Lazika
Yayın Kollektifi’nin Kokteyli
(Gözlemler-Değerlendirmeler)
14 Temmuz 2011’den yaklaşık onbeş gün kadar önce, birgün
İsmail Avcı telefonla beni aradı. Lazika Yayın Kollektifi olarak yayınladıkları
kitapların tanıtımı için bir kokteyl yapacaklarını söyledi. Beni de bu
koktelyde görmek istediğini ifade etti. Düzenleyecekleri kokteyle katılıp
katılamayacağımı öğrenmek istedi. Ben de kokteyle katılmam yönünde fikir beyan
ettim. Daha sonra tam tarih ve yer kesinleşince, haber göndereceğini de
sözlerine ekledi.
Nitekim üç-beş gün sonra, cep telefonuma bir mesaj geldi.
Kokteylin nerede ve ne zaman yapılacağını bildiren bir mesajdı: 14 Temmuz 2011
Peşembe günü, saat 19:00’da Kadıköy “İsina Bar.” Bu kokteyle katılma konusunu
Ahmet Hulusi Kırım ile birlikte değerlendirdik; beraber gitme kararı aldık.
Lazca
Roman ve Makalerin Yayınlanması Önemli
Bir Dönemeçtir
Bu kokteyle katılmanın önemli olduğunu düşündüm. Lazika
Yayın Kollektifi’nin bu kokteyline katılmak için haklı gerekçelerim vardı. Bu
kollektif iki önemli kitap yayınlamıştı. Biri Lazca bir roman; “Daçxuri”
(“Ateş”). Diğeri Lazca makalelerden oluşan; “Si Giçkin” (Sen Bilirsin”). Bu iki
kitap, Laz aydınlarının dil ve kimlik mücadelesinde çok önemli bir adımdı.
Kokteylin yapılacağı mekanın
fiziksel kapasitesi ve kokteylin ne şekilde seyredeceği konusunda en ufak bir
bilgim yoktu. Masalarda mı oturacaktık?! Yoksa millet ellerinde tuttukları
peçete sarılı bardaklarıyla ayak üstü birbirleriyle mi sohbet edeceklerdi?!
Hafif resmî bir hava olacak mıydı?! Program neydi? Bilmiyordum. Telefon edip,
İsmail Avcı’ya bu konularda sorular sormak da pek anlamlı gelmedi.
Kokteylin seyrini bilmemekle
birlikte, eğer imkan olur da, bana bir söz verirlerse diye, kafamda bir konuşma
metni kurgulamaya başladım. Kısa, net bir mesaj, konuşma metni hazırlamalıydım.
Ancak Lazca olmalıydı. Kokteylden birkaç gün önce konuşmamı kafamda oluşturdum.
Kokteyl gününün sabahı da onu kağıda döktüm. Konuşmamı çizgili bir dosya
kağıdına düzgünce yazdıktan sonra; katlayıp gömleğimin cebine yerleştirdim. Söz
verilirse, oradan çıkartıp okuyacaktım. Böyle bir hazırlık yaptığımı, önceden
Ahmet Hulusi Kırım’a söyledim. Kendisinin de bir konuşma metni hazırlamasını
önerdim.
14 Temmuz 2011 Perşembe
günü, saat 17:00 sularında evden çıkmak üzereydim. Ahmet Hulusi Kırım’ın
ofisine gidecektim. Tam da o sırada cep telefonum çaldı. Arayan (Gürcü Kültür
Merkezi) GKM’den Nevzat Kaya idi. Kokteyle gideceğimi söyledim. Kendisini de
davet ettim. Kabul etti. Saat 16:00’da O da
ofiste olacaktı.
Nevzat Kaya ile ofiste değil, Aksaray tramvay istasyonunda
buluştuk. Üçümüz, önce tramvayla sohbet ede ede Sirkeci’ye gittik. Oradan da
vapurla Kadıköy’e geçtik. Orada Ahmet Hulusi Kırım’ın eşi de bize katıldı.
Dördümüz, “İsina Bar”ı aramaya başladık. Oradan oraya, oradan buraya. Meğerse
bildiğimiz bir yerdeymiş; iki kilisenin arasında, balıkçılara yakın bir yerde.
Yıllar önce Hayri Ersoy’un ofisine; Nart Yayınlarına ve Alaşara Dergisine ve
Çiviyazılarına gidip gelirken onlarca defa geçtiğim bir sokaktaymış. Kapısında koca harflerle “İsina” yazan bir
mekan.
Herkes Doğaldı
Anlaşılan, bu kokteyl için
masalar düzenlenmiş; ağızı giriş tarafınada bir “U düzeni” oluşturulmuş. İsmail
Avcı, Orhan Sapan ve kendisini ilk defa orada tanıdığım Mustafa Çupina bizi
kapıda karşıladılar. Yapmacık ve apartılı olmayan davranışlarla bizi buyur
ettiler. Masalarda oturan bayanları, beyleri selamladık. İçeri girdik. Mecit
Çakırusta, Ali Osman Öziskender, Muhammet Tunçsan gözüme çarpan ilk
tanıdıklarımdı. Sıcak havadan etkilendikleri hallerinden açıkça belli oluyordu.
Öylece oturuyorlardı. Yanlarına gittim. El sıkıştık. Öpüştük. Birbirimize hal-
hatır sorduk. Girişteki ilk sandalyeye Ahmet Hulusi Kırım oturdu.Yanına eşi,
onun yanına ben, benim yanıma Nevzat Kaya oturdu. Muhammet Tunçsan da onun
yanına oturdu. Öncelikle karşımızdakilerle, yanımızdakilerle sohbete başladık.
Ali Osman Öziskender’i görmeyeli epey olmuş. Görmeyeli kilo almış gibime geldi.
Muhammet Tunçsan ile yaklaşık bir beş aydır görüşmemiştik. O zamandan bugüne
göbeğini daha da büyütmüş buldum onu. Hatta kendisine takıldım. Ya sıcağın
etkisiyle ya da artık göbeğini kanıksadığı için kendisine takılmama hiç ses
çıkartmadı.
Girişte, hemen Ahmet Hulusi
Kırım’ın karşısındaki masada Erdal Bayrakoğlu oturuyordu. O güzel sesi ve
duygusunu katarak seslendirdiği şarkıları geldi birden kulağıma. Eskiden sigara
içtiğini biliyorum. Acaba hâlâ içiyor mu?!Kokteylde sigara içip içmediğini şimdi hatırlamıyorum. Sigara içiyorsa da, ümit
ederim en kısa zamanda bırakır da, işte o zaman sesinin daha hangi perdelere
ulaşacağını görür; şaşırır.
İçerde tanımadığım bir sürü
insan var. Kimdiler?!Hâlâ bilmiyorum. Karşı tarafın orta kesimlerinde bir
yerlerde oturan arkadaşı tanıyor gibiydim. Ancak çıkartamadım. (Meğerse Yalçın
Ersoy’muş! Sima Vakfı’nın 2007’deki pikniğinde tanışmıştık. Bir arkadaşımın da
kardeşiydi üstelik! (Sonradan facebook üzerinden birbirimizi hatırladık.)
İsmail Avcı çok az oturdu.
Elinde pahalı bir fotoğraf makinası, bir sağa bir sola koşuşturuyor, bir öteye,
bir beriye gidip geliyordu. Bazen fotoğraf çekiyor bazen de film. Anlaşılan
hiçbir ayrıntıyı kaçırmak istemiyor. Bu kokteyli ölümsüzleştirmek istiyor
anlaşılan. İyi de yapıyor. Doğrusu da öyle zaten. Yalnızca İsmail Avcı değil,
görebildiğim kadarıyla başkaları da fotoğraf, film çekti. Güzel de oldu.
İnternet ortamında paylaşırlarsa, hem biz kendi halimizi görürüz hem de işleri
sebebiyle veya uzaklarda oldukları için kokteyle katılamayanlar da havayı
koklarlar; çıkarsamalarda bulunurlar.
Gözler Osman Şafak
Buyukluşi’yi Aradı
Hemen söyleyeyim; Osman
Şafak Buyukluşi bizimle değildi; olmasını çok isterdim. Kitabından dolayı, bir
kez de ellerinden sıkıp tebrik ederdim. Murat Ercan Murğulişi, bizim
oturduğumuz tarafta, Muhammet Tunçsan’ın oturduğu yerin üç-dört iskemle
ötesinde oturuyordu. Yanında da Mustafa Çupina vardı.
Saat 19:00’u biraz geçiyordu. Güzel sesli
birisi, sevgi dolu bir tonda konuşmaya başladı; üstelik Lazca. Anlaşılabilir
bir Lazca ile ardarda ağzından çıkan cümleler o kadar anlam yüklüydü ki! Aman
Allahım, bu inanılmaz bir şey! Lazcayı günlük konuşmanın, karşılıklı
diyalogların dışında, bir konuda bilgi verirken konuşmak çok mükemmel bir şey!
Lazcayı konuşanlar beni hep çarpmıştır. İlk aklıma gelen rahmetli eniştem,
rahmetli hâlâmdır. Antalya’da tanıdığım Nazife Hâlâ! Sonra Sarpili Lazları
hatırladım. Makinalı tüfek gibi, utanmadan sıkılmadan Lazcayı konuşan insanlar.
Yediden yetmişe, kadın- erkek, sivil- memur Lazcayı hakikaten şehvetle konuşan
insanlar. Mustafa Çupina’nın bu Lazca konuşması, bana bütün bunları
hatırlatıyor. “İşte bu! İşte bu” diye bağırmamak için kendimi zor tutuyorum.
Mustafa Çupina’nın Lazca konuşması ve söylediklerinin beni etkilediğini
belirtmeliyim.
Şu anda hatırlayabildiğim
kadarıyla, Mustafa Çupina özetle, bunun bir başlangıç olduğunu belirtti. İnsanları birlikte hareket etmeye davet etti.
Böylelikle daha güçlü olunacağını ve daha güzel işler yapılabileceğine dikkat
çekti.
“Hah,” dedim içimden,
“Mustafa Çupina”dan sonra, yanınlanan ilk Lazca romanın yazarı Murat Ercan
Murğulişi de şimdi söz alacak ve bize Lazca birşeyler anlatacak.” Daha doğrusu;
Murat Ercan Murğulişi’nin bizlere bu kitabın yazılış ve yayınlanana kadar
yaşadıklarını Lazca olarak anlatacağını ümit etmiştim; olmadı. Kendisinin çok
heyecanlı olduğunu gördüm. Aynı zamanda beni şaşkınlığa sevkedecek derecede de
mütevaziydi. Kitabın kendi adını taşımasına rağmen, kitabın sadece kendisini
değil, kendisine katkı sağlayan herkesin olduğuna ısrarla vurgu yaptı. Bu
davranışıyla kolektif çalışmayı hazmettiğini gösteriyordu. Bundan etkilendim.
Lazca konuşsaydı, daha da hoş olacaktı.
Şu anda kimin, kimden önce
konuştuğunu, konuşma sıralarını karıştırabilirim. GKM’den Nevzat Kaya’ya söz
verildi; ayağa kalktı Laz ve Gürcü kardeşliğine öncelikle vurgu yaptı. Lazların
dil ve kimlik mücadelesini önemsediğini ve desteklediğini önemle belirtti. Bu
anlamda; Lazca iki kitabı ve diğer çalışmaları yayınlayan Lazika Yayın
Kollektifi’ni tebrik etti. Herkes kendisini dikkatle dinledi. İlk kez böyle bir
Gürcü aydını görüyorduk. “Lazlar Gürcüdür” tekerlemesini ezberlememiş,
ezberlemiş olanların da ezberini bozan bir Gürcü aydını. Kendisini ve
söylediklerini unutmak mümkün değil.
Ahmet Hulusi Kırım’a söz
verildi; ayağa kalktı. Bu tür yayınları ve çabaları önemsediğini söyledi. Laz
aydınlarının artık kimlik mücadesi vermelerinin zamanın geldiğine vurgu yaptı.
Ve benim hem onun adına hem de kendi adıma birşeyler söyleyeceğimi belirtti.
Topu bana attı. Sözü bana bıraktı.
Gömleğimin cebinden, önceden kaleme aldığım konuşmamı yazdığım çizgili dosya
kağıdını çıkardım. Gözlüksüz okuyamıyordum. Gözlüklerimi taktım. Yavaşça
okumaya, konuşur tarzda okumaya başladım. Lazca metnim şöyleydi:
“Nena Minoba Ren”
Ho; nena minoba ren. Nena
armitxanişi minoba ren. Mtini gi3’vat na, nena ar xalk’işi k’olekt’iuri minoba
ren. K’aixeşa miçkinan, nananenati osinapute skidun, zate eşoti skidu nenak
andğaşa. Cveşi orapes, oput’epes pskidurt’it do nenak domibağutes. Mara
andğaneri ndğas noğapes do didi noğapes pskidurt do emuşeniti aya nananena,
Lazuri nena oç’aru domaç’irnan. Mektebiti domaç’irnan. Radio-t’elevizioniti
domaç’irnan. Gazetati domaç’irnan. Lazuri nenate ç’areli romanepeti, kitabepeti
domaç’irnan. Nena aşo skidun do emutenti Lazuri minoba.
Lazuri nena ar xalk’işi nena ren, na skidun xalk’işi nena
ren. Xitituri nenas na vo3’k’ert steri var vo3’k’ert Lazuri nenas.
Eşo vit’oovro 3’ana 3’oxle, “OGNİ”s mxuci na mepçit
dğalepes, mu xalis vort’it, eti miçkinan. Ekolen, na vigurit ondepete a3’i ak
voret. Aya ren dido k’ai xali, ma eşo visimadep. Artikartişen vigurit do xoloti
vigurapt. Nena Ğormotişi dulya ren, aya nenas toli na uğun gamantanerepeşi
dulya ren. Emuşeniti nenaşi speros, ok’oçalişu domaç’irnan.
Romani oç’aruti, makale
oç’aruti dido meç’ireli ren. Mara becititi ren. Emuşeni “Daçxuri” maç’arale
Murat Ercan Murğulişis do “Si
Giçkin”-işi maç’arale Osman Şafak Buyuklus şukuri vu3’umert. Edo entepes mxuci
meçameri iri mitxanisti şukuri vu3’vat.
Açkva aya kitabepe maç’aralepeşi var, aya nenate, Lazuri
nenate iderdeps iri k’oçişi ren. Ğormotik goxelan.”
Ardından da bu konuşmanın
kısa Türkçe bir özetini yaptım. Ancak şimdi burada konuşma metninin tamamının
Türkçesini veriyorum:
“Dil Kimliktir”
Evet dil
kimliktir. Dil bir kimsenin kimliğidir. Doğrusunu söylersek,dil bir halkın
kolektif kimliğidir. İyice biliyoruz, anadili de konuşmayla yaşar. Zaten bugüne
kadar da dil öyle de yaşadı. Eski zamanlarda, köylerde yaşıyorduk da, dil bize
yetiyordu. Ancak günümüzde kentlerde ve büyük kentlerde yaşıyoruz da, onun için
bu dili, Lazcayı yazmamız gerekir. Bize okul da gerekir. Bize Radio-televizyon
da gerekir. Bize gazete de gerekir. Bize Lazca yazılmış romanlar da, kitaplar
da gerekir. Dil böyle yaşar ve onunla da kimlik.
Lazca
bir halkın dilidir, yaşayan bir halkın dilidir. Hitit diline baktığımız gibi,
Lazcaya bakmıyoruz.
Şöyle
on sekiz yıl önce, “OGNİ”ye omuz verdiğimiz günlerde, ne haldeydik, onu da biliyoruz. Oradan, öğrendiğimiz
şeylerle şimdi buradayız. Bu çok önemli bir durumdur, ben öyle düşünüyorum.
Birbirimizden öğrendik, yine de öğreniyoruz. Dil Tanrısal bir iştir. İnsanların
eliyle yaşar. Ancak, biliyoruz, dil bir kişinin değil, bu dilde gözü olan
aydınların işidir. Onun için de dil alanında birlikte çalışmamız gerekir.
Roman
yazmak da, makale yazmak da zordur. Ancak önemlidir de. Onun için
(“Daçxuri”), “Ateş”in yazarı Murat Ercan
Murğulişi’ye ve (“Si Giçkin”), “Sen
Bilirsin”in yazarı Osman Şafak Buyuklişi’ye teşekkür ediyorum. Tabi, onlara
destek veren her kişiye teşekkür edelim.
Artık bu
kitaplar yazarların değil, bu dille, Lazca ile dertlenen herkesindir. Tanrı
sizin yüzünüzü güldürsün.”
Masalara servis yapıldı.
Kimi bira, kimi şarap içti. Benim tercihim biradan yanaydı. Bu sıcak havada
biradan iyisi olamazdı!
Orhan Sapan, kısa bir
konuşma yaptı. Bu kitapların sahiplerine ulaşması gerektiğine dikkat çekti. Ve
haklı olarak, orada bulunan herkesin bu anlamda görevi bulunduğunu vurguladı.
Kitapları depolarda bekletmek için yayınlamadıkları konusuna önemle dikkat
çekti. Her ne pahasına olursa olsun, kitapların okuyucusuna ulaşması
gerektiğini söyledi. Doğru söylüyordu. Bu konuda hepimize düşen görevler,
işbölümleri olmalıydı.
İsmail Avcı, bir ara elinden
fotoğraf makinasını bıraktı; oturdu. O da, Lazika Yayın Kollektifi ve
çalışmalarından söz etti. Geleceğe ilişkin düşüncelerini aktardı. Aynı
kolektiften İrfan Çağatay adlı genç de yayın perspektifleri konusunda
açıklamalarda bulundu.
Kokteylde çok önemli konular
dile getirildi. Önemli konulara parmak basıldı. Belki kokteyl adabı böyledir,
bilemiyorum. İnsanlar kendi aralarında üç kişili, dört kişili gruplar
oluşturuyor; masadan masaya konuşuyorlar. Pek bir şey anlaşılamıyor. Ben,
mümkün olduğu kadar söylenenleri anlamaya çalışıyorum. Nafile! Sesler birbirine
karışıyor. Bir gürültüdür gidiyor. Bu kakafoninin sebebi, büyük ölçüde bu
kokteylde konuşanların konuşmalarının birbirine karışmasından
kaynaklanmıyor. Kokteylin yapıldığı
“İsina Bar”ın bulunduğu bölgenin bir eğlence merkezi olmasının ve diğer
barlardan yükselen müzik ve gürültü seslerininin de kokteyldeki bu kakafonide
büyük payı olduğunu belirtmeliyim.
Ben, kokteyle bir düzen
getirilebileceği, herkesin birbirinin sesini duyabileceği ve birbirlerinin
fikirlerinden istifade edebilecekleri düşüncesiyle, “tamada” aradım. “Tamada
miren? Tamadoba mik oğadaps,” (“Reis kim? Reisiliği kim yapıyor”) diye sordum
ve İsmail Avcı’ya müracaat ettim. Duruma müdahil olmasını talep ettim. Ortalık
biraz sakinledi.
Kokteyl sırasında not alma
imkanım olmadı. Ses kaydı da yapmadım. Dediğim gibi, dışarıdan gelen gürültüler
sebebiyle, kokteylde neler konuşulduğunu tamamen duyamadım, duyduklarımı da
tamamen anlayamadım. Bir de sıcak bir gün yaşadığımızı burada belirtmeliyim.
Duyabildiklerimi, duyabildiklerimden anlayabildiklerimi, anlayabildiklerimden
şimdi hatırladıklarımı ve onlardan da sizlerle paylaşabilecekleri burada
aktarmak isterim.
Lazca Film, Lazca Tiyatro
Eseri, Lazca Belgesel
Kokteyle katılan
arkadaşlardan birisi, Lazca bir film çekilmesi konusunu dillendirdi. Üzerinde
durulan bir başka konu da Lazca tiyatro eserlerinin yazılması ve
sergilenmesiydi. Bu gerçekten de çok önemli bir konuydu. Bu konular gündeme
geldiğinde bir sevinç dalgasının orada bulunanlar arasında yayıldığını
belirtmeliyim. Lazca yazmak; Lazca sergilemek! Bu, Laz aydınlarının en önemli
görevi. Gecikmiş, geciktirilmiş bu görev, bu gecikmiş ve geciktirilmişliğin hırsıyla hızla yerine
getirilmeli.
Bir başka arkadaş, destek
konusunda bazı Laz politikacılar ve bazı Laz işadamlarının
(sermayedarlarının) adlarını anarak,
onların desteklerinin aranabileceğine dikkat çekti. Doğrusu; ben, bunları
söyleyen arkadaşla aynı fikirde değilim. Mesela; o arkadaşın adını andığı, o
Laz burjuva sağ/sol politikacıları ele alalım. Yalnızca onları değil,
anadilleri Lazca olan ve geçmişte ve şu anda, iktidar veya muhalefet partilerinden
milletvekili olanları hatırlayalım. Onlar Lazca konusunda ne yaptılar ki?! Bunu
sorgulayalım! Tabi, bu sorgulamayı yaparken kendimizi de sorgulayalım. Biz Laz
aydınları, biraraya gelebildik mi?! Kendi kişisel hırslarımızı aşabildik mi?
Bir arada durabildik mi?! Şereflerine o kokteyli düzenlediğimiz “Daçxuri” ve
“Si Giçkin” gibi Lazca kitapları nitel ve nicel olarak çok önceden gün ışığına
çıkartabildik mi?! Hayır! Öyleyse, anadilleri Lazca olan politikacıları bu
konuda adım atmamakta eleştirirken vicdanlı davranalım! Örnek vermek gerekirse;
7 Haziran 2004 Pazartesi günü TRT’nin beş anadilde kısıtlı da olsa yayına
başladığı zaman, biz bir arada durabiliyor olsaydık, böyle Lazca kitapları
önceden yayınlamış olabilseydik; TRT, Lazcayı görmezlikten gelebilir miydi?
Kendi dil ve kimliğine sahip çıkmayana, bir arada duramayanlara kimse saygı
duymaz ve ciddîye de almaz! Öyle de
oldu!
Ancak; hâlâ ümitvar olmamız
için çok sebep var. Biz Lazca yazmaya, yayınlamaya devam edelim, gereğini
yapalım. Bakalım, o zaman Lazcayı görmeyenler, görmek istemeyenler aynı şekilde
davranabilecekler mi?! Burada unutulmaması gereken en önemli konu; dil ve
kimlik mücadelesinde birlikte durmanın öncelikle öğrenilmesidir. Böyle olunca,
kitap da yayınlanır, kitaplar okuyucusuna da kavuşur, dil ve kimlik mücadelesi
de başarılı olur.
İşadamları konusunda da öyle. Parası çok olanlara değil de, parası
olmayanlara, çok az parası olanlara bel bağlamanın daha anlamlı olduğunu
düşünüyorum. Çünkü onlar daha çok ve onların kuruşları daha anlamlı. Ayrıca Laz
topluluğu homojen bir topluluk değil. Laz etnokültürel topluluğu da farklı
sınıf ve tabakalardan oluşmaktadır. Laz kültür ve diline sahip çıkanlar hangi
sosyal sınıf ve tabakadan gelmiş olursa olsun, Laz kültür ve dilini geliştirme
ortak paydasında buluşmaları önemli bir adıma işarettir. Laz sermayedarlarının
sınıfsal çıkarı bu ortak paydaya gelmelerine nesnel olarak engel olsa da öznel
olarak bunu aşanların bireysel katkıları da göz ardı edilmemelidir. Laz işçi ve
emekçi kitlelerinin ortak paydada hareket etmeleri sınıfsal konumlarına ve
çıkarlarına daha da uygundur. Laz aydınlarının bunu mutlaka hesaba katmaları
gerekiyor.
Mecit Çakırusta, “Lazebura”
ve “Lazuri” kavramlarına dikkat çekti. Ve doğru kavramları doğru yerlerde kullanımının
ne kadar önemli olduğuna işaret etti. “Ogni Dergisi”nin de isim babasıdır
kendisi. İleri yaşına rağmen, büyük bir şevkle Lazcaya gönül veren, çalışmalar
yapan bu büyüğümüzü burada takdirle anmamak mümkün değil. Kendisine uzun ve
sağlıklı bir ömür diliyorum. (Burada kendisiyle ilgili özel bir bilgi vermeyi
bir vefa borcu olarak addediyorum; kendisi, babamın partiden (I. TİP) ve
sendikadan (DİSK) arkadaşıdır. Benim üç yaşımdaki halimi bilir. Bugünkü halimi
de. Kıymetli eşleri de. Oğlu Uğur ise, çocukluk arkadaşımdır.
Anlayacağınız; kendileriyle
tanışıklığım, gerçek anlamıyla tam elli yıldır.)
Bir ara Mustafa Sonbay’ı
gördüğümü ve fotoğraf çektirdiğimizi de söylemeliyim
Yanlış Kullanılan Bir
Kavram: “Diyalekt”
Yalçın Ersoy, “diyalekt”
konusuna dikkat çekti. Sözü, “Daçxuri”nin diline getirdi. Bu romanı yazan
arkadaşın, Murat Ercan Murğulişi’nin Ardeşenli olduğunu, Ardeşen’de konuşulan
Lazcayı bir Hopalı’nın anlamakta zorlandığını belirtti. Hopa’da kullanılan
Lazcanın esas alınarak yazılacak eserlerin, Ardeşenliler tarafından da,
Pazarlılar tarafından da, Fındıklılar tarafındanda, Gürcüstan Lazları
tarafından da 93 Harbi göçmeni Marmara Lazları tarafından da kolayca
anlaşılabileceğine dikkat çekti. Doğru söylüyor. Buna katılıyorum. Ancak bir
konuda itirazım var. Bunu orada da söyledim. Lazca yazılı bir dil olamadı,
dolayısıyla da benzer diller gibi standart ve
modern bir Lazca oluşturamadık. Zaten çektiğimiz sıkıntıların sebebi de
bu. Bir başka konu da kimin Lazcayı ne kadar bildiğidir. Zaten bu tür yayınlarla
zaman içinde Lazcanın standart ve modern bir dil geleceğine kuşku yoktur. Bu
göz önünde bulundurulursa, zorluk kısa sürede aşılacaktır. Tabi, burada
sorumluluk, bu dilin bu sorumluluğunu üstlenecek, yazan-çizen Laz
aydınlarınındır.
Yalçın Ersoy’un
söylediklerini hatırdan çıkarmamalıyız. Ben, utana- sıkıla sözünü keserek bu
“dialekt” konusundaki düşüncelerimi dile getirdim. Bana göre; bu alanda
kullanılan “diyalekt” ifadesi oldukça yanlış. Buna; şive veya ağız demek biraz
daha doğru gibime geliyor. Bunları belirttim. Bir de bir tanıklığımı anlattım.
2006’da rahmetli hâlâmın oğluyla birlikte Ardeşen’den Batum’a gittik, Sarpi’ye
gittik. Oradaki Lazlarla tanıştık; konuştuk. Konuşmalarımızda tek dil
kullandık: Lazca. İnanın beş gün boyunca ne kendimizi anlatmakta ne de bize
anlatılanları anlamakta zorluk çektik. Buradan da anlaşılıyor ki, ilçelere
göre, Lazcayı parselasyona tutmak yanlış. Hem bir şey daha söyleleyim; elimizin
altında artık Lazca-Türkçe sözlükler var. Bunlar da bu konuda büyük yardımcı.
Bu “diyalekt” meselesini fazla abartmayalım. Bütün bunlar bizim kusurumuz
değil. Bizden önceki kuşaklar; yazmadıkları, çizmedikleri ve bu konuları
çözümleme yapma ve çareler üretme noktasında bize entelektüel bir miras
bırakmadıkları için bu sorunları yaşıyoruz. Kuşkusuz bunlar, böyle hareket
edilirse kısa zamanda aşılacak.
Eski Batum’daki Nuriye
Pazarı’nda Lazca Konuşuluyordu
Yalçın Ersoy’un
söyledikleri, bana geçen yüzyılın başlarında Batum’un Nuriye Pazar’ını
hatırlattı. Arkadaşlara da naklettim. O zaman o çarşıda çalışan Laz esnaf da,
bizim oralardan Batum’a gidip çeşitli sebeplerle orada bulunanlar da,
çarşıya uğrayanlar da aralarında Lazca konuşuyorlardı. Çünkü hem orada hem
diğer yerleşim birimlerinde onların aralarındaki anlaşma dili büyük ölçüde
Lazcaydı. İşte Lazcayı standart ve modern hale getirecek olan da bu Nuriye
Pazarı’ndaki diyaloglara benzer
ilişkilerdi; olmadı, arkası gelmedi. Emperyalistlerin çıkarttıkları savaşlar
bizi birbirimizden ayırdı; dilimizin gelişimi engellendi. Dünün pazar
ilişkileri Lazcayı sürekli, standart ve modern hale getirebilirdi. Ardından da
Lazca kurumsallaşabilirdi. Bugün ise, Lazca yazmak; Lazca konuşmak; Lazca
radyo- televizyon yayınları yapmak; Lazca tiyatrolar sergilemek Lazcayı
standart ve modern hale getirebilecektir. Burada görev aydınlarındır. Onlar
bildikleriyle Lazca yazacaklar ve Lazca konuşacaklar ve böylelikle de bu dilin
gelişimine katkı sunmuş olacaklardır.
Kimi zaman, bir taksi
sürücüsü kimi zaman bir büfeci ile karşılaşıyoruz. Lazca üzerine konuşuyoruz.
Lazca konuşuyoruz. Ön yargıları var çoğunlukla. Bu onların kusuru ama,
sorumlusu onlar değiller. Hayatında Lazca tek satır yazı görmemiş, Laz
alfabesinden bihaber, tek satır bir bayram, kandil, yeni yıl tebriği Lazca
yazmamış, kendi yöresinin Lazcasını da bilmiyor. Ama adam neredeyse dilbilimci!
Biz aydınlar; eli kağıt kalem tutanlar, dünyayı farklı görmek, farklı durmak ve
sokaktaki adamdan farklı kaygılarla hareket etmeliyiz.
Kokteylde, kulağıma, Lazca ve Lazlar üzerine çalışan
bazı akademisyenler, bazı üniversitelerde de tezler konusu çalındı. Kuşkusuz,
“akademik çalışmalar” önemli. Ancak; unutulmaması ve hep hatırda tutulması
gereken bir konu var: Lazca yaşayan bir halkın dili. Lazcaya bu çerçeveden
bakılmalı. Lazca aynı zamanda bir kimlik konusudur da. İşte bu anlamda akademik
çalışmalar önemli olabilir, bir mana kazanabilir. Yoksa; Laz deyince, akademik
çalışmaları anlamak, ona göre tavır takınmak, Lazcayı Hititçeye; Lazları da
Hititlere, ölü bir halk düzeyine çeker. Bu konuya dikkat etmek gerekir. Konu;
sadece “akademik çalışma” ise, Lazca ve Lazlara ilgimiz “akademik çalışma”
düzeyindeyse, bu “kimlik” konusuyla bire bir örtüşen bir yaklaşım olmaz. Lazca
ve Lazlara kimlik açısından değil de, “akademik çalışma” açısından yaklaşanlara
Gürcüstan üniversitelerini işaret etmek gerekir. Oradan yeterince “akademik
destek” göreceklerdir. Folklorik çalışmalar yapmak isteyenler de, gastronomik
çalışma yapmak isteyenler için de Gürcüstan üniversiteleri önemli bir
kaynaktır.
Akademik, Gastronomik,
Folklorik, Nostaljik Çalışmalar Nedir?!
Kokteylde yaptığım kısa
konuşmada da vurguladım; bizim bir dil, yani Lazca ve bununla bağlantılı bir kimlik sorunumuz var.
Bu anlamda “Daçxuri” ve “Si Giçkin,” 1993 Kasım’ından bu yana yazılmış eserler
içinde en fazla öneme sahip iki eserdir. Çünkü tamamen Lazcadırlar. Üstelik bu
iki eser, yeni bir yolu işaret ediyor; bu yoldan gidilmelidir. “Akademik
çalışma” yapmak isteyenlere, tabi, yardımcı olunmalıdır. Ancak bu tek başına
dil ve kimlik mücadelesi değildir. Öyle olsaydı; 1963 Ağustos’unda, Austin, Texas’da “A Grammar Of Laz” adlı çalışmayı üniversiteye sunan Ralph
Dewitt Anderson, Laz dili ve kimliğinin öncüsü olur ve dil ve kimlik sorunumuz
da çözülmüş olurdu. Aynı şeyi Georges Dumézil, Wolfgang Feurstein için de söylerdik
o zaman! Oysa biliyoruz ki, dil ve kimlik sorunu yabancıların değil, Laz
halkının içinden çıkmış aydınların sorunudur. Konuya bu açıdan bakarsak; “akademik çalışmalar” da, folklorik
çalışmalar da, gastronomik çalışmalar da
anlam kazanır.
“Daçxuri” ve “Si Giçkin”
adlı eserleri yazan, yayınlanmasına katkı sunan Laz aydınları önemli bir yola
girmişlerdir: “Lazca =Kimlik”. Bu doğru yoldur.
Aslında, bu kokteyl daha da
renkli geçebilirdi. Biz Laz aydınlarının bir araya gelince, beraber Lazca şarkı
söyleme alışkanlığımız yok. En azından birisi parça parça söyler, diğerleri de
hemen onun ardından tekrarlar. “Sofra kültürümüz”e beraber Lazca şarkılar söylemeyi, şiirler
okumayı yerleştirmeli ve geliştirmeliyiz. Biraz zorlamam oldu, ancak
gerekliydi. Bu konuda bir iki kişiyi sıkıştırdım. Sonuç da aldım: Ali Osman
Öziskender ve Mustafa Çupina. Söyledikleri hâlâ kulağımda.
Lazların Pavarotti’si Değil
Erdal’ı
Erdal Bayrakoğlu ile aynı
koro içinde Lazca şarkı söyleyeceğimi söyleselerdi inanmazdım. “Golas Empula Yulun”,
“Avla skani Cuneli”, Yeşili Kamiyoni” gibi çok bilinen Laz halk şarkılarını hep
beraber söylediğimiz ve neşelendiğimiz anları da unutamam. Erdal Bayrakoğlu’nun
o güzel sesi hâlâ kulağımda. Orada ona da, diğer arkadaşlara da söyledim;
“Lazların Pavarotti”si” tanımlaması benim hoşuma gitmiyor. “Lazların Erdal’ı”,
bence en uygun tanım. Erdal Bayrakoğlu neden Luciano Pavaretti’nin gölgesinde
kalsın?! Hem o öldü?!
Bu kokteyli güzel bir
başlangıç olarak sayıyorum. Bu kokteylin anlamlı ve kalıcı beraberliklere yol
açmasını diliyorum. Bu kokteylde bir başka şey daha gördüm; kimse kimseye
üstünlük sağlamaya çalışmadı, kimse kimseyi küçümsemedi, burun kıvırmadı,
herkes söyleyeceğini söyledi ve söylenenleri herkes dinledi. Kibir, kasavet
yoktu. Bu anlamda da kokteyl farklı ve olumluydu. Tabi, bu çeşit kokteylerde oluyor mu,
bilemem, ancak; kokteyle katılanlar başta tek tek diğerlerine tanıtılabilirse;
iyi olur.
Kuşkusuz Lazca iki kitabın
yayınlanması, bizleri “Lazca için ağlanan 21 Şubat fetişizmi”nden kurtarmış
olacaktır. Laz aydınlarının dil ve kimlik diye bir görevleri var. Dünya, Bölge
ve Türkiye yeniden şekilleniyor. Bakın; Gürcüstan’a ve Türkiye’ye pasaportsuz
gidiş-gelişler başladı. Bu önemli bir gelişme. Günümüzde anayasa tartışmaları
yapılıyor. Türkiye’de birçok alanda önemli gelişmeler yaşanıyor. Laz aydınları,
bu gelişmeleri nasıl görüyor, nasıl değerlendiriyor ve nasıl bir duruş
belirleme gibi bir tavırları var?! 2012’nin 8 Mart’ını, 1 Mayıs’ını nasıl
karşılamayı, hangi etkinlikleri yapmayı düşünüyorlar?! Bu konularda neler
yapacaklar?
Ben kendi adıma söyleyeyim;
14 Temmuz 2011 anlamlı geçti. Laz aydınlarının birlik ve beraberlik içinde
nasıl dil ve kimlik mücadelesi yapabileceklerine ilişkin güzel bir etkinlik
oldu Lazika Yayın Kollektifi’nin bu kokteyli.
Lazika Yayın Kollektifi’nin
bir diğer yeni eserini ve yazarını da burada analım: “Nizamettin Alkumru: Laz
Kültür Tarihi”.
“Daçxuri” ve “Si Giçkin”e
emeği geçen herkese, “İsina Bar”da bu kokteyli düzenleyenlere ve kaprisimizi
çeken çalışanlara şükranlarımı sunmak isterim buradan; sağ olsunlar. Bu
örneklerin çoğalması dileğiyle, ilkokulda okuma yazma öğrenmeden önce
öğretmenimizden duyduğum özlü bir ifadeyi burada yeri geldiği için aktarmak
istiyorum: “Bir elin nesi var, iki elin sesi var!” Birlik ve beraberliği ifade
eden Lazca şu güzel ifadeyle sözlerimi
sonlandırayım: “Xut k’iti- xut Cuma/ Arteğiti var nik’vaten.”
Ali İhsan Aksamaz, 20 Temmuz 2011, demokrathaber.net
aksamaz@gmail.com
https://www.youtube.com/watch?v=xMZnehQzXkQ
https://www.youtube.com/watch?v=jbZafHRAKto&t=34s
https://www.youtube.com/watch?v=xMZnehQzXkQ
https://www.youtube.com/watch?v=jbZafHRAKto&t=34s
https://www.demokrathaber.org/trtde-neden-lazca-yok-makale,1695.html
https://www.kitapyurdu.com/yazar/ali-ihsan-aksamaz/367.html
https://www.kitapyurdu.com/yazar/ali-ihsan-aksamaz/367.html