir hafta süreyle yapılan anti-Laz yayın geldi. Mecit Çakırusta, bu yayın konusunda Ahmet Hulusi Kırım’ın payının olduğunu söyledi: “Ben, bazı gazetelere hiç güvenmem. Ahmet Hulusi Kırım, ‘Bugün Gazetesi’ne açıklama yapalım,’ deyince, ben itiraz ettim. Ancak beni dinlemedi. Sonunda da “Bugün Gazetesi” bir hafta aleyhimize yayın yaptı. O, ellerine koz verdi. Adlarımız hedef gösterildi. Cemil Memişoğlu arkadaşımız, Türkiye’yi terketmek zorunda kaldı. Laz Vakfını o zaman, o yüzden kuramadık. 1992’de “Aktüel Dergisi”ne söylediklerinden bir kısmı da yanlıştı.” Doğrusu; şaşırmıştım. Bunları bilmiyordum.

Yine çaylar içildi. Bir ara Mecit Çakırusta yanımızdan ayrıldı. Bir süre sonra, elinde üç -beş kitapla geri döndü. Hepimizin önüne, masanın üstüne birer kitap bıraktı. Büyük bir merakla kitabı aldım; önce ön ve arka kapaklarına, ardından da içine bir göz gezdirdim. Yeşil kapaklı, ders kitabı boyutunda bir kitaptı. Ön kapakta yazarın adı yer alıyordu: M. Recai Özgün. Kitabın adı ise, “Atmaca” idi. Ön kapakta bir çizim vardı. Bir adam arkası bize dönük olarak uzun ince bir yolda güneşe doğru gidiyordu. Basit bir çizimdi; siyah, beyaz, ancak bir adamı ve onun yolculuğunu anlatıyordu anlaşılan. İlginç geldi. Arka kapağı çevirdim: “Dostum, Yazar Özgün: (Kitabın Yazarı)” diye bir başlık altında yazarın biyografisi verilmiş. 1924 Arhavi doğumluymuş. 1973’de deftardarlık görevinden emekli olmuş. İş hayatına atılmış ve İstanbul’a yerleşmiş. Arka kapak yazısında  benim en çok ilgimi çeken, “… yerel bir dil olan ‘Lazca’ kullanılmıştır..” ifadesi oldu. Hemen kitabın sayfalarını karıştırmaya başladım. Yazar, kitabında yer yer Lazca dörtlüklere, atasözlerine, tekerlemelere, bazı ifadelere de yer veriyordu. Bu Lazca ifadelerin tamamını büyük harflerle yazmış. Bu Lazca ifadelerde ilk gözüme çarpan, (“Lazca Alfabe”)  “Lazuri Alboni”nin kullanılmamış olduğuydu. Bir şey söylemedim.

Bir yandan kitaba göz atıyor, öte yandan da kitap hakkındaki sohbeti dinliyordum. Meğerse masadakilerden bir tanesi de M. Recai Özgün imiş. Kitabın yazarı olduğunu öğrenince kendisini tebrik ettim ve bu tür çalışmalar yapmakla, Laz dili, kültürü ve  kimliğine büyük bir hizmette bulunduğunu söyledim. Çalışmalarına devam etmesi gerektiğine vurgu yaptım. Kitap, “Atmaca” başlığını taşıyordu. Bu sebeple masadakilerin sohbet konusu, bu kez atmaca avı, atmaca ile avcılık oldu. Kitabın fiyatını sordum.  5 (milyon) TL imiş. Hemen on adet satın aldım. Bir tanesini kendi adıma yazara imzalatttım. İmzaladığı tarih: 28. 01. 1996. Günlerden Pazar. Kitaplardan bir tanesini babam Faik Aksamaz için, bir tanesini Ahmet Hulusi Kırım için, bir tanesini İsmail Avcı Bucaklişi için, bir tanesini Yüksel Yılmaz için, bir tanesini Mehmedali Barış Beşli için, bir tanesini Mehmet Yavuz Türköz için imzalattım. Daha sonra da bu kişilere kitapları hediye ettim.

Kitabına olan ilgimden M. Recai Özgün ziyadesiyle memnun oldu. Bu arada; Mecit Çakırusta benim de Lazlara ve Lazcaya ilişkin çalışmalarım, makalelerim olduğunu söyledi. Ben de;  esas olarak “Ogni Dergisi”nde, “Birikim Dergisi”nde, “Tarih ve Toplum Dergisi”nde çıkan makale ve çevirilerimi bir dosyada topladığımı ve bu çalışmanın “Lazlar” adıyla yayınlanacağını belirttim. M. Recai Özgün çok sevindi. Kendisinin de, (kim olduğunu bilmediğim) Vali Amca dediği bir kişiyle birlikte Lazlara ilişkin bir çalışma yaptığını söyledi. Hangi konulardan bahsettiğini sordum. Pek açık bir cevap alamadım. Bu kez, hangi kaynaklardan faydalandığını sordum. Üç veya dört kitap adı söyledi. Kaynak olarak kullandığı kitaplarlardan bir tanesinin Fahrettin Kırzıoğlu’na ait  olduğunu söyledi. Yorum yapmadım; yine dinlemekle yetindim. Ancak kendisine, dilerse çalışmasında yardımcı olabileceğimi söyledim.

Üç-dört  saat kadar bu kahvehanede kaldım. Kış olduğu için, hava da çabuk karardı. Müsade istedim; kalktım. Mecit Çakırusta, M. Recai Özgün ve masadaki diğer insanlarla vedalaştıktan sonra, elimde satın aldığım on “Atmaca”yı taşıdığım sağlam bir poşetle kahvehaneden çıktım. Poşeti şöyle bir yokladım; eve kadar sorunsuz gideceğine kani oldum. Patlayan torbalarla birçok tatsız anım olmuştu. Bu sebeple tedbirli davrandım. Pendik tren istasyonuna yönelidim. Oradan, gelen ilk  trenle Haydarpaşa’ya geçtim. Vapurla da Eminönü’ne gittim. Oradan da bir otobüsle Topkapı’ya. Oldukça yoğun bir gün geçirmiş oldum.

Aradan bir süre geçti. Bir akşam eve işten  gelince, eşim bir telefon notum olduğunu söyledi. Malum; o zaman cep telefonu yoktu. Arayan Mecit Çakırusta’nın mekânında tanıştığım M. Recai Özgün imiş. Telefon numarasını bırakmış. Selam söylemiş. Vakit daha erkendi. Kendisini telefonla aradım. Vali Amca ile birlikte yazdıkları “Lazlara ilişkin” dosyasına katkıda bulunmamı istiyordu. Kabul ettim. Salı günü kendisini ziyaret edebileceğimi söyledim; boş günümdü.  Adresi verdi; ofisi Kadıköy’deki bir işhanındaydı. Şimdiki Ziraat Bankası’nın bankamatiklerinin bulunduğu sokaktadılar.

Günü geldiğinde gittim. Kendisi, oğlu, yeğeni ve birkaç dostu  beni sıcak karşıladı. Ayran, gazoz, çay gibi kimi küçük ikramlarda bulundular. Oturduk; sohbet ettik. Henüz Vali Amca ile müşerref olamamıştım. Nihayetinde yeğeni, bulundukları hanın hemen alt katındaki, karşı taraftaki fotokopi- ozolitçiye gitti. Kısa bir süre sonra elinde birkaç dosyayla döndü. Dosyaları, M. Recai Özgün’e verdi.  O da, bu dosyalardan birini bana uzattı, “İşte, Ali İhsan Bey,” dedi, “Vali Amca ile yaptığımız çalışma bu!” Dosyayı aldım. Dosyaya bakmadan bile bir şeyden emindim: Lazca yazımlarda (“Laz Alfabesi”) “Lazuri Alboni”, çok muhtemeldir ki,  kullanılmamıştı. Çünkü “Atmaca” adlı çalışmasında da aynı şekilde hareket etmişti.  Hem bu çalışmasında hem de diğer çalışmalarında bu alfabeyi kullanmaktan özenle kaçındı. Sebebini bilmiyorum; sormadım. Uzun Lazca makaleler, hayat hikâyesini de Lazca  yazmasını çeşitli zamanlarda önerdim; bundan da özenle kaçındı. Birkaç Lazca şiir çevirisi yaptığını biliyorum. 

Dosyaya ayaküstü şöyle bir baktım; sayılamayacak kadar Türkçe yazım hatası vardı. İlk gözüme bu çarptı. Kitapta bilgi hataları da çok fazla miktarda vardı. Onların da ötesinde Fahri Kırzıoğlu’dan uzun uzun  alıntılar yapmıştı. Bu dosya, adeta resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin bir resmî geçidi gibiydi. Anlaşılan bu çalışmayı yeniden yazmak ve düzenlemek gerekecekti. Bu da uzunca bir zamanımı alacaktı. Bu değişiklik ve düzenlemelere acaba kendisi ne diyecekti?! Dosya, şekil şartlarına da uygun değildi. Kaynaklar, dipnotlar kabul edilen ve kullanılan standartta değildi. Bir şey söylemedim. Yorum da yapmadım. Katkı sunup yardımcı olacağımı söylemekle yetindim.  Dosyayı yanımda getirdiğim çantaya itina ile yerleştirdim.

Vedalaştık; ofisinden ayrıldım

Kadıköy’den vapurla Eminönü’ne geçerken dosyayı çantamdan itinayla çıkardım ve şöyle bir göz attım. Bu kitap, Fahrettin Kırzıoğlu’nun yazdığı; Lazları, dillerini, kimliklerini yok sayan ve Lazların Orta-Asya’dan geldiği tezlerini yayan yayınlara çok yakın bir çalışmaydı.

Eve gelince hemen kitap üzerinde çalışmaya başladım. Çeşitli zamanlarda uzunca bir süre M. Recai Özgün ve Vali Amca’nın birlikte yazdığı söylenen bu çalışmayı  insanlara faydası dokunabilecek ve Laz kimlik mücadelesine katkı sağlayacak bir hale getirmek için yoğun bir çaba harcadım. Bütün bunları yaparken  maddî ve manevî şahsî hiçbir beklentim yoktu; kazancım da olmadı zaten. Tam aksine madî ve manevî fedakarlıklarda bulundum. Amacım; M. Recai Özgün’e ve Vali Amca’ya resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerine birer tokat attırmaktı. Kolektif bilince katkı sunma amacımdan başka bir niyetim olmadı. Bu konudaki az veya çok başarı beni tarifsiz memnun edecekti. Bu da yorulmalarımın karşılığı gelen bir ödül gibi bana yetiyordu.

Böylelikle M. Recai Özgün’ü Laz kimlik mücadelesine kazandırdım. Bir şekilde resmî ideolojinin uygulamalarıyla yüzleşmesi ve hesaplaşmasını sağladım. Hem “Kafkasya Yazıları” hem de  “Mjora” adlı periyodiklerin yayın kurullarına girmesini; makalelerinin yayınlanmasını sağladım. “Mjora” adlı periyodikin birinci sayısında  kendisiyle yapılan söyleşide anlattıklarıyla, otuzlu yıllarda  Laz çocuklarına karşı okullarda  uygulanan faşist uygulamaları açığa vurdu; bir döneme tanıklık etti.

M. Recai Özgün, ileri yaşına rağmen, kendisini sürekli olarak yeniledi. Sima Vakfı kuruluş çalışmalarında, tüzük hazırlanmasındaki telkinlerimi de dikkate aldı.  Orhan Bayramin, Munir Yılmaz Avcı ve benimle birlikte Sima Vakfı yayın organı “Sima”nın yayınlanmasında  katkı sundu; yazdı. Bütün bunlar, bir aydın olarak benim karanlığa karşı verdiğim mücadeledeki kazanımlarımdır.

 Bugün pek kimse farkında değil, ancak M. Recai Özgün bir bütün olarak ülkenin kimlik ve demokrasi mücadelesi kahramanlarından birisidir. Kıymeti gelecekte mutlaka anlaşılacak ve adı sonsuza dek anılacaktır. Bu ise, topluma hizmet ve bir insanın ailesine bırakabileceği en güzel mirastır.

O zamanlar malum; günümüzdeki kadar bilgisayar yaygın değildi. Daktilo kullanıyorduk. Bu ise, M. Recai Özgün ve Vali Amca’nın  çalışmasındaki düzeltiler konusunda çeşitli sorunların yaşanmasına sebep oluyordu.  M. Recai Özgün de o çalışmayı daktilo ile yazmıştı.

M. Recai Özgün ile sık sık telefonla görüşüyorduk. Yazdığı bazı bölümlerle ilgili fikir alışverişinde bulunuyorduk.Yapılması gereken  değişiklikler konusunda kendisine bilgi veriyordum. Böylece 1996’nın İlkbahar ve neredeyse de Yaz mevsimleri geçti. Nihayet katkı sunma çalışmam bitti.

Bir gün telefon ettim ve  M. Recai Özgün’ün  Kadıköy’deki ofisine gittim ve üzerinde uzunca ve dikkatlice dosyayı kendisine teslim ettim. O gün Vali Amca da oradaydı. Kendisiyle de orada müşerref olduk. İlk ve son olarak kendisiyle orada bir araya geldik. 1997 yılı olmalı; kendisini bir kez de Tellalzade Sokak’ta, caminin yakınında bir yerde gördüğümü hatırlıyorum. Başlarımızla selamlaştık; hepsi o kadar. Bir daha da ne kendisini gördüm ne de kendisinden haber aldım.

Sonradan M. Recai Özgün’den öğrendim; Vali Amca, bu çalışmadan çekilmiş. M. Recai Özgün, “önsöz”ün ilk bölümünde Necdet Kambur’un, ikinci bölümünde de Hasan Çelebi’nin değerlendirmelerini aktarmıştı.  Üçüncü kısa bölümde ise, bana teşekkür ediyor ve şöyle yazıyordu:

“Ayrıca genç dostum, Sevgili Ali İhsan Aksamaz’ın destekten de öte, büyük katkılarına işaret etmek istiyorum. Gerek kaynak bulmadaki yardımları, gerekse de kitabın yayına hazırlanmasında gösterdiği çabalar fedakârlık sınırını aşan bir düzede olmuştur. Bir kez daha katkısı olan dostlara teşekkür ederim.”

Esas olarak Ogni Dergisi”nde, “Birikim Dergisi”nde, “Tarih ve Toplum Dergisi”nde Megrel- Lazlara ilişkin çıkan makalelerimi ve çevirilerimi bir dosyada toplamış ve Çiviyazılarına, daha doğrusu Özcan Sapan’a çok önceden teslim etmiştim. Dosya, kitap olarak baskıya hazırdı; Kasım 1996’da da yayınlanacaktı. Kitap fuara yetişecekti. Kitabın yayınlanmasını sabırsızlıkla bekliyordum. Kitabımın kapağı da hazırdı. Kapağın koyu yeşil olmasını kararlaştırmıştık.  Kapak fotoğraflarını seçmiştim. Dizayn önerimle de  Özcan Sapan kapağı hazırladı.

Ön kapak, Lazların geçmişlerine ilişkin, onlarla bağlantılı alt değişik fotoğraftan oluşuyordu: Gonio kalesinden bir görünüm, dere üstündeki kemer köprünün fotoğrafı, kırık bir duvar Haç’ının görüntüsü, iki adet çakmaklı piştov ile bir kama kompozisyonunun fotoğrafı ve  bize özgü eski ince bir ağaç işçiliği örneğini yansıtan bir fotoğraf. Bu fotoğrafları, “Çveneburi Dergisi”nden Osman Nuri Mercan’dan emaneten aldığı albümlerden seçmiştim; öyle hatırlıyorum. Kendisi şişman olmasına rağmen, cömert bir insandır.  Arka kapak yazısını da yazdım. Daha doğrusu arka kapaktaki ilk üç paragrafı, bir zamanlar rahmetli Ünal Cuğ ve Hayri Ersoy Kutarba’nın yayınladıkları “Alaşara Dergisi”ne Lazlar hakkında önceden yazmış olduğum ve yayınlanan bir makalemden aldım. Lazların  geçmişini kısaca özetleyen üç önemli paragraf. 

Kitabım, Çiviyazıları’ndan çıkacaktı. Yayıncı Özcan Sapan ile anlaşmıştık. Aramızda yazılı bir anlaşma yapmaya bile ihtiyaç duymamıştık. Telif ücreti beklentim yoktu; zaten olamazdı da.  Piyasada dolaşan ve “Ant Yayınları”nın budayarak yayınladığını, çevirmeni Hayri Hayrioğlu’nun ağzından da bizzat duyduğum “Lazlar’ın Tarihi” adlı kitaba karşı resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerini açığa vuran, Laz kimlik mücadelesine katkı sunabilecek bir kitabın yayınlanmasıydı tek amacım. Hemen Hatırlatayım;  İsim babası olduğum “Kafkasya Yazıları”nı da Çiviyazıları’ndan yayınlayacağımız günlerin arefesiydi. Nitekim 1997 İlkbahar’ında da “Kafkasya Yazıları”nı yayınladık; büyük sükse yaptı.

1996 Yaz mevsimi. Tarihi tam olarak hatırlamıyorum. Birgün M. Recai Özgün, beni telefonla aradı. Katkı sunduğum çalışmasını kitap olarak bastırmak istediğini söylüyordu. Nereden yayınlatmayı düşündüğünü sorduğumda, “Atmaca” adlı kitabı yayınlattığı matbaa ile görüşeceğini söyledi. Özel yayın olacaktı, “Atmaca” gibi  yayınlandığından hiç kimsenin haberi bile olmayacaktı. Bir yayınevinden çıkmasının daha iyi olacağını söyledim. Ancak tanıdığı yoktu. Bu durumda  aklıma ilk gelen Çiviyazıları oldu. M. Recai Özgün’den birkaç gün izin istedim.

 Bu süre içinde dosyasını, o sözünü ettiği matbaadan yayınlatmasını ertelemesini istedim. Benden cevap beklemesini tenbihledim. Konuyu önce “Nart Yayıncılık”dan Hayri Ersoy Kutarba’ya bir şekilde çıtlattım. O sıralarda Hayri Ersoy Kutarba, adeta meteliğe kurşun atıyordu durumdaydı. Ekonomik durumu hiç de iyi değildi. Bir sürü kitap yayınlamış; isteyene de göndermiş, paralarını bir türlü alamamıştı. Ekonomik darboğazdan geçiyordu. M. Recai Özgün’ün çalışmasını ancak para verebilirse “Nart Yayıncılık”tan  yayınlayabilirdi; bunu anladım. Bunu bile bile Hayri Ersoy Kutarba’ya bu çalışmanın “Nart Yayınları”ndan yayınlamasını teklif dahi etmedim.

Lazlara ilişkin yayınların, kimlik mücadelesine daha fazla katkı sağlayacağı düşüncesiyle, aynı yerden yayınlanmalarının daha iyi olacağını düşünüyordum. Çünkü o zamanlar,  günümüzdeki kadar Laz dili, kültürü kimliğiyle bu kadar ilgilenen, yazan ve çizen donanımlı Laz aydını henüz çok yoktu.

M. Recai Özgün’ün dosyası hakkında Çiviyazıları’ndan yayıncı Özcan Sapan ile görüşmeye karar verdim. Birgün kendisine konuyu açtım. M. Recai Özgün’in kişiliği, yaşı, geçmişi, ilişkileri, hazırladığı dosyası ve benim bu dosyaya yaptığım katkıdan kendisine bahsettim. Konuya sıcak baktı. M. Recai Özgün’ü kendisiyle tanıştırmak istediğimi belirttim. Memnun oldu. Ancak bazı çekince ve itirazları vardı; şöyle dedi: “Bak Ali İhsan, biliyorsun senin kitabın baskıya hazır. Kapağı da hazır. Hepsi bilgisayarda. Kasım’da da yayınlanacak; kitap fuarına yetişecek. Bir yayınevinden aynı konuda iki ayrı  kitap çıkmaz. Ama sen istiyorsan, amcayı getir; tanışalım.”

Nihayetinde kısa bir süre sonra M. Recai Özgün’ü  Kadıköy’deki ofisinden aldım ve yine Kadıköy’de, Caferağa Kapalı Spor Salonu’nun hemen karşısında bulunan “Çiviyazıları”na götürdüm. Yayıncı Özcan Sapan, bizimle ofisinde görüştü. M. Recai Özgün, Özcan Sapan’ın ofisine hayran kaldı. Gerçekten de bu ofis hayran kalınmayacak gibi değildi. M. Recai Özgün, Özcan Sapan’ın sergilediği eski pipoları, eski plakları, radyo- pikabı, film oynatma makinası ve diğer antika aletlerini gördü; etkilendi; yakından inceledi. Özcan Sapan’ın Türk Sanat Müziği’ni sevdiğini ve  briç oynamaktan zevk aldığını öğrenince aralarında çabucak bir samimiyet doğdu.

Söz, M. Recai Özgün’ün çalışmasına geldi. Elinde taşıdığı torbadan dosyasını çıkardı ve Özcan Sapan’ın oturuyor olduğu masanın üzerine bıraktı. Özcan Sapan, “Ali İhsan, bana konudan bahsetti. Ben de okuyup size görüş belirtirim,” dedi. Çaylar içildi. İkram edilen o leziz kurabiyeleri de büyük bir iştahla yedik. Ben, konuşmalarına hiç karışmadım. Yalnızca onları dinledim. Arada bir bana da bakıp konuştukları zaman, dinlediğimi onlara göstermek için başımı sallamakla yetindim. Bir saat kadar orada kaldık. Artık ayrılık saati gelmişti. M. Recai Özgün ve Özcan Sapan birbirlerine kartvizitlerini verdiler, telefonlarını aldılar. Görüşmeleri bitti. Özcan Sapan, kendi kitaplarından birkaçını M. Recai Özgün’e hediye etti.  M. Recai Özgün ile birlikte oradan ayrıldık. M. Recai Özgün’ü otobüs duraklarının  bulunduğu meydana, şimdiki karakolun bulunduğu yere kadar  götürdüm; evine gidecekti. Bir süre otobüsü bekledik. Otobüse kendisini bindirip uğurladım. Ben ise, geri döndüm. “Nart yayınları”na gittim ve Hayri Ersoy Kutarba’yı ziyaret ettim; sohbet ettik.

Birkaç gün sonra yine Özcan Sapan ile bir araya geldik. M. Recai Özgün’ün dosyası üzerine görüşlerini belirtti: “Bu dosya basılabilir. Ancak daha önce dediğim gibi, senin kitabınla, M. Recai Özgün’ün bu çalışması paralel konuları işliyor. Hem senin hem onun kitabını aynı anda yayınlayamayız. Senin kitabın büyük ölçüde hazır. Fuar’a kadar yayınlanmış olur.”

Bir an düşündüm: M. Recai Özgün oldukça yaşlı bir insandı. Kimliğini de seviyordu. Birçok hata ve yanlışına rağmen, bir kitap yazmış ve benim katkılarıma da hiç itiraz etmemişti. Ben daha gençtim ve bir süre daha, hatta bir yıl daha bekleyebilirdim. Laz kimliği konusuna, ileri yaşlı birisinin eğilmesi ve eser ortaya çıkarması hedef  kitlede daha etkili olabilirdi. Özcan Sapan’a şöyle dedim: “Ben kitabımın yayınlanmasını bir süre geri çekiyorum.” Özcan Sapan ekledi: “En az bir yıl!” “Tamam,” dedim ve hakkımı, gıyabında M. Recai Özgün’e vermiş oldum.  Yalnızca yayın hakkımı değil, büyük bir özenle seçtiğim fotoğraflarla ve eski bir makalemden seçilmiş arka kapak yazısıyla düzenlenmiş kapağı da M. Recai Özgün’ün çalışmasına devretmiş oldum.  M. Recai Özgün’ün kapağa, özellikle de Haç’a itiraz edeceğini düşünmüştüm. Oysa O, çalışmasına yaptığım katkılar gibi, kapağı da itirazsız kabullenecekti.

Bu müjdeli haberi M. Recai Özgün’e hemen telefonla bildirdim. Sevindi. Hem matbaaya para vermekten kurtuluyordu hem de kitabı bilinen bir yayınevinden yayınlanacaktı. Kitap depolama, kitapları okuyucuya ulaştırma gibi sıkıntıları da olmayacaktı. İkinci kez M. Recai Özgün’ü ve Özcan Sapan’ı buluşturdum. Bu sefer konu sözleşme ve telif konusu idi. Genelde yazarlar, kitaplarının çok satacağını ve yayınevlerinin de kendilerini kazıklayacağını düşünürler. Bu görüşmede, M. Recai Özgün’de böyle bir yaklaşım ve güvensizlik sezinledim. Ben yine konuşmalarına karımadım. Yalnızca onları dinledim. Yine ikram edilen o kurabiyeleri çay eşliğinde yemekle meşgul oldum. Özcan Sapan da, M. Recai Özgün’ün bu telif ve sözleşme konularında bir kaygusu olduğunu sezinlemiş olmalı ki; “Siz istediğiniz şekilde bir sözleşme hazırlayın; getirin; ben kabul ediyorum, imzalarım” diyerek oldukça centilmence bir tavır gösterdi. Nitekim bir süre sonra, bir başka gün birlikte yaptığımız üçüncü toplantımızda Özcan Sapan, M. Recai Özgün’ün iki nüsha olarak hazırlayıp imzaladığı sözleşmenin iki nüshasını da iyice okumadan imzaladı; bir nüshayı M. Recai Özgün’e  kibarca uzattı, diğer nüshayı da itinayla çekmecesine koydu.

Karşılıklı iyi niyet ifadelerinden ve benim de her ikisini tebrik etmemden sonra Özcan Sapan şöyle dedi: “Şu dosyayı önce edebiyat öğretmeni bir arkadaşımız var; ona okutturacağım. Sonra dizgisi olacak. Bu dizgiyi Ali İhsan okuyacak, gerekirse yeniden katkı sunacak. Baskıdan önceki halini tekrar size okutturacağım Recai Amca.” Özcan Sapan, Kitabın adının “Lazlar” olacağını da belirtti.
Böylece o gün, kesin olarak kitabımın adını, kapağını ve yayınlanma zamanını hiçbir karşılık beklemeden M. Recai Özgün’ün dosyasına gönüllü olarak devretmiş oldum.

İsterseniz, şimdi de M. Recai Özgün’ün dosyasına, yukarıda çeşitli yerlerde belirttiklerimin dışında, ne gibi katkılar sunduğumdan da bahsedeyim kısaca. Kitaba bir bölüm olarak, “Laz Göçleri ve Nüfus Hareketleri” bölümünü ekledim. Burada eski ve yeni adlarıyla tarihsel Laz yerleşim birimlerinin adlarını ayrıntılı olarak verdim. “Genel Olarak Lazca” başlıklı bölüme,  rahmetli Ünal Cuğ ve Hayri Ersoy Kutarba’nın yayınladıkları “Alaşara Dergisi” için Peacock’un çalışmasından faydalanarak hazırladığım ve bu derginin Temmuz 1995/ 4. sayısında yayınlanan “Karşılaştırmalı Kafkas Dilleri Sözlüğü”nü de ekledim. Kitaba bir de “Kısa Kronoloji” bölümü ve “kaynakları”nü eklemeyi ihmal etmedi. Eklediğim bu bölümlere adımı yazmayı doğru bulmadım. M. Recai Özgün’ün Hopalı Faik Efendi ve İskender Tzitaşi’den haberi yoktu. Onlarla ilgili bilgileri de çalışmasına ekledim.

M. Recai Özgün; Wolfgang Feurstein/ Fahri Kahraman alfabesini kullanmamıştı; bu kitap çalışmasında kullanılmasını da istemedi.

Hatırladığım kadarıyla; Özcan Sapan, onbeş- yirmi gün kadar sonra M. Recai Özgün’ün  çalışmasının ilk çıkışını bana teslim etti. Böylece ilk tahsihe başlamış oldum. Ardından ikinci ve üçüncü tahsihleri yaptım. Artık söz M. Recai Özgün ve Özcan Sapan’da idi. Aradan çekildim. Kitap fuarı da yaklaşıyordu. Böylece M. Recai Özgün’ün dosyası “Lazlar” adıyla Kasım 1996’da birinci baskısını yaptı. M. Recai Özgün, 23 Kasım 1996’da bana imzaladığı bu kitabına şu notu düşmüştü: “Sn. A. İhsan Aksamaz’a . Benden çok emeklerinin anısına.”

“Lazlar”ın bende bir de üçüncü baskısı var. O baskı 2000 yılında yapılmış. M. Recai Özgün, o baskıyı da imzalayarak bana hediye etmişti.

Kitap ilgi uyandırdı. Tanıtmak için de çaba harcadım. M. Recai Özgün’ün “Lazlar” başlıklı bu çalışması haksız eleştirilere de uğradı, kendisine sataşıldı. Yine kendisini yalnız bırakmadım; sahip çıktım. “Hemşinli” bir akademisyen, Dr. E. Gürsel Ersoy, “Demokrasi Gazetesi”nin 6 Nisan 1997 tarihli nüshasına yazdığı “ Yetersiz Bir Laz Kültürü Araştırması” başlıklı makalesiyle M. Recai Özgün’ü, çalışmasını küçümsedi. Resmî ideoloji ve resmî tarih tezleriyle yüzleşip hesaplaşmayı göze alamayan  Dr. E. Gürsel Ersoy, Laz kimlik mücadelesi veren yaşlı bir insana saygı göstermeyi de bilemedi; resmî Ermeni ideolojisi ve tarih tezleri ışığında hareket etti; o talihsiz satırları bir “Kürt Gazetesi”nde yayınlandı.

M. Recai Özgün’ün çalışması, Lazları yok sayan ve Lazların varlığından rahatsız olan bütün resmî ideolojileri erbaplarını rahatsız etti. Ömer Yılmaz adlı MHP’li bir kişi tarafından Sinop’ta ayda bir yayınlanan “Bizim Karadeniz” adlı gazete ile Hemşinli bir akademiyenin yazdığı o talihsiz makaleyi yayınlayan “Demokrasi Gazetesi”nin Laz kimliğinden rahatsız olma noktasında buluşmaları oldukça ilginç bir rastlantıydı!

Lazların kimliklerine sahip çıkması, yalnızca "Türk" milliyetçilerini ve onların resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerini savunanları değil, Türkiye’de Ermenistan’ın resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerini savunan kimi “Hemşinli aydınları” da, Yunanistan’ın resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerini savunan kimi “Pontoslu aydınları” da, Gürcistan’ın  resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerini savunan kimi “Gürcü aydınları” da rahatsız etmişti. Hepsi de koro halinde hareket ediyordu: “Nereden çıktı bu Lazlar!”

Gelen bu tepkiler, doğru bir yolda olduğumuzu ve benim de kişisel olarak kitaba katkı sunmakla doğru bir iş yaptığımı gösteriyordu. Laz aydınları olarak, M. Recai Özgün’e sahip çıktık; “Demokrasi Gazetesi”ne ortak bir açıklama gönderdik.  O sıralar İsmail Avcı Bucaklişi ve Esat Sarı “105.7 Çevre Radyo”da “Tanura” adlı bir program yapıyorlardı. M. Recai Özgün’ün o radyo programına katılmasını ve kendisinin  nezdinde Laz Halkı’na yapılan saldırıya cevap verimesini sağladık.  Ben de konunun unutulmaması için bir makale yazdım; “Demokrasi Gazetesi”ne gönderdim.  Bu makale çok sonra “Kafkasya Yazıları”nın 1999 İlkbahar sayısında da yayınlanacaktı.

M. Recai Özgün, Kocaeli’de kurulan “Sima Vakfı”nın kurucuları arasında yer aldı. “Laz Muhammed” adlı çalışması 2004 yılında yayınlandı. Bu kitabı da “Çiviyazıları”ndan çıktı. Bu dosyasını da yayınlanmadan önce bana gönderdi; katkı sunmamı istedi. Yine severek “Laz Muhammed”e de katkı sundum. Çalışmasında kullandığı, Ermeni, Rum, Hemşinli ve Pontos halklarını düşman gibi gören veya gösteren kimi ifadelerin düzeltilmesi için önerilerde bulundum. Bütün halkların Müslüman olsun, Hıristiyan olsun, Musevî olsun  kardeş olduğunu, milliyetçilerin ve çeşitli emperyalist ülkelerin halkları birbirlerine karşı kırdırdığına M. Recai Özgün’ün dikkatini çektim. 

M. Recai Özgün, en son olarak  “Türkçü" Orkun Dergisinin 50. sayısına “Türkiye Mozaik Değildir” başlıklı makaleyi yazan “Göktürk Ömer Çakır” adlı kişinin saldırısına uğradı; ancak yılmadı. Üretmeye devam etti.

M. Recai Özgün, 11 Temmuz 2004 Pazar günü aramızdan ayrıldı. Sevenlerini üzüntüye boğdu. Kendisini son yolculuğunda da yine yalnız bırakmadık. Pazartesi günü  Maşukiye’de toprağa verdik.

            Kendisi Laz kimlik mücadelesine ciddî  katkılar sunmuş bir Laz aydınıydı. Kendisini saygıyla anıyorum. Onun vefatından sonra, “M. Recai Özgün: ‘Tatara tititiri” başlıklı bir makaleyi kaleme alarak çeşitli yerlerde yayınlattım; anısının yaşamasını sağlamak istedim.

1996 Kasım’ında yayınlanamayan kitabım ancak bir yıl sonra yayınlandı. 1997 Kasım’ında yayınlanacak olan kitabım için bir başlık sorunu ortaya çıkmıştı. “Lazlar” başlığını kullanamazdık, o adın kullanım hakkını gönüllü olarak M. Recai Özgün’ün kitabına vermiştim. Şimdi başka bir ad bulmalıydık. Oldukça zorlandım. Birgün, Özcan Sapan telefonla aradı ve kitap için uygun bir başlık bulduğunu söyledi: “Kafkasya’dan Karadeniz’in Tarihsel Yolculuğu”. Hemen itiraz ettim: “Lazlar, tarihsel olarak yaşadıkları Doğu Karadeniz Bölgesi’nin yerli halkı. Bu başlık, Lazların bu bölgeye sonradan geldiklerini çağrıştırıyor.” Özcan Sapan, bu yolculuğun coğrafî bir yolculuk değil, tarih içinde bir yolculuk olduğunu söyledi ve bu başlık konusunda beni ikna etti. Böylece kitabımın isim babası Özcan Sapan oldu.

Şimdi sıra kapağa geldi! Kapağı Paxajans hazırladı. Yine Osman Nuri Mercan’dan  emanet olarak aldığım albümlerden birinden faydalandık. Ön kapak beyazdı. Bu beyazlık içinde, Kortuli Alboni ile bana Tzate Batsaşi’nin çok önceden Lazca olarak yazdığı mektubun bir bölümü yer alıyordu. Ön kapağın orta bir yerinde de sözünü ettiğim o albümlerden taradığımız renkli bir fotoğraf yer aldı.

“Kafkasya’dan Karadeniz’in Tarihsel Yolculuğu” da aynı M. Recai Özgün’ün “Lazlar” adlı çalışması gibi oldukça ilgi gördü; aynı şekilde de saldırıya uğradı. Ömer Yılmaz, Sinop’ta ayda bir yayınlanan “Bizim Karadeniz” adlı tabldot gazetenin Ağustos 1998/ 7. sayısında M. Recai Özgün’ün “Lazlar”, “Muhammed Vanilişi ve Ali Tandilava’nın “Lazlar’ın Tarihi” ve benim “Kafkasya’dan Karadeniz’e Lazların Tarihsel Yolculuğu” adlı kitaplarımızı hedef aldı ve bilindik ağızla bir linç kampanyası yürütmeye çalıştı. 2001’de Ali Rıza Saklı, internet ortamında yayınlanan “Net Gazete”de, durduk yerde benim “Alman ajanı” olduğumu ilân etti! Semih Tufan Gülaltay, “2003 yılında yayınlanan “Tanrıları’ın Türk’leri” adlı kitabında beni “bölücü” ve “Lazistancı tayfası”ndan olarak niteledi. En talihsiz ve komik “eleştiri” de yayın kurulu üyesi olduğum “Mjora” adlı periyodikin ikinci sayısında bir makalesi yayınlanan “bir dostumuz”dan geldi. 

2000’li yılların başıydı. İnternet Türkiye’ye yeni giriyordu. Bizlerin kimlik mücadelesi yapmamızdan, kararlı bir şekilde yazma ve yayın çalışmalarımızdan korkan ve adlarıyla ve akılları ve bilgileriyle bizleri eleştirecek cesaretleri olmayan kimlik ve kişilikleri meçhul ve hastalıklı kimi şahıslar internet ortamından da bizlere saldırmayı ihmal etmediler. “Kimi dostlar”ın yayınladığı bazı internet sitelerinin forum sayfalarında da bile “meçhul kişiler” tarafından hedef alındık, hedef gösterildik. Gariptir; kimi Laz aydınları ise, bize yapılan her türden saldırıyı ve çalışmalarımızı görmedi, görmek istemedi. Bunun yerine Lazların kimlik mücadelesinden rahatsız olan “Hemşinli kimi aydınlar” ile “Pontoslu kimi aydınları”n dümen suyuna girmeyi yeğleyenler oldu. Bunlar boyunlarına davul takıp “tokmakçı” aradılar. Ancak biz kendimizi geliştirmeye ve yenilemeye çalıştık. Kimsenin oyuncağı olmadan kimlik mücadelesine devam ediyoruz; yazıyoruz, çiziyoruz, yayınlıyoruz; Lazca dersler veriyoruz.

Mücadelemiz ve beklentimiz Laz kimliğinin tanınması ve geleceğe kurumsal olarak taşınmasıdır. Tarihsel Laz yerleşim birimlerinin Lazca adlarının resmî olarak kullanılması ve tabelalarda yer alması, okullarda anadili olarak Lazcanın ağırlıklı olarak okutulması, TRT’nin  Lazca radyo ve televizyon yayınları yapması, Lazların yaşadıkları yörelerdeki üniversitelerde Laz dili, edebiyatı ve tarihi  bölümlerinin ve enstitülerinin  açılması öncelikli taleplerimizdir. Bu talepler yalnızca Türkiye ile sınırlı değildir. Gürcistan Lazlarının da, Abhazya Lazlarının da, Rusya Federasyonu Lazlarının da kimliklerinin tanınması ve yaşatılması için ilgililerin tedbirler alması ve uygulamalar başlatması da beklentilerimiz arasındadır. Tabi bütün bu konu, kolektif algı ve yine kolektif mücadeleyi gerektirmektedir.

Pazartesi günü  Özcan Sapan ile telefonda görüştüm. Kitabımın mevcudunun kalmadığını söyledi. Kitabın yeni baskısını düşünüyoruz. Bu baskı için bir açıklama yazısı yazmam gerekiyor. Maceralı bir yayınlanma hikâyesi olan ve artık mevcudu da kalmayan, ancak içeriğiyle güncelliğini koruyan ve üstelik hakkında da tek bir eleştiri yazılmayan “Kafkasya’dan Karadeniz’e Lazlar’ın Tarihsel Yolculuğu” adlı çalışmamın ikinci baskısı ümit ederim yeni okuyucularıyla en kısa zamanda buluşmasıdır.


Ali İhsan Aksamaz, yusufbulut.com, 14. 02. 2013
aksamaz@gmail.com

https://www.youtube.com/watch?v=In_hi1Wp2Zg

“Romani nç̆aralobaşi irişen ʒ̆oxlemxtimu noʒ̆ile ren!”

      “Romani nç̆aralobaşi irişen ʒ̆oxlemxtimu noʒ̆ile ren!”     [ Goʒ̆otkvala : Ma A. Cengiz Bukeri doviçini dido ʒ̆anapeş ʒ̆oxle...