29 Kasım 2019 Cuma

Lazika Yayın Kollektifi’nin Kokteyli (Gözlemler-Değerlendirmeler)



Lazika Yayın Kollektifi’nin Kokteyli
(Gözlemler-Değerlendirmeler)




14 Temmuz 2011’den yaklaşık onbeş gün kadar önce, birgün İsmail Avcı telefonla beni aradı. Lazika Yayın Kollektifi olarak yayınladıkları kitapların tanıtımı için bir kokteyl yapacaklarını söyledi. Beni de bu koktelyde görmek istediğini ifade etti. Düzenleyecekleri kokteyle katılıp katılamayacağımı öğrenmek istedi. Ben de kokteyle katılmam yönünde fikir beyan ettim. Daha sonra tam tarih ve yer kesinleşince, haber göndereceğini de sözlerine ekledi.

Nitekim üç-beş gün sonra, cep telefonuma bir mesaj geldi. Kokteylin nerede ve ne zaman yapılacağını bildiren bir mesajdı: 14 Temmuz 2011 Peşembe günü, saat 19:00’da Kadıköy “İsina Bar.” Bu kokteyle katılma konusunu Ahmet Hulusi Kırım ile birlikte değerlendirdik; beraber gitme kararı aldık.

Lazca Roman  ve Makalerin Yayınlanması Önemli Bir Dönemeçtir

Bu kokteyle katılmanın önemli olduğunu düşündüm. Lazika Yayın Kollektifi’nin bu kokteyline katılmak için haklı gerekçelerim vardı. Bu kollektif iki önemli kitap yayınlamıştı. Biri Lazca bir roman; “Daçxuri” (“Ateş”). Diğeri Lazca makalelerden oluşan; “Si Giçkin” (Sen Bilirsin”). Bu iki kitap, Laz aydınlarının dil ve kimlik mücadelesinde çok önemli bir adımdı.

Kokteylin yapılacağı mekanın fiziksel kapasitesi ve kokteylin ne şekilde seyredeceği konusunda en ufak bir bilgim yoktu. Masalarda mı oturacaktık?! Yoksa millet ellerinde tuttukları peçete sarılı bardaklarıyla ayak üstü birbirleriyle mi sohbet edeceklerdi?! Hafif resmî bir hava olacak mıydı?! Program neydi? Bilmiyordum. Telefon edip, İsmail Avcı’ya bu konularda sorular sormak da pek anlamlı gelmedi.

Kokteylin seyrini bilmemekle birlikte, eğer imkan olur da, bana bir söz verirlerse diye, kafamda bir konuşma metni kurgulamaya başladım. Kısa, net bir mesaj, konuşma metni hazırlamalıydım. Ancak Lazca olmalıydı. Kokteylden birkaç gün önce konuşmamı kafamda oluşturdum. Kokteyl gününün sabahı da onu kağıda döktüm. Konuşmamı çizgili bir dosya kağıdına düzgünce yazdıktan sonra; katlayıp gömleğimin cebine yerleştirdim. Söz verilirse, oradan çıkartıp okuyacaktım. Böyle bir hazırlık yaptığımı, önceden Ahmet Hulusi Kırım’a söyledim. Kendisinin de bir konuşma metni hazırlamasını önerdim.

14 Temmuz 2011 Perşembe günü, saat 17:00 sularında evden çıkmak üzereydim. Ahmet Hulusi Kırım’ın ofisine gidecektim. Tam da o sırada cep telefonum çaldı. Arayan (Gürcü Kültür Merkezi) GKM’den Nevzat Kaya idi. Kokteyle gideceğimi söyledim. Kendisini de davet ettim. Kabul etti. Saat 16:00’da O da  ofiste olacaktı.

Nevzat Kaya ile  ofiste değil, Aksaray tramvay istasyonunda buluştuk. Üçümüz, önce tramvayla sohbet ede ede Sirkeci’ye gittik. Oradan da vapurla Kadıköy’e geçtik. Orada Ahmet Hulusi Kırım’ın eşi de bize katıldı. Dördümüz, “İsina Bar”ı aramaya başladık. Oradan oraya, oradan buraya. Meğerse bildiğimiz bir yerdeymiş; iki kilisenin arasında, balıkçılara yakın bir yerde. Yıllar önce Hayri Ersoy’un ofisine; Nart Yayınlarına ve Alaşara Dergisine ve Çiviyazılarına gidip gelirken onlarca defa geçtiğim bir sokaktaymış.  Kapısında koca harflerle “İsina” yazan bir mekan.



Herkes Doğaldı

Anlaşılan, bu kokteyl için masalar düzenlenmiş; ağızı giriş tarafınada bir “U düzeni” oluşturulmuş. İsmail Avcı, Orhan Sapan ve kendisini ilk defa orada tanıdığım Mustafa Çupina bizi kapıda karşıladılar. Yapmacık ve apartılı olmayan davranışlarla bizi buyur ettiler. Masalarda oturan bayanları, beyleri selamladık. İçeri girdik. Mecit Çakırusta, Ali Osman Öziskender, Muhammet Tunçsan gözüme çarpan ilk tanıdıklarımdı. Sıcak havadan etkilendikleri hallerinden açıkça belli oluyordu. Öylece oturuyorlardı. Yanlarına gittim. El sıkıştık. Öpüştük. Birbirimize hal- hatır sorduk. Girişteki ilk sandalyeye Ahmet Hulusi Kırım oturdu.Yanına eşi, onun yanına ben, benim yanıma Nevzat Kaya oturdu. Muhammet Tunçsan da onun yanına oturdu. Öncelikle karşımızdakilerle, yanımızdakilerle sohbete başladık. Ali Osman Öziskender’i görmeyeli epey olmuş. Görmeyeli kilo almış gibime geldi. Muhammet Tunçsan ile yaklaşık bir beş aydır görüşmemiştik. O zamandan bugüne göbeğini daha da büyütmüş buldum onu. Hatta kendisine takıldım. Ya sıcağın etkisiyle ya da artık göbeğini kanıksadığı için kendisine takılmama hiç ses çıkartmadı.

Girişte, hemen Ahmet Hulusi Kırım’ın karşısındaki masada Erdal Bayrakoğlu oturuyordu. O güzel sesi ve duygusunu katarak seslendirdiği şarkıları geldi birden kulağıma. Eskiden sigara içtiğini biliyorum. Acaba hâlâ içiyor mu?!Kokteylde  sigara içip içmediğini    şimdi hatırlamıyorum. Sigara içiyorsa da, ümit ederim en kısa zamanda bırakır da, işte o zaman sesinin daha hangi perdelere ulaşacağını görür; şaşırır.

İçerde tanımadığım bir sürü insan var. Kimdiler?!Hâlâ bilmiyorum. Karşı tarafın orta kesimlerinde bir yerlerde oturan arkadaşı tanıyor gibiydim. Ancak çıkartamadım. (Meğerse Yalçın Ersoy’muş! Sima Vakfı’nın 2007’deki pikniğinde tanışmıştık. Bir arkadaşımın da kardeşiydi üstelik! (Sonradan facebook üzerinden birbirimizi hatırladık.)

İsmail Avcı çok az oturdu. Elinde pahalı bir fotoğraf makinası, bir sağa bir sola koşuşturuyor, bir öteye, bir beriye gidip geliyordu. Bazen fotoğraf çekiyor bazen de film. Anlaşılan hiçbir ayrıntıyı kaçırmak istemiyor. Bu kokteyli ölümsüzleştirmek istiyor anlaşılan. İyi de yapıyor. Doğrusu da öyle zaten. Yalnızca İsmail Avcı değil, görebildiğim kadarıyla başkaları da fotoğraf, film çekti. Güzel de oldu. İnternet ortamında paylaşırlarsa, hem biz kendi halimizi görürüz hem de işleri sebebiyle veya uzaklarda oldukları için kokteyle katılamayanlar da havayı koklarlar; çıkarsamalarda bulunurlar. 


Gözler Osman Şafak Buyukluşi’yi Aradı

Hemen söyleyeyim; Osman Şafak Buyukluşi bizimle değildi; olmasını çok isterdim. Kitabından dolayı, bir kez de ellerinden sıkıp tebrik ederdim. Murat Ercan Murğulişi, bizim oturduğumuz tarafta, Muhammet Tunçsan’ın oturduğu yerin üç-dört iskemle ötesinde oturuyordu. Yanında da Mustafa Çupina vardı.

 Saat 19:00’u biraz geçiyordu. Güzel sesli birisi, sevgi dolu bir tonda konuşmaya başladı; üstelik Lazca. Anlaşılabilir bir Lazca ile ardarda ağzından çıkan cümleler o kadar anlam yüklüydü ki! Aman Allahım, bu inanılmaz bir şey! Lazcayı günlük konuşmanın, karşılıklı diyalogların dışında, bir konuda bilgi verirken konuşmak çok mükemmel bir şey! Lazcayı konuşanlar beni hep çarpmıştır. İlk aklıma gelen rahmetli eniştem, rahmetli hâlâmdır. Antalya’da tanıdığım Nazife Hâlâ! Sonra Sarpili Lazları hatırladım. Makinalı tüfek gibi, utanmadan sıkılmadan Lazcayı konuşan insanlar. Yediden yetmişe, kadın- erkek, sivil- memur Lazcayı hakikaten şehvetle konuşan insanlar. Mustafa Çupina’nın bu Lazca konuşması, bana bütün bunları hatırlatıyor. “İşte bu! İşte bu” diye bağırmamak için kendimi zor tutuyorum. Mustafa Çupina’nın Lazca konuşması ve söylediklerinin beni etkilediğini belirtmeliyim.

Şu anda hatırlayabildiğim kadarıyla, Mustafa Çupina özetle, bunun bir başlangıç olduğunu belirtti.  İnsanları birlikte hareket etmeye davet etti. Böylelikle daha güçlü olunacağını ve daha güzel işler yapılabileceğine dikkat çekti.

“Hah,” dedim içimden, “Mustafa Çupina”dan sonra, yanınlanan ilk Lazca romanın yazarı Murat Ercan Murğulişi de şimdi söz alacak ve bize Lazca birşeyler anlatacak.” Daha doğrusu; Murat Ercan Murğulişi’nin bizlere bu kitabın yazılış ve yayınlanana kadar yaşadıklarını Lazca olarak anlatacağını ümit etmiştim; olmadı. Kendisinin çok heyecanlı olduğunu gördüm. Aynı zamanda beni şaşkınlığa sevkedecek derecede de mütevaziydi. Kitabın kendi adını taşımasına rağmen, kitabın sadece kendisini değil, kendisine katkı sağlayan herkesin olduğuna ısrarla vurgu yaptı. Bu davranışıyla kolektif çalışmayı hazmettiğini gösteriyordu. Bundan etkilendim. Lazca konuşsaydı, daha da hoş olacaktı.

Şu anda kimin, kimden önce konuştuğunu, konuşma sıralarını karıştırabilirim. GKM’den Nevzat Kaya’ya söz verildi; ayağa kalktı Laz ve Gürcü kardeşliğine öncelikle vurgu yaptı. Lazların dil ve kimlik mücadelesini önemsediğini ve desteklediğini önemle belirtti. Bu anlamda; Lazca iki kitabı ve diğer çalışmaları yayınlayan Lazika Yayın Kollektifi’ni tebrik etti. Herkes kendisini dikkatle dinledi. İlk kez böyle bir Gürcü aydını görüyorduk. “Lazlar Gürcüdür” tekerlemesini ezberlememiş, ezberlemiş olanların da ezberini bozan bir Gürcü aydını. Kendisini ve söylediklerini unutmak mümkün değil.

Ahmet Hulusi Kırım’a söz verildi; ayağa kalktı. Bu tür yayınları ve çabaları önemsediğini söyledi. Laz aydınlarının artık kimlik mücadesi vermelerinin zamanın geldiğine vurgu yaptı. Ve benim hem onun adına hem de kendi adıma birşeyler söyleyeceğimi belirtti. Topu bana attı.  Sözü bana bıraktı. Gömleğimin cebinden, önceden kaleme aldığım konuşmamı yazdığım çizgili dosya kağıdını çıkardım. Gözlüksüz okuyamıyordum. Gözlüklerimi taktım. Yavaşça okumaya, konuşur tarzda okumaya başladım. Lazca metnim şöyleydi:

“Nena Minoba Ren”

Ho; nena minoba ren. Nena armitxanişi minoba ren. Mtini gi3’vat na, nena ar xalk’işi k’olekt’iuri minoba ren. K’aixeşa miçkinan, nananenati osinapute skidun, zate eşoti skidu nenak andğaşa. Cveşi orapes, oput’epes pskidurt’it do nenak domibağutes. Mara andğaneri ndğas noğapes do didi noğapes pskidurt do emuşeniti aya nananena, Lazuri nena oç’aru domaç’irnan. Mektebiti domaç’irnan. Radio-t’elevizioniti domaç’irnan. Gazetati domaç’irnan. Lazuri nenate ç’areli romanepeti, kitabepeti domaç’irnan. Nena aşo skidun do emutenti Lazuri minoba.

            Lazuri nena ar xalk’işi nena ren, na skidun xalk’işi nena ren. Xitituri nenas na vo3’k’ert steri var vo3’k’ert Lazuri nenas.

            Eşo vit’oovro 3’ana 3’oxle, “OGNİ”s mxuci na mepçit dğalepes, mu xalis vort’it, eti miçkinan. Ekolen, na vigurit ondepete a3’i ak voret. Aya ren dido k’ai xali, ma eşo visimadep. Artikartişen vigurit do xoloti vigurapt. Nena Ğormotişi dulya ren, aya nenas toli na uğun gamantanerepeşi dulya ren. Emuşeniti nenaşi speros, ok’oçalişu domaç’irnan.
Romani oç’aruti, makale oç’aruti dido meç’ireli ren. Mara becititi ren. Emuşeni “Daçxuri” maç’arale Murat Ercan Murğulişis do  “Si Giçkin”-işi maç’arale Osman Şafak Buyuklus şukuri vu3’umert. Edo entepes mxuci meçameri iri mitxanisti şukuri vu3’vat.

            Açkva aya kitabepe maç’aralepeşi var, aya nenate, Lazuri nenate iderdeps iri k’oçişi ren. Ğormotik goxelan.”



Ardından da bu konuşmanın kısa Türkçe bir özetini yaptım. Ancak şimdi burada konuşma metninin tamamının Türkçesini veriyorum:

“Dil Kimliktir”

            Evet dil kimliktir. Dil bir kimsenin kimliğidir. Doğrusunu söylersek,dil bir halkın kolektif kimliğidir. İyice biliyoruz, anadili de konuşmayla yaşar. Zaten bugüne kadar da dil öyle de yaşadı. Eski zamanlarda, köylerde yaşıyorduk da, dil bize yetiyordu. Ancak günümüzde kentlerde ve büyük kentlerde yaşıyoruz da, onun için bu dili, Lazcayı yazmamız gerekir. Bize okul da gerekir. Bize Radio-televizyon da gerekir. Bize gazete de gerekir. Bize Lazca yazılmış romanlar da, kitaplar da gerekir. Dil böyle yaşar ve onunla da kimlik.

            Lazca bir halkın dilidir, yaşayan bir halkın dilidir. Hitit diline baktığımız gibi, Lazcaya bakmıyoruz.

            Şöyle on sekiz yıl önce, “OGNİ”ye omuz verdiğimiz günlerde, ne haldeydik,  onu da biliyoruz. Oradan, öğrendiğimiz şeylerle şimdi buradayız. Bu çok önemli bir durumdur, ben öyle düşünüyorum. Birbirimizden öğrendik, yine de öğreniyoruz. Dil Tanrısal bir iştir. İnsanların eliyle yaşar. Ancak, biliyoruz, dil bir kişinin değil, bu dilde gözü olan aydınların işidir. Onun için de dil alanında birlikte çalışmamız gerekir.

            Roman yazmak da, makale yazmak da zordur. Ancak önemlidir de. Onun için (“Daçxuri”),  “Ateş”in yazarı Murat Ercan Murğulişi’ye ve  (“Si Giçkin”), “Sen Bilirsin”in yazarı Osman Şafak Buyuklişi’ye teşekkür ediyorum. Tabi, onlara destek veren her kişiye teşekkür edelim.

            Artık bu kitaplar yazarların değil, bu dille, Lazca ile dertlenen herkesindir. Tanrı sizin yüzünüzü güldürsün.”

Masalara servis yapıldı. Kimi bira, kimi şarap içti. Benim tercihim biradan yanaydı. Bu sıcak havada biradan iyisi olamazdı!

Orhan Sapan, kısa bir konuşma yaptı. Bu kitapların sahiplerine ulaşması gerektiğine dikkat çekti. Ve haklı olarak, orada bulunan herkesin bu anlamda görevi bulunduğunu vurguladı. Kitapları depolarda bekletmek için yayınlamadıkları konusuna önemle dikkat çekti. Her ne pahasına olursa olsun, kitapların okuyucusuna ulaşması gerektiğini söyledi. Doğru söylüyordu. Bu konuda hepimize düşen görevler, işbölümleri olmalıydı.

İsmail Avcı, bir ara elinden fotoğraf makinasını bıraktı; oturdu. O da, Lazika Yayın Kollektifi ve çalışmalarından söz etti. Geleceğe ilişkin düşüncelerini aktardı. Aynı kolektiften İrfan Çağatay adlı genç de yayın perspektifleri konusunda açıklamalarda bulundu.

Kokteylde çok önemli konular dile getirildi. Önemli konulara parmak basıldı. Belki kokteyl adabı böyledir, bilemiyorum. İnsanlar kendi aralarında üç kişili, dört kişili gruplar oluşturuyor; masadan masaya konuşuyorlar. Pek bir şey anlaşılamıyor. Ben, mümkün olduğu kadar söylenenleri anlamaya çalışıyorum. Nafile! Sesler birbirine karışıyor. Bir gürültüdür gidiyor. Bu kakafoninin sebebi, büyük ölçüde bu kokteylde konuşanların konuşmalarının birbirine karışmasından kaynaklanmıyor.  Kokteylin yapıldığı “İsina Bar”ın bulunduğu bölgenin bir eğlence merkezi olmasının ve diğer barlardan yükselen müzik ve gürültü seslerininin de kokteyldeki bu kakafonide büyük payı olduğunu belirtmeliyim.

Ben, kokteyle bir düzen getirilebileceği, herkesin birbirinin sesini duyabileceği ve birbirlerinin fikirlerinden istifade edebilecekleri düşüncesiyle, “tamada” aradım. “Tamada miren? Tamadoba mik oğadaps,” (“Reis kim? Reisiliği kim yapıyor”) diye sordum ve İsmail Avcı’ya müracaat ettim. Duruma müdahil olmasını talep ettim. Ortalık biraz sakinledi.

Kokteyl sırasında not alma imkanım olmadı. Ses kaydı da yapmadım. Dediğim gibi, dışarıdan gelen gürültüler sebebiyle, kokteylde neler konuşulduğunu tamamen duyamadım, duyduklarımı da tamamen anlayamadım. Bir de sıcak bir gün yaşadığımızı burada belirtmeliyim. Duyabildiklerimi, duyabildiklerimden anlayabildiklerimi, anlayabildiklerimden şimdi hatırladıklarımı ve onlardan da sizlerle paylaşabilecekleri burada aktarmak isterim.


Lazca Film, Lazca Tiyatro Eseri, Lazca Belgesel

Kokteyle katılan arkadaşlardan birisi, Lazca bir film çekilmesi konusunu dillendirdi. Üzerinde durulan bir başka konu da Lazca tiyatro eserlerinin yazılması ve sergilenmesiydi. Bu gerçekten de çok önemli bir konuydu. Bu konular gündeme geldiğinde bir sevinç dalgasının orada bulunanlar arasında yayıldığını belirtmeliyim. Lazca yazmak; Lazca sergilemek! Bu, Laz aydınlarının en önemli görevi. Gecikmiş, geciktirilmiş bu görev, bu gecikmiş ve  geciktirilmişliğin hırsıyla hızla yerine getirilmeli.

Bir başka arkadaş, destek konusunda bazı Laz politikacılar ve bazı Laz işadamlarının (sermayedarlarının)  adlarını anarak, onların desteklerinin aranabileceğine dikkat çekti. Doğrusu; ben, bunları söyleyen arkadaşla aynı fikirde değilim. Mesela; o arkadaşın adını andığı, o Laz burjuva sağ/sol politikacıları ele alalım. Yalnızca onları değil, anadilleri Lazca olan ve geçmişte ve şu anda, iktidar veya muhalefet partilerinden milletvekili olanları hatırlayalım. Onlar Lazca konusunda ne yaptılar ki?! Bunu sorgulayalım! Tabi, bu sorgulamayı yaparken kendimizi de sorgulayalım. Biz Laz aydınları, biraraya gelebildik mi?! Kendi kişisel hırslarımızı aşabildik mi? Bir arada durabildik mi?! Şereflerine o kokteyli düzenlediğimiz “Daçxuri” ve “Si Giçkin” gibi Lazca kitapları nitel ve nicel olarak çok önceden gün ışığına çıkartabildik mi?! Hayır! Öyleyse, anadilleri Lazca olan politikacıları bu konuda adım atmamakta eleştirirken vicdanlı davranalım! Örnek vermek gerekirse; 7 Haziran 2004 Pazartesi günü TRT’nin beş anadilde kısıtlı da olsa yayına başladığı zaman, biz bir arada durabiliyor olsaydık, böyle Lazca kitapları önceden yayınlamış olabilseydik; TRT, Lazcayı görmezlikten gelebilir miydi? Kendi dil ve kimliğine sahip çıkmayana, bir arada duramayanlara kimse saygı duymaz ve ciddîye de  almaz! Öyle de oldu!

Ancak; hâlâ ümitvar olmamız için çok sebep var. Biz Lazca yazmaya, yayınlamaya devam edelim, gereğini yapalım. Bakalım, o zaman Lazcayı görmeyenler, görmek istemeyenler aynı şekilde davranabilecekler mi?! Burada unutulmaması gereken en önemli konu; dil ve kimlik mücadelesinde birlikte durmanın öncelikle öğrenilmesidir. Böyle olunca, kitap da yayınlanır, kitaplar okuyucusuna da kavuşur, dil ve kimlik mücadelesi de başarılı olur.

İşadamları  konusunda da öyle. Parası çok olanlara değil de, parası olmayanlara, çok az parası olanlara bel bağlamanın daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü onlar daha çok ve onların kuruşları daha anlamlı. Ayrıca Laz topluluğu homojen bir topluluk değil. Laz etnokültürel topluluğu da farklı sınıf ve tabakalardan oluşmaktadır. Laz kültür ve diline sahip çıkanlar hangi sosyal sınıf ve tabakadan gelmiş olursa olsun, Laz kültür ve dilini geliştirme ortak paydasında buluşmaları önemli bir adıma işarettir. Laz sermayedarlarının sınıfsal çıkarı bu ortak paydaya gelmelerine nesnel olarak engel olsa da öznel olarak bunu aşanların bireysel katkıları da göz ardı edilmemelidir. Laz işçi ve emekçi kitlelerinin ortak paydada hareket etmeleri sınıfsal konumlarına ve çıkarlarına daha da uygundur. Laz aydınlarının bunu mutlaka hesaba katmaları gerekiyor.
Mecit Çakırusta, “Lazebura” ve “Lazuri” kavramlarına dikkat çekti. Ve doğru kavramları doğru yerlerde kullanımının ne kadar önemli olduğuna işaret etti. “Ogni Dergisi”nin de isim babasıdır kendisi. İleri yaşına rağmen, büyük bir şevkle Lazcaya gönül veren, çalışmalar yapan bu büyüğümüzü burada takdirle anmamak mümkün değil. Kendisine uzun ve sağlıklı bir ömür diliyorum. (Burada kendisiyle ilgili özel bir bilgi vermeyi bir vefa borcu olarak addediyorum; kendisi, babamın partiden (I. TİP) ve sendikadan (DİSK) arkadaşıdır. Benim üç yaşımdaki halimi bilir. Bugünkü halimi de. Kıymetli eşleri de. Oğlu Uğur ise, çocukluk arkadaşımdır. Anlayacağınız;  kendileriyle tanışıklığım, gerçek anlamıyla tam elli yıldır.)

Bir ara Mustafa Sonbay’ı gördüğümü ve fotoğraf çektirdiğimizi de söylemeliyim



Yanlış Kullanılan Bir Kavram: “Diyalekt”

Yalçın Ersoy, “diyalekt” konusuna dikkat çekti. Sözü, “Daçxuri”nin diline getirdi. Bu romanı yazan arkadaşın, Murat Ercan Murğulişi’nin Ardeşenli olduğunu, Ardeşen’de konuşulan Lazcayı bir Hopalı’nın anlamakta zorlandığını belirtti. Hopa’da kullanılan Lazcanın esas alınarak yazılacak eserlerin, Ardeşenliler tarafından da, Pazarlılar tarafından da, Fındıklılar tarafındanda, Gürcüstan Lazları tarafından da 93 Harbi göçmeni Marmara Lazları tarafından da kolayca anlaşılabileceğine dikkat çekti. Doğru söylüyor. Buna katılıyorum. Ancak bir konuda itirazım var. Bunu orada da söyledim. Lazca yazılı bir dil olamadı, dolayısıyla da benzer diller gibi standart ve  modern bir Lazca oluşturamadık. Zaten çektiğimiz sıkıntıların sebebi de bu. Bir başka konu da kimin Lazcayı ne kadar bildiğidir. Zaten bu tür yayınlarla zaman içinde Lazcanın standart ve modern bir dil geleceğine kuşku yoktur. Bu göz önünde bulundurulursa, zorluk kısa sürede aşılacaktır. Tabi, burada sorumluluk, bu dilin bu sorumluluğunu üstlenecek, yazan-çizen Laz aydınlarınındır.

Yalçın Ersoy’un söylediklerini hatırdan çıkarmamalıyız. Ben, utana- sıkıla sözünü keserek bu “dialekt” konusundaki düşüncelerimi dile getirdim. Bana göre; bu alanda kullanılan “diyalekt” ifadesi oldukça yanlış. Buna; şive veya ağız demek biraz daha doğru gibime geliyor. Bunları belirttim. Bir de bir tanıklığımı anlattım. 2006’da rahmetli hâlâmın oğluyla birlikte Ardeşen’den Batum’a gittik, Sarpi’ye gittik. Oradaki Lazlarla tanıştık; konuştuk. Konuşmalarımızda tek dil kullandık: Lazca. İnanın beş gün boyunca ne kendimizi anlatmakta ne de bize anlatılanları anlamakta zorluk çektik. Buradan da anlaşılıyor ki, ilçelere göre, Lazcayı parselasyona tutmak yanlış. Hem bir şey daha söyleleyim; elimizin altında artık Lazca-Türkçe sözlükler var. Bunlar da bu konuda büyük yardımcı. Bu “diyalekt” meselesini fazla abartmayalım. Bütün bunlar bizim kusurumuz değil. Bizden önceki kuşaklar; yazmadıkları, çizmedikleri ve bu konuları çözümleme yapma ve çareler üretme noktasında bize entelektüel bir miras bırakmadıkları için bu sorunları yaşıyoruz. Kuşkusuz bunlar, böyle hareket edilirse kısa zamanda aşılacak.



Eski Batum’daki Nuriye Pazarı’nda Lazca Konuşuluyordu

Yalçın Ersoy’un söyledikleri, bana geçen yüzyılın başlarında Batum’un Nuriye Pazar’ını hatırlattı. Arkadaşlara da naklettim. O zaman o çarşıda çalışan Laz esnaf da, bizim oralardan  Batum’a gidip  çeşitli sebeplerle orada bulunanlar da, çarşıya uğrayanlar da aralarında Lazca konuşuyorlardı. Çünkü hem orada hem diğer yerleşim birimlerinde onların aralarındaki anlaşma dili büyük ölçüde Lazcaydı. İşte Lazcayı standart ve modern hale getirecek olan da bu Nuriye Pazarı’ndaki  diyaloglara benzer ilişkilerdi; olmadı, arkası gelmedi. Emperyalistlerin çıkarttıkları savaşlar bizi birbirimizden ayırdı; dilimizin gelişimi engellendi. Dünün pazar ilişkileri Lazcayı sürekli, standart ve modern hale getirebilirdi. Ardından da Lazca kurumsallaşabilirdi. Bugün ise, Lazca yazmak; Lazca konuşmak; Lazca radyo- televizyon yayınları yapmak; Lazca tiyatrolar sergilemek Lazcayı standart ve modern hale getirebilecektir. Burada görev aydınlarındır. Onlar bildikleriyle Lazca yazacaklar ve Lazca konuşacaklar ve böylelikle de bu dilin gelişimine katkı sunmuş olacaklardır.

Kimi zaman, bir taksi sürücüsü kimi zaman bir büfeci ile karşılaşıyoruz. Lazca üzerine konuşuyoruz. Lazca konuşuyoruz. Ön yargıları var çoğunlukla. Bu onların kusuru ama, sorumlusu onlar değiller. Hayatında Lazca tek satır yazı görmemiş, Laz alfabesinden bihaber, tek satır bir bayram, kandil, yeni yıl tebriği Lazca yazmamış, kendi yöresinin Lazcasını da bilmiyor. Ama adam neredeyse dilbilimci! Biz aydınlar; eli kağıt kalem tutanlar, dünyayı farklı görmek, farklı durmak ve sokaktaki adamdan farklı kaygılarla hareket etmeliyiz.

Kokteylde,  kulağıma, Lazca ve Lazlar üzerine çalışan bazı akademisyenler, bazı üniversitelerde de tezler konusu çalındı. Kuşkusuz, “akademik çalışmalar” önemli. Ancak; unutulmaması ve hep hatırda tutulması gereken bir konu var: Lazca yaşayan bir halkın dili. Lazcaya bu çerçeveden bakılmalı. Lazca aynı zamanda bir kimlik konusudur da. İşte bu anlamda akademik çalışmalar önemli olabilir, bir mana kazanabilir. Yoksa; Laz deyince, akademik çalışmaları anlamak, ona göre tavır takınmak, Lazcayı Hititçeye; Lazları da Hititlere, ölü bir halk düzeyine çeker. Bu konuya dikkat etmek gerekir. Konu; sadece “akademik çalışma” ise, Lazca ve Lazlara ilgimiz “akademik çalışma” düzeyindeyse, bu “kimlik” konusuyla bire bir örtüşen bir yaklaşım olmaz. Lazca ve Lazlara kimlik açısından değil de, “akademik çalışma” açısından yaklaşanlara Gürcüstan üniversitelerini işaret etmek gerekir. Oradan yeterince “akademik destek” göreceklerdir. Folklorik çalışmalar yapmak isteyenler de, gastronomik çalışma yapmak isteyenler için de Gürcüstan üniversiteleri önemli bir kaynaktır.



Akademik, Gastronomik, Folklorik, Nostaljik Çalışmalar Nedir?!

Kokteylde yaptığım kısa konuşmada da vurguladım; bizim bir dil, yani Lazca ve  bununla bağlantılı bir kimlik sorunumuz var. Bu anlamda “Daçxuri” ve “Si Giçkin,” 1993 Kasım’ından bu yana yazılmış eserler içinde en fazla öneme sahip iki eserdir. Çünkü tamamen Lazcadırlar. Üstelik bu iki eser, yeni bir yolu işaret ediyor; bu yoldan gidilmelidir. “Akademik çalışma” yapmak isteyenlere, tabi, yardımcı olunmalıdır. Ancak bu tek başına dil ve kimlik mücadelesi değildir. Öyle olsaydı; 1963 Ağustos’unda,  Austin, Texas’da “A Grammar Of  Laz” adlı çalışmayı üniversiteye sunan Ralph Dewitt Anderson, Laz dili ve kimliğinin öncüsü olur ve dil ve kimlik sorunumuz da çözülmüş olurdu. Aynı şeyi Georges Dumézil, Wolfgang Feurstein için de söylerdik o zaman! Oysa biliyoruz ki, dil ve kimlik sorunu yabancıların değil, Laz halkının içinden çıkmış aydınların sorunudur. Konuya bu açıdan bakarsak;  “akademik çalışmalar” da, folklorik çalışmalar da,  gastronomik çalışmalar da anlam kazanır.

“Daçxuri” ve “Si Giçkin” adlı eserleri yazan, yayınlanmasına katkı sunan Laz aydınları önemli bir yola girmişlerdir: “Lazca =Kimlik”. Bu doğru yoldur.

Aslında, bu kokteyl daha da renkli geçebilirdi. Biz Laz aydınlarının bir araya gelince, beraber Lazca şarkı söyleme alışkanlığımız yok. En azından birisi parça parça söyler, diğerleri de hemen onun ardından tekrarlar. “Sofra kültürümüz”e  beraber Lazca şarkılar söylemeyi, şiirler okumayı yerleştirmeli ve geliştirmeliyiz. Biraz zorlamam oldu, ancak gerekliydi. Bu konuda bir iki kişiyi sıkıştırdım. Sonuç da aldım: Ali Osman Öziskender ve Mustafa Çupina. Söyledikleri hâlâ kulağımda.


Lazların Pavarotti’si Değil Erdal’ı

Erdal Bayrakoğlu ile aynı koro içinde Lazca şarkı söyleyeceğimi söyleselerdi inanmazdım. “Golas Empula Yulun”, “Avla skani Cuneli”, Yeşili Kamiyoni” gibi çok bilinen Laz halk şarkılarını hep beraber söylediğimiz ve neşelendiğimiz anları da unutamam. Erdal Bayrakoğlu’nun o güzel sesi hâlâ kulağımda. Orada ona da, diğer arkadaşlara da söyledim; “Lazların Pavarotti”si” tanımlaması benim hoşuma gitmiyor. “Lazların Erdal’ı”, bence en uygun tanım. Erdal Bayrakoğlu neden Luciano Pavaretti’nin gölgesinde kalsın?! Hem o öldü?!

Bu kokteyli güzel bir başlangıç olarak sayıyorum. Bu kokteylin anlamlı ve kalıcı beraberliklere yol açmasını diliyorum. Bu kokteylde bir başka şey daha gördüm; kimse kimseye üstünlük sağlamaya çalışmadı, kimse kimseyi küçümsemedi, burun kıvırmadı, herkes söyleyeceğini söyledi ve söylenenleri herkes dinledi. Kibir, kasavet yoktu. Bu anlamda da kokteyl farklı ve olumluydu.  Tabi, bu çeşit kokteylerde oluyor mu, bilemem, ancak; kokteyle katılanlar başta tek tek diğerlerine tanıtılabilirse; iyi  olur.

Kuşkusuz Lazca iki kitabın yayınlanması, bizleri “Lazca için ağlanan 21 Şubat fetişizmi”nden kurtarmış olacaktır. Laz aydınlarının dil ve kimlik diye bir görevleri var. Dünya, Bölge ve Türkiye yeniden şekilleniyor. Bakın; Gürcüstan’a ve Türkiye’ye pasaportsuz gidiş-gelişler başladı. Bu önemli bir gelişme. Günümüzde anayasa tartışmaları yapılıyor. Türkiye’de birçok alanda önemli gelişmeler yaşanıyor. Laz aydınları, bu gelişmeleri nasıl görüyor, nasıl değerlendiriyor ve nasıl bir duruş belirleme gibi bir tavırları var?! 2012’nin 8 Mart’ını, 1 Mayıs’ını nasıl karşılamayı, hangi etkinlikleri yapmayı düşünüyorlar?! Bu konularda neler yapacaklar?

Ben kendi adıma söyleyeyim; 14 Temmuz 2011 anlamlı geçti. Laz aydınlarının birlik ve beraberlik içinde nasıl dil ve kimlik mücadelesi yapabileceklerine ilişkin güzel bir etkinlik oldu  Lazika Yayın Kollektifi’nin bu kokteyli.

Lazika Yayın Kollektifi’nin bir diğer yeni eserini ve yazarını da burada analım: “Nizamettin Alkumru: Laz Kültür Tarihi”.

“Daçxuri” ve “Si Giçkin”e emeği geçen herkese, “İsina Bar”da bu kokteyli düzenleyenlere ve kaprisimizi çeken çalışanlara şükranlarımı sunmak isterim buradan; sağ olsunlar. Bu örneklerin çoğalması dileğiyle, ilkokulda okuma yazma öğrenmeden önce öğretmenimizden duyduğum özlü bir ifadeyi burada yeri geldiği için aktarmak istiyorum: “Bir elin nesi var, iki elin sesi var!” Birlik ve beraberliği ifade eden  Lazca şu güzel ifadeyle sözlerimi sonlandırayım: “Xut k’iti- xut Cuma/ Arteğiti var nik’vaten.”



Ali İhsan Aksamaz, 20 Temmuz 2011, demokrathaber.net




“Romani nç̆aralobaşi irişen ʒ̆oxlemxtimu noʒ̆ile ren!”

      “Romani nç̆aralobaşi irişen ʒ̆oxlemxtimu noʒ̆ile ren!”     [ Goʒ̆otkvala : Ma A. Cengiz Bukeri doviçini dido ʒ̆anapeş ʒ̆oxle...