Ahmet Özkan Melaşvili ve
Hayri Hayrioğlu’yu Andık
3
Temmuz 2011 Pazar sabahı oldukça erken uyandım. Kalktım. Traş oldum. Hafif bir
kahvaltı yaptım. Anma törenine uygun giyindim. Siyah gömlek, siyah pantolon,
siyah çorap ve siyah ayakkabılar. Küçük bir omuz çantasına gerekli olacak
eşyaları yerleştirdim. Fotoğraf makinası, ses kayıt aleti, yedek pil, cep
telefonu, mendil, kâğıt ve kalem. Hemen hemen hazırdım.
Buluşma
yeri için Taksim’deki AKM’nin önü söylenmişti. Buluşma saati içinse 07:30’a
kadar gibi bir ifade kalmıştı aklımda. Saat şimdi 07:00’yi gösteriyordu. (Gürcü
Kültür Merkezi) GKM’de Nevzat Kaya’yı cep telefonundan aradım. Çıkmak üzere
olduğumu söyledim. Sorun yoktu. Daha yarım saatim vardı. Ahmet Özkan
Melaşvili’nin mezarı başında yapacağım Lazca konuşmayı bir gün önce
hazırlamıştım. Bir dosya kağıdının üst kısmında Kartuli Anbani ile, alt
kısmında da Latin Alfabesi ile yazılmış Lazca konuşmamın çıkışını da almıştım.
Konuşma metnimi son bir kez prova ettim. Onu da fotokopiyle çoğalttığım diğer
nüshâlârıyla birlikte çantama yerleştirdim. Anma Komitesi’ne iletilmek üzere
Sırrı Öztürk ve Ahmet Hulusi Kırım’ın birkaç gün önce bana ayrı ayrı verdikleri
mesajlarını da birer zarfın içine koydum. Onları da küçük çantaya itinayla
yerleştirdim. Dairemden ayrıldım. Hızlı, fakat kendimden emin temkinli
adımlarla otobüs durağına gitmek üzere evden çıktım. Sokakta pek kimse yoktu.
Kısa
bir süre sonra duraktaydım. Burada da kimseler görünmüyordu. Görevine gitmek
için otobüs bekleyen üniformalı birkaç polis memuru ve bir genç. Oldukça sıcak
bir gün olacağa benziyordu. Ortalık bu saatte bile cayır cayır yanıyordu. Çok
hafif bir kahvaltı etmekle isabetli davrandığımı anladım. Bir minibüsün içinde,
daracık bir alanda, bu sıcakta, saatlerce yolculuk yapmak kolay olmayacaktı.
Vücut bu sebeple oldukça yorulacaktı. Bir de fazla yemek yiyerek vücudu daha da
yormak akıllıca olmazdı.
Hâlâ
durakta bekliyorum. Burada neredeyse 15 dakika geçti. Bu saatte fazla otobüs
geçmiyor. Gelenlerse Beyazıt yönüne gidiyor. Taksim yönüne nedense hiç otobüs
gelmiyor. Ne halk ne de belediye otobüsü. Vakitse geçiyor. Saat 07:30’da
minibüs hareket edeceğine göre, 15 dakika gibi bir vaktim var. Taksim tarafına
gidecek otobüs gelmediğine göre tek alternatifim var: Taksi tutmak.
Cimriliği bırakmalı, hemen bir taksiye el etmeliyim. Öyle de yaptım. Bir
taksiyi durdurdum. Bindim. Şoföre gideceğimiz yeri söyledim.
Lazlar,
Gürcü Değildir, Lazca Da Gürcücenin Lehçesi Değildir
Taksim’de
kimler olacaktı acaba?! Kimlerle gidecektik?! Kaç minibüs ile gidilecekti?!
Minibüste yanıma kim düşecekti?! Ya yanıma katlanamayacağım bir kişi düşerse,
ne yapacaktım?! “Lazlar Gürcüdür, Lazca Gürcücenin lehçesidir”, “Hayır
değildir” tartışmalarıyla geçecek böyle bir yolculuğa katlanmak benim için hoş
olmazdı. Hele de bu sıcak havada!
Bir
an için Hayri Hayrioğlu’nu düşündüm. Kendisiyle yüz yüze en son 1994’te
İnegöl’de görüşmüştüm. Birden gözümün önünde iki mezar canlandı. Biri onun
mezarı, diğeri Ahmet Özkan Melaşvili’nin mezarı. Hayri Hayrioğlu ile beraber
İnegöl Derneği’ne birlikte gittiğimizi hatırladım. Dernektekilerle
tanıştırmıştı beni. Beni diğerlerine tanıştırırken şöyle demişti: “Ogni’nin her
şeyi!” Konuşmuş, çay içmiştik. Beni köfte yemeye davet etmişti. Köfteciye
giderken, İnegöl sokaklarında yürürken yaptığımız sohbeti hatırladım. Bir
pastaneden birer bardak limonata içmiştik. “Bak! Bu pastacı da Laz,” demişti. O
köftecide yediğimiz köftenin tadı hâlâ damağımdadır. Evindeki kitaplığı
düşündüm. O kitaplığındaki kitapları hatırladım. Bir sürü Gürcüce kitabı vardı.
Dışarıya çıkarken dolaptaki çantasının içinden çıkartarak itinayla beline
yerleştirdiği tabancası geldi gözümün önüne. Dışarıya çıkarken yüzünü kaplayan
tedirginliği hatırladım.
Hızla
yol almaya başladık. Aksaray, Saraçhane, Unkapanı, Şişhane derken Tarlabaşı’na
ulaştık. Tam o sırada cep telefonum çaldı. Arayan GKM’den Fazlı Kaya idi. Ne
soracağını biliyordum. O sormadan hemen söyledim: “Tarlabaşı’nda, karakol
civarında bir yerdeyim. İki dakikaya oradayım.” Şoför, daha önceden yolu
kendisine tarif etmeme rağmen, AKM önüne gideceğimizi söylememe rağmen,
Elmadağ yönüne saptım. Hemen taksiyi durdurdum. 12 TL, parasını ödedim. Koşar
adımlarla buluşma yerine doğru yürümeye başladım.
AKM
önünde bir grup insan gördüm. Fazlı Kaya’yı zayıflığından yüz metre öteden
tanıdım. Yanında birkaç kişi daha vardı. Onları çıkaramadım Geldiğim yöne
bakıyorlardı. Beni görmediklerini anladım. Elimi kaldırdım. Salladım. Şimdi
beni gördüler. Fazlı Kaya’nın yanında kısa boylu, göbekli biri daha vardı.
Ancak kim olduğunu seçemedim. Sakın Osman Nuri Mercan olmasın?! Biraz daha
yaklaşınca yanılmadığı anladım. O idi. Böyle bir günde polemik yapma gibi bir
düşüncem yoktu ama, ya aramızda bir tatsızlık çıkarsa! Böyle bir günde, hem de
böyle bir yolculukta hiç şık olmazdı.
AKM’nin
önündeki topluluktan Osman Nuri Mercan, Eşref Yılmaz, Nevzat Kaya ve Fazlı Kaya
dışındakileri tanımıyordum. Nasılsa yolculukta tanışırdık. Fazlı Kaya ile
öpüştük. Diğerleriyle el sıkıştık. Osman Nuri Mercan da benimle öpüşmek istedi.
Onu da öptüm.
Benim oradaki varlığımın
Osman Nuri Mercan’ı gerdiğini hemen anladım. Nitekim daha sonra, benim
bulunduğum yerde kavga çıkacağını diğerlerine söylediğini açık yüreklikle
belirtti. Hemen söyleyeyim. Ne yolculuk sırasında ne İnegöl’de ne de
Hayriye’de sorun çıktı. Kendisini yanılttım. Kendisi de beni yanılttı.
Yolculuk sırasında gazete okudu. Okuduğu haberlerden bazılarını bizlerle paylaştı.
Hava
daha da ısındı. Buradan Hayriye’ye kadar nasıl gidecektik?!
Minibüse
bindik. Yanıma kim düştü?! Osman Nuri Mercan! Minibüs hareket etmeden hemen
önce Sorun Yayınların Kolektifi’nden Sırrı Öztürk ve Ahmet Hulusi Kırım’ın
mesajlarını ve kendi yapacağım konuşmanın metnini GKM’den Fazlı Kaya’ya teslim
ettim.
Minibüsümüz hareket etti. Bu
yakadan ve diğer yakadan yoldan alınacaklar da varmış. Koca İstanbul’dan
yalnızca bir minibüs ile gidiyoruz. Ben hariç tamamı Gürcü, Çveneburi
arkadaşlar. Abhazlardan, Çerkeslerden kimse yoktu. Acaba orada mı
katılacaklardı anmaya?!Minibüsümüz Elmadağ yönüne değil de Tarlabaşı tarafına yöneldi. Anlamadık. GKM’den Fazlı Kaya’ya sorduk. Hiç sesini çıkarmadı. Cevap vermedi. İstifini bile bozmadı. Kısa bir süre sonra, minibüs TRT’nin karşısındaki yoldan Kasımpaşa istikametine yöneldi. İnsanlardan biraz ses çıksın diye bir espri yaptım: “Kasımpaşa’dan Tayyip Erdoğan’ı da alacağız galiba?!Bu espri tuttu. Biz yaşlarda olan ve her defasında her nedense kendisine Yaşar diyesim gelen arkadaş hemen atıldı: “O gelirse ben inerim!” Minibüs içindeki sessizlik böylece bozuldu!
Çare
CHP mi? AKP mi?
Osman
Nuri Mercan hemen sağımda oturuyor. Elinde tuttuğu AGOS gazetesini pür dikkat
okuyordu. “AKP’nin parlamentoda ve parlamento dışında rakibi var mı?” diye
sordum kendisine: “Hangisinin toplumsal konu, sorun ve çözüm yollarına ilişkin
somut projesi var?! Bugün seçim yeniden olsa, AKP dışında parti gözükmüyor gibi
değil mi?! Genel Kanı bu.” Osman Nuri Mercan kafasını gazeteden kaldırmış ve dikkatle
beni dinliyordu. Arada bir de başını sallıyordu. Ama bu baş sallamalarının
söylediklerimi onaylamak anlamında mı, karşı çıkmak anlamında mı, yoksa seni
dinliyorum anlamında mı olduğu doğrusu hiç belli olmuyordu. Devam ettim:
“Geçenlerde bir arkadaşla tanıştım. CHP’liymiş. Yönetime yakın biriymiş.
CHP’nin kadrolarının ne kadar ahbap çavuş ilişkileri içinde olduğundan söz
etti. Delegeler arasında nasıl ilişkiler bulunduğu konusunda bilgi verdi. Çok
eğitimsiz ve cahil olduklarını savundu. Hemşericilik ilişkilerinin etkisine
dikkat çekti. CHP’nin fikir üretecek halinin bulunmadığından da söz etti!”
Tesadüf
bu ya, şimdi Çağlayan’daki o AKP binasının önünden geçiyoruz. Şimdi de Boğaziçi
Köprüsü istikametine yöneldik. Osman Nuri Mercan, bu söylediklerim üzerine de
sesini çıkarmadı. Yine başını salladı!
Artık
Boğaziçi Köprüsü’nün tam ortasındayız. Yıllardan beri, ne zaman bu köprüyü
geçsem, hep içime düşen “Ya denize uçarsak” düşüncesi bu kez aklıma hiç
gelmedi. Şaştım buna. Belki Osman Nuri Mercan yanımda olduğundandır!
Sıcaktan
bunalmaya başladık. Klima açıldı. Biraz serinlik hissettik.
Hızla
İzmit istikametine yol alıyoruz. GKM’den Fazlı Kaya, flaş belleğinde şarkılar
bulunduğunu söyledi. Bu flaş belleğin aracın teybine uygun olup olmadığı
öğrenmek için, flaş belleği genç şoför arkadaşa uzattı.
Flaş
bellek, minibüsün teybine uyum gösterdi. Ardı ardına şarkılar çalmaya başladı.
Bu Gürcü halk şarkıları bizi bulunduğunuz yerden aldı, başka yerlere, başka
zamanlara götürdü sanki. Doğa da melodiyi tamamlıyordu. Ya da, ne bileyim,
belki de yalnızca ben böyle hissediyorum işte!
Yoldan
bize katılacak arkadaşları da aldık.
Aracımız
hızla yol alıyor.
Bir
kez daha anladım ki, İstanbul gerçekten bir cehennem. Kalabalık. Oysa içinden
ve yakınından geçtiğimiz dağlar, ovalar, ormanlar, akarsular, meyve ağaçları,
tarlalar o kadar güzel ki! Etraf o kadar da tenha ki! Adeta cennet!
Hayri
Hayrioğlu’nu düşündüm. Geçmişe döndüm. Sayısız telefon konuşmalarımızı
hatırladım. O telefon görüşmelerinde de Ahmet Özkan Melaşvili’nin katledilmesine
ilişkin anlattıklarını hatırladım. Bunları anlatırken sesinden hissettiğim
tedirginlikleri hatırladım. Ogni Dergisi’nde yayınlamak üzere kendisinden
istediğim yazıları hatırladım. Buluştuğumuz zaman bana teslim ettiği çeviri
yazılarını düşündüm. Bir keresinde, kendisinde Kartuli Anbani ile yazan iki
daktilo bulunduğunu, birisini bana hediye etmeyi düşündüğünü söylemişti. Aradan
zaman geçti. Öylece kaldı!
Hayri
Hayrioğlu’nun Hediyesi: Lazuri P’aramitepe
“Lazuri
P’aramitepe” adlı kitabı bana hediye ettiği günü hatırladım. O zamanlar
piyasada cep telefonu falan yoktu. Eve telefon etmişti. Saat ve yer tespiti
yapıp buluşmuştuk. Topkapı’da buluşacaktık. O zamanlar Topkapı’da Anadolu ve
Rumeli otogarları vardı. Onlardan birinde buluştuk. İnegöl’e dönüyormuş.
Çantasından birkaç materyal çıkardı ve bana verdi. Ayrıca “Lazuri
P’aramitepe”yi de uzattı. “Bak,” dedi, “bu Lazca bir kitap.” Şaşırdım.
Şaşkınlığımın iki sebebi vardı. Birincisi; Lazca bir kitabın olabileceği o güne
kadar hiç aklıma gelmemişti. İkincisi de; Lazca dediği kitabın farklı bir
alfabe ile yazılmış olduğuydu. Bu alfabe bende ilk anda Hindistan taraflarında
kullanılan bir alfabeyi hatırlatmıştı. Kitabı şöyle bir karıştırdım. Tabi
hiçbir şey anlamadım. “Bu alfabeyi öğrenmeliyim,” diye düşündüm içimden.
Bu
ilk görüşmemizde, Hayri Hayrioğlu’nun çok şaşırdığını da belirtmeliyim. Bir
yerlerde de yazmış, değinmiştim. Bana şöyle demişti: “Telefon konuşmalarında
seni çok kararlı biri olarak değerlendirdim. Oysa sen, kısa boylusun?!”
Yine
bu ilk görüşmemizde, “Lazların Tarihi” adıyla yayınlanan kitabı Gürcüceden
Türkçeye çevirirken zorlandığını söyledi. Hele Kitaptaki Lazca şiir, bilmece-
bulmaca, hikâyeleri Türkçeye çevirirken çok zorlanmış. Laz arkadaş ve
tanıdıklarından kimsenin kendisine çeşitli sebeplerden yardımcı olmadığından
yakındı. Hâlâ kulağımdadır: “Bak, Lazca sayılar,” dedi: “Ar, jur, sum, otxo,
xut, anşi, şkviti, çxoro, vit..”
Vedalaştık.
Ayrıldık.
O
gün eve gidince, bana hediye etmiş olduğu “Lazuri P’aramitepe” adlı
kitabı elime aldım. İncelemeye başladım. Önce nereden başlayacağımı bilemedim.
Alfabe çok zor geldi. Bu kitabın 35. sayfasına gelince biraz rahatladım. Çünkü
o alfabenin Latin alfabesiyle karşılaştırmalı bir tablosu vardı. Böylelikle
başladım. Bir hafta içinde alfabeyi öğrendim. Yavaş yavaş, ama karşılaştırmalı
listeye bakmadan o alfabe ile yazmaya başladım. İkinci haftada ise Lazca
metinleri okumaya geçtim. Kitaptaki o dört masalı diyebilirim ki, onlarca defa
yazdım. Böylelikle hem alfabeyi pekiştirdim hem Lazcada bilmediklerimi
öğrendim.
Bu
kitaptan çok şey öğrenmekle kalmadım. Ogni Dergisi’nin birinci sayısı için de
ondan faydalanarak geniş bir çalışma hazırladım; yayınlandı.
O
buluştuğumuzda; Hayri Hayrioğlu, Fahrettin Kırzıoğlu adlı birisinin adından
bahsetti. Ben bu adı ilk defa duyuyordum. Hayri Hayrioğlu Fahrettin
Kırzıoğlu’na çok kızgındı. Tabi sonradan kendisini tanıdım. “Soğuk Savaş”
Yıllarında Resmî İdeoloji teorisyenliği yapan insanlardan biri. Doğal olarak
Hayri Hayrioğlu, bu adama çok kızıyordu. Yazdıklarıyla, Ahmet Özkan
Melaşvili’yi hedef gösterdiğini, Ahmet Özkan Melaşvili’nin katledilmesinde
Fahrettin Kırzıoğlu’nun da yazdıklarıyla payı olduğunu düşünüyordu. Bana
Fahrettin Kırzıoğlu ile ilgili bir anısını anlattı.
Fahrettin
Kırzıoğlu ve Hayri Hayrioğlu Diyarbakır’da
Fahrettin
Kırzıoğlu’nun yalnızca Lazlar, Gürcüler ile ilgili teori ve tezleri yokmuş.
Kürtlerle ilgili de tezleri varmış. Hayri Hayrioğlu Diyarbakır’da görevlidir.
Bir gün Fahrettin Kırzıoğlu, Kürtler üzerine konferans vermek üzere oraya
gider. Emniyet yanına bir koruma verir. Koruma kimdir? Biliyor musunuz?! O
sırada emniyet teşkilatında olan Hayri Hayrioğlu! Hayri Hayrioğlu, Fahrettin
Kırzıoğlu’nu tanır. Ne var ki, Fahrettin Kırzıoğlu, Hayri Hayrioğlu adını
bilir, ancak korumasının Hayri Hayrioğlu olduğunu bilmez. Hayri Hayrioğlu,
kendisini zor tutmaktadır. O gün Hayri Hayrioğlu, Fahrettin Kırzıoğlu’nu, o
günün akşamında işi bitince oteline bırakır. Ayrılırken de şöyle der: “Ben
kimim biliyor musun?!” Fahrettin Kırzıoğlu şaşırır. “Hayri Hayrioğlu! Gürcüoğlu
Gürcü!” Fahrettin Kırzıoğlu, koşar adımlarla oradan uzaklaşır. Otele girer.
Ertesi gün, görev gereği Hayri Hayrioğlu otele gittiğinde, Fahrettin
Kırzıoğlu’nun otelden çok erkenden ayrıldığını öğrenir. Oysa konferans daha
birkaç gün sürecektir!
Yanlış
hatırlamıyorsam, 1994’den sonrasıydı. Bir gün Hayri Hayrioğlu telefonla aradı:
“Ali İhsan! Senden bir isteğim olacak. Şimdi sana yazdıracağım adrese gidiver.
Bana “Güneşin Kızı” adlı kitabı al ve gönder. Bana aldığını söylersen,
kitapevinden indirim yaparlar.” Ardından da ekledi: “Ben Gürcüstan’dayken Guram
K’art’ozia’dan Lazca bir kitap satın aldım; kendisine beş dolar verdim.
Elindeki tek nüshaymış. O beş doların Türk lirası karşılığını hesapla, ona
karşılık para kadar indirimli “Güneş Kız” al ve gönder! Olur mu? Ben Guram
K’art’ozia’nın kitabını sana posta ile gönderdim. Birkaç güne kadar eline
ulaşır!”
Dediğini
hemen yaptım. Cağaloğlu’na gittim. Hafızam ben yanıltmıyorsa, Cağaloğlu Hamamı
arkasında bir yerlerdeki yayınevini buldum. Hayri Hayrioğlu için o kitabı
aldım. Kendisine ulaşmasını sağladım.
Birkaç
gün sonra onun gönderdiği kitap elime ulaştı. Guram K’art’ozia, kitaba el
yazısıyla şunları yazmış: “Bat’on Vaxt’ang Malaqmaz’es, Ğrma P’at’ivis3emit, G.
K’art’ozia, 18. X. 94 (Bay Vakhtanq Malakmadze’ye, derin saygıyla, G. Kartozia,
18 Ekim 1994)”
Aramızda
geçen bir başka telefon görüşmesini daha hatırlıyorum. İstanbul’a giden bir
tanıdığıyla SorunYayınları’na teslim edilmek üzere bir kitap göndermiş. Kitap
İstanbul’a gitmesine gitmiş ama Elmadağ’da bir büroda kalmış. Hayri Hayrioğlu,
benden rica etti. Elmadağ’daki o bürodan kitabı aldım. Söylediği üzere kitabı
önce okudum, notlar çıkardım. Akabinde de Sorun Yayınları’na kitabı teslim
ettim. Böylece Sırrı Öztürk’ü de tanımış oldum. Kitap, sonradan
“Gürcüstan Tarihi” adıyla iki baskı yaptı. Bu kitaba ve daha önce yine Sorun
Yayınlarından çıkan diğer kitabına, Lazlar ve Lazcaya yaklaşımları konusunda
eleştirilerim olmuştur.
Hayri
Hayrioğlu’na Vefasızlık! Neden?!
Hayri
Hayrioğlu hakkında internette doğru dürüst bilgi bulunmaması, yalnızca bir tek
fotoğraf bulunabilmesi oldukça ilgimi çekti! Neden?! Ne kadar ilginç, değil
mi?! Kendince inandığın bir davanın savunucusu ol! Riskleri göze al. Ara, bul!
Yaz, çiz! Fedakârlıklarda bulun. Üstelik çoluğu ve çocuğunu da bu
fedakârlıklara mecbur kıl! Ölünce de senin davanın sözüm ona savunucuları seni
hiç görmesin! Sanki sen hiç yaşamamışsın, fedakârlıklarda bulunmamışsın gibi
davransınlar. Hakkında doğru dürüst bir biyografi bile bulunmasın internette.
Hayri Hayrioğlu, bunu hak etmiyordu. Bu durum, doğrusunu isterseniz, benim
dikkatimi birkaç ay önce çekmişti. GKM’den Nevzat Kaya’nın benimle yaptığı
söyleşide de Hayri Hayrioğlu konusuna, kendisine sahip çıkılmamasına dikkat
çekmeye çalışmıştım. Hayri Hayrioğlu hakkındaki insani yaklaşımlı, duygu yüklü
Lazca- Türkçe bir yazıyı 2006 yılında kendimin yazdığını burada utanarak
söylemek zorundayım. Ben, Hayri Hayrioğlu’nun çeviri ve makalelerini eleştirmiş
olan bir kişiydim. Ama yine de, onun insan, aydın, katkı sağlayan ve cömert
yönünü ön plana çıkaran Lazca- Türkçe bir yazıyı kaleme almıştım. Bunu bir borç
bilmiştim. Oysa onun arkadaşları, onun hakkında dişe dokunur doğru dürüst
üç-beş satır kaleme almamışlardı. Onu anmıyorlardı bile! Unutulup gitmesini
istiyorlardı adeta! Bu olacak iş değildi.
1993
yılı. Şimdi hatırladığım kadarıyla Mayıs’ın sonu veya Haziran’ın hemen başları.
Okuldayım. Hatırlatayım; o zaman cep telefonu yok! Arkadaşlardan biri:
“Telefonun var. Bölüm Başkanımız Kuteybe Ömer Bey’in odasına gidiver hemen,”
dedi. Telefondaki Hayri Hayrioğlu idi. O zaman yayınlanmakta olan
“Ekonomi Politika” adlı dergiden Ümit Beyazoğlu adlı bir gazeteci kendisiyle
telefonda röportaj yapmış. Konu; çevirdiği “Lazların Tarihi” adlı kitapmış.
Ümit Beyazoğlu’nun verdiği adrese bir de resim göndermiş. Hayri Hayrioğlu,
telefonda bana şunları söyledi: “Ben gazetecinin sorduklarına cevap verdim. Bir
de resim gönderdim. Sen Muhammed Vanilişi’yi tanımadın. O, şimdi Sarp’ta.
Onunla çekilmiş bir resim. Gazeteciye senin ev ve iş telefonlarını da verdim.
Bir şey lazım olursa, Ali İhsan Aksamaz benim İstanbul’daki temsilcim, dedim.
Bir şey olursa, yardımcı olursun, değil mi?!” diye sordu.
“Ekonomi
Politika” Adlı Dergi Hayri Hayrioğlu’yu Hedef Gösteriyor
Şu
anda, haberi hazırlayan Ümit Beyazoğlu’nun beni arayıp aramadığını
hatırlayamıyorum. Ancak hemen belirteyim; o gazetecinin adıyla Ekonomi
Politika’nın 31. sayısında (27 Haziran- 4 Temmuz 1993) çıkan haber birçok
açıdan kötüydü. Resmen hedef gösteriyordu. Haberde kullanılan başlığını
söyleyeyim, siz haberin içeriğini anlayın: “ Bir Emeklinin Başımıza Ördüğü
Püsküllü Bela- Sıkıcı bir Laz fıkrası- İnegöllü polis emeklisi Hayri Hayrioğlu,
1960’lı yıllarda Gürcistan’da basılmış “Lazlar’ın Tarihi” adlı kitabı Türkçeye
çevirince, ortalık ansızın karıştı. Yoksa Lazlar da PKK militanları gibi dağa
mı çıkacak?...”
Haber
ne maksatla yapılmıştı? Bilemiyorum. Ancak Hayri Hayrioğlu’nu açıkça hedef
gösteriyordu. Hayri Hayrioğlu, Ahmet Özkan Melaşvili’den hedef gösterilmenin ne
anlama geldiğini biliyordu. Bu yayından rahatsız olduğunu biliyorum. Bu haber
tedirginlik yaratmıştı.
Anlaşılan birileri Hayri
Hayrioğlu’nun bu çevirisiden rahatsız olmuştu. Görüldüğü kadarıyla bu haber
için telefonda bir sorgulama yapılmıştı. Ardından da gazetecilikle alakası
olmayan bir tarzda haber yayınlanmıştı. Haberin altındaki imza, Ümit
Beyazoğlu’nun haberin böyle yayınlanmasında sorumluluğu var mıdır? Bilemiyorum.
Görüldüğü
gibi, 1993’te bile Hayri Hayrioğlu böylesi bir psikolojik baskı
altındaydı.
Burada bir hatırlatmada
bulunmak isterim: “Lazların Tarihi” adlı kitabın başlangıç bölümü, Çev: H.
Vahtang Hinkiladze imzasıyla, “Çveneburi Kafkasoloji Dergisi”nin 1979’da
İstanbul’da basılan 6–7. ortak sayısında yer almıştır.
Hemen
belirteyim: “Hayri Hayrioğlu” diye yazınca, internette karşınızda tek bir resmi
çıkıyor. O da net değil. Bu sözünü ettiğim dergide Muhammed Vanilişi ile
birlikte yayınlanan fotoğrafını en kısa zamanda taratıp, onun o haliyle
hafızalarda kalmasına yardımcı olacağım.
Oysa
Hayri Hayrioğlu, asil bir insandı. Bütün riskleri göze alarak, inandığı şekilde
kendi dil ve kültürünü yaşatma çabasındaydı. Ona gösterilen bir vefasızlıktı.
İnegöl’de mezarını ziyaret edince, bu vefasızlığı daha da açık şekilde gördüm.
Minibüsümüz
hızla ilerliyor. Kafama vuran güneş rahatsız etmeye başladı. Kepimi giydim.
Güneş gözlüklerimi taktım. Güneş yine de rahatsız ediyordu. Baktım olmuyor,
pencerenin perdesini de kapattım.
Nihayet
Eskihisar İskelesi’ne vardık. Pek de kısa sayılmayacak bir araç kuyruğu var.
İnsanlar aralarında
konuşuyorlar. Çoğunu tanımıyorum. Konuşmalarına kulak veriyorum. Dikkatimi bir
şey çekti. Kimileri dillerinin öleceğinden korkuyorlar. Yol arkadaşlarım
arasında, Aç’aristan’a; Khulo, Kheda, Khelvaçauri gibi semtlere giden,
köklerini, akrabalarını arayanlar da vardı. Bu yolculukta, kendilerinden yitip
giden bir şeylerin peşine düşen böyle insanlar da tanıdım.
Nihayet
sıra bize de geldi. Artık araba vapurundaydık. Topçular İskelesi’ne doğru tam
yol gidiyorduk. Minibüsten indik. Her ihtimale karşı eşyalarımız yanımıza
aldık. Üst kata çıktık.
Tanışmayanlar
tanışıyor. Sohbet ediyoruz. Mukavva bardakta çay içiyoruz. Çayın sadece adı
çay!
Geldiğimiz
ve gideceğimiz yön ayağımızın altında. Her iki yakayı da rahatlıkla görüyoruz.
Evler, yollar, arabalar, ağaçlar. Dağlar, tepeler. Tepemizde uçuşan martılar.
Bu,
yeni tanığım insanlardaki kaygıyı anlamamak mümkün değil. Kendilerini
meşreplerince tanımlıyorlar. Kimi Gürcü diyor kendine, kimisi de Çveneburi.
Aynı kişinin bir yerde kendisini Çveneburi, diğer bir yerde Gürcü olarak
tanımladığını da görüyorum. Özetle şu kaygıları var: “Bizim de dilimiz, bizim
de kültürümüz, bizim de kimliğimiz yaşasın. Yok olmayalım. Ama Kürtler gibi
yapmayalım!”
Osmanlı
Ülkesini yönetenlerin Batılı emperyalistlerin denetimine girdiği dönemi
hatırladım. Uyanan yerel hareketleri hatırladım. Özellikle de Balkanları.
Osmanlı yönetiminin bu uyanışlara tavrını düşündüm. Bu hareketlerin Batılı emperyalistlere
yaklaşımlarını ve Osmanlı yönetimi ile ilişkilerini hatırladım. Yerel
hareketlerin savundukları Millîyetler adına, o yörelerdeki diğer Millîyetlere
karşı tutumlarını düşündüm. Osmanlı Ülkesinin hangi vilayetinde hangi
Millîyetin çoğunlukta olmuş olacağına ilişkin kafa yordum. Ve Balkanlarda bugün
bile yaşanan demografi ve sınır sorunlarını hatırladım. Çözüm üretemeyen
Osmanlı aydınlarını düşündüm. Sonuç; Osmanlı’nın Balkanlardan çekilmesi oldu.
Binlerce İnsanın ölmesi ve süreç içinde Müslüman unsurlarla Türkçe konuşanların
oradan kitlesel göçleri!
Kafkasya’yı
da düşündüm. Savaşları da. Eğer Osmanlı-Rus Savaşları yaşanmasaydı.
Kafkasya’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan Kafkasya’ya büyük göçler yaşanır mıydı?
Osmanlı yönetiminin emperyalistlere el açmak zorunda kalması, onların yol
göstermelerine itibar etmesi, bugünkü sınırları doğurmuş: Anadolu!
Resmî
Söylem ve Gerçek
Kurtuluş
Savaşı’nı hatırladım. Bu savaşın resmî söylemlerde Müslümanların hak ve
hukukları için yapıldığının söylendiğini hatırladım. Sonra Müslümanların dil ve
kimliklerine ilişkin hiç bir şey yapılmadığını hatırladım. Üstelik adları bile
silinmişti. Osmanlı yönetiminin emperyalistlerin güdümüne girdiği dönemde
başlayarak ve 1923’de başlayan yeni süreçte de bütün partilerin iktidarları boyunca
inkârcı, asimilasyoncu politikalar izlediğini unutmayalım. Bugünkü kaos bu
politikaların sonucu oralara dayanır, bunu unutmamak lazım. Demek ki, bu
hükümetler bu ülkeyi düzgün yönetememiş. Emperyalistlerin açtığı alanda tören
yöneticiliği yapmışlar. Burjuva resmî ideoloji ve resmî tarih yaratıcısı ve
uygulayıcısı olmuşlar. Bir yanda emperyalistlere gözü kapalı boyun eğmişler.
Diğer yanda kendi vatandaşlarının yerel dillerine karşı tavır almışlar.
Lazcayı, Gürcüceyi, Çeçenceyi, Abazacayı, Çerkesçeyi küçümseyenlerin İngilizce,
Fransızca, Almanca eğitim- öğretim veren okullara ses çıkarmamaları ilginç
değil mi?! Herkese İngilizce öğretme sevdası almış başını gitmiş. Ne yaman
çelişki! Ne olurdu ki, Lazca da, Gürcüce de, Çeçence de, Abazaca da, Çerkesçe de
kurumsallaşabilseydi. Bugün yaşını başını almış insanlar günümüzde eski
Fransızca, İtalyanca, İspanyolca aşk şarkılarıyla nostalji yapacaklarına
Abazaca, Çeçence, Lazca, Çerkesçe, Gürcüce, Kürtçe aşk şarkılarıyla nostalji
yapsalardı fena mı olurdu?! Abazaca, Çeçence, Lazca, Çerkesçe, Gürcüce, Kürtçe
şarkıların sözlerini anlamayanlar anlamasalardı da olurdu?! Hem eski Fransızca,
İtalyanca, İspanyolca aşk şarkılarıyla nostalji yapanlar, bu dilleri anlıyor mu
sanki?! Ancak ne var ki, bir dil kültürü gelişirdi bu memlekette o zaman. Ortak
anlaşma dilimiz Türkçenin yanında bu yerel dillerimiz de gönüllü
beraberliğimizin ve kültürel zenginliğimizin bir tadı olurdu. Aidiyet
duygularımız sorgulanmazdı!
Bu
diller de yasaktı. Hıristiyanlar da, Museviler de, Alevi- kızılbaşlar da acı
çekti. Edirne Olayları! 6–7 Eylül Olayları! Ermeni Tehciri! Pontuslu
mübadelesi! Hep halkına düşmanca davranan iktidarların marifeti değil mi?!
ABD
ile bilinen bilinmeyen kölelik anlaşmalarını İkinci Dünya Savaşı sonrasında
iktidarını korumak isteyen Lozan Fatihi (!) ve sonradan Millî Şef İsmet İnönü
imzalamadı mı?
Hak mücadelesi yapan işçiler
de acı çekmedi mi?!İşçilerin sendikal, siyasal örgütlenmelerine önderlik edenler acı çekmedi mi?!
Toprak mücadelesi veren köylüler acı çekmedi mi?!
1960’ların ikinci yarısında anti-emperyalist gösteriler yapan gençler bedelini en ağır şekilde ödemedi mi?
CHP’nin
Baskıcı Rejimi
Toplumsal
hayatımızı şekillendirmeye, dilsel, kültürel, dinsel farklılıkları, kimlikleri
tasfiye etmek için elinden geleni yapan CHP hükümetlerini unutmak mümkün mü?!
Bugün yaşanan kaosta CHP
birinci dereceden sorumlu değil mi?
Çveneburilerin,
Gürcülerin dilsel, kültürel ve kimliğe ilişkin sorunlarını da kuşkusuz bütün bu
uygulamalardan ayrı değerlendirmek mümkün değil.
Böylesi
etnokültürel/dil olarak zengin bir ülkede bütün bunlar yaşanmamalıydı. Sorun,
geçmişten bugüne yalnızca iktidarlarda da değil. Ya “aydınım,” diye ortalarda
dolanıp “mehdi” bekleyenlere ne demeli?! Sorunların ortaya doğru dürüst
koyulamamasında, çözüm yolları üretilememesinde, mücadelelere doğru önderlik
edilememesinde onların da hiç mi sorumlulukları yok yani?!
Ortak
Vatan emekdaşlığında bizleri birleştirmeyenlere, yerel dillerimizi ve
kimliklerimizi yok sayanlara, bizi inkâr edenlere, Türkçeyi bile fakirleştirenlere,
iktidarlarını korumak için emperyalistlerle kölelik anlaşmaları yapmanın
yollarını açanlara bin lânet!
Bu
insanlar da kendilerini sahipsiz hissediyor. Kendilerini yaşamak, dillerini
korumak istiyorlar. Bayrak, sınırlar ve Türkçe ile bir dertleri, sıkıntıları
yok. Yolculuk sırasında tanıdığım Çveneburi, Gürcü arkadaşların konuşmalarından
böyle sonuçlar çıkardım. Aynı tanıdığım Laz aydınları, Abaza aydınları, Çeçen
aydınları, Çerkes aydınları gibi düşünüyorlar. Bunların bazıları AKP’yi
destekliyor, kimi parlamento dışı sol muhalefetin fikirlerini savunuyor. Ancak
dil, kültür, kimlik konusuna ilişkin birbirleriyle ilişkileri olmamasına
rağmen, aynı düşleri görüyorlar.
Topçular
İskelesi’ne yaklaşıyoruz. Aşağıya indik. Minibüsümüze bindik. Minibüsümüz
vapurdan çıktı.
Hızla
yol alıyoruz. Ortalık oldukça sakindi. Pek araç görünmüyor ortalıkta.
Sonunda
İnegöl tabelasını da gördük. Saat 12: 00 sularıydı. Birisi, yarım saatlik bir
yolumuz kaldığını söyledi.
Karnım
çok acıktı. Çok az bir yolculuğumuz kaldığı için bir şeyler atıştırabilirim.
Doğrusunu isterseniz, önceden, GKM’den bir arkadaşa kumanya meselesini
sormuştum. O da, herhangi bir şey getirmeye ihtiyaç olmadığını, gerekli
kumanyayı kendilerinin tedarik edeceklerini söylemişti. O sebeple yanıma
yiyecek- içecek almamıştım. Taksim’den yola çıkarken Eşref Yılmaz’ın bana ikram
ettiği simidi hatırladım. İtina ile saklamıştım. Simidi bulunduğu yerden
çıkarttım. Küçük lokmalar halinde yavaş yavaş yemeye başladım. İsabet de
etmiştim. Ancak anmadan sonra bir şeyler yiyebildik.
GKM’den
Fazlı Kaya’nın söylediğine göre, minibüs sadece bizi değil, 150 kişiye yetecek
kadar khaçapuriyi de taşıyormuş. Bir Gürcü arkadaşın hanımı sabahlara kadar
hazırlamış. Anma törenden sonra khaçapurilerimizi ayran eşliğinde yiyecekmişiz.
GKM’den
Fazlı Kaya, yanıma geldi. Bir süre oturdu. Daha sonra kucağında tuttuğu
çantasını açtı. İçinden bir ajanda çıkarttı. Açtı. Bana dönerek: “Senin için
zengin diyorlar.” Türkçesi; “Pamuk eller cebe” demek istiyordu.
Gömleğimin cebinden itina ile çıkardığım 50 TL’yi kendisine verdim. Osman Nuri
Mercan o parayı hemen onun elinden aldı. Ne olduğunu önce anlamadım. Şaşırdım.
GKM’den Fazlı Kaya, elindeki defterdeki listeye, adımın karşısına verdiğim meblağı
yazdı. Az sonra Osman Nuri Mercan kendisine 100 TL verdi.
İstanbul’dan
İnegöl’e minibüs de olsa araç kaldırmak, birçok açıdan zor bir iş. Bu konuda
GKM’yi kutlamak gerek. Şoförümüzün de bir Çveneburi olması, bizim için büyük
bir şanstı. Bizi sıkıntısız ve salimen getirip götürdü. Sayesinde kendimizi
evimizde gibi hissettik.
Yanımda
oturan Fazlı Kaya, cep telefonunu çıkarttı. İnegöl’den birisine telefon etti.
Nerede olduğumuz söyledi. Ve 150 adet küçük ayran sipariş etti. Aradan biraz
zaman geçti. Bir kez daha telefon etti. Ayranların akıbetini sordu. Bir süre
sonra yine telefon etti, ama bu sefer telefonu açan olmadı. “Bari ayranlar
sıcak olmasa,” diye geçirdim içimden.
Nihayet
İnegöl’e girdik. Şehirde yavaş yavaş ilerliyor minibüsümüz.
Lazlar
Camii
GKM’den
Fazlı Kaya takıldı: “ Ali İhsan, bak! Lazlar Camii!” Hemen önünden geçtiğimiz,
sağımızdaki caminin adı gerçekten de “Lazlar Camii” idi. Tabelasında öyle
yazıyordu. Acaba cami ne kadar eskiydi? Bilemiyorum. Herkes tebessüm etti.
Minibüstekilerden biri:” Aferin şu Lazlara, camiye bile adlarını vermişler.
Kimliklerini yaşatıyorlar!”
Öyle
ya! Din kimliğin önemli bir bölümü. Bu camiyi Lazlar mı yapmıştı? Öyleyse hangi
Lazlar?! Yoksa o zamanlar camide yalnızca Lazlar ibadet edildiği için mi bu ad
verilmişti?! Her neyse artık! Sonra araştırırız.
Parka
yaklaşıyoruz. Parkın içindeki İnegöl Derneğini artık görebiliyoruz.
Minibüsümüz, bu parkın girişindeki uygun bir yerde durdu.
Küçük
çantamda dijital bir fotoğraf makinesi vardı. Makineyi genç Gürcülerden bir genç
kıza verdim. GKM’den Fazlı Kaya’nın manevi kızı olduğunu düşündüğüm bu genç kız
fotoğraf çekme teklifimi hemen kabul etti. Ve birbirinden güzel fotoğraflar
çekerek o günü ölümsüzleştirdi.
Minibüsten
indik. Dernek binasına yöneldik. Dernek binasının önündeki çay bahçesi çok
hoştu. Dernek yetkilileri bize buyur etti. Uzunca bir masanın etrafına
oturduk. Birden kulağıma, “Hayri Hayrioğlu’nun oğlu,” lakırdısı geldi.
Sesin geldiği yöne baktım. Bir gencin AKM’den Fazlı Kaya ile tanıştırıldığını
gördüm. Demek Hayri Hayrioğlu’nun oğlu o gençti. En kısa zamanda kendimi
tanıtacak ve Sırrı Öztürk’ün kendisine ve kardeşine selamlarını iletecektim.
Küçük
yerlerde sıradan hayat ve ilişkiler kenttekine nazaran daha bir başka oluyor,
daha insani. Yabancı insana da farklı bakıyorlar. Bir farklı değer veriyorlar.
Belki hiç değer falan vermiyorlar da, belki de o her zaman herkese
gösterdikleri hal ve davranışları yabancılara da gösteriyorlar da ondan. Belki
ben böyle anlıyorum işte! Ne bileyim?!
İnegöl
Festivali
Derneğin
yetkilisi, GKM’den Fazlı Kaya’ya birşeyler anlatıyor. Meğerse İnegöl
Festivali’ne denk gelmişiz. Duyduğuma göre kapanış günüymüş. Bu yıl 11.’si
yapılan Festivalin sonuymuş. Gürcüstan’dan birkaç bakan gelmiş. Saak’aşvili’nin
annesi ve onun annesi de gelmiş, duyduğuma göre. Ancak o sabah ayrılmışlar.
Dernek yetkilisinin, Gürcüstan’dan gelen yetkili kişileri önemsediği
konuşmalarından belli oluyordu. İyi ilişkiler geliştikleri anlaşılıyor.
Bu önemli.
Dernek
yetkilisi misafirperverlik gösterdi. Bir yandan çaylarımızı yudumladık öte
yandan da sohbet ettik. Çayın tadı halen damağımda duruyor. Çok lezzetli geldi.
Belki de çay bildiğimiz çaydı da, bu kadar saat minibüsün içinde, bu sıcakta bu
kadar hareketsiz kaldığım ve dilim, damağım kuruduğu için o bir bardak çay,
cennet taamı gibi gelmişti bana!
Birden
elindeki cep telefonuyla resimlerimizi çeken orta yaşlı, kısa pantolonlu biri
zuhur etti. Durmadan resimlerimizi çekti. Gürcüce bir şeyler söyledi.
Konuşmasından Gürcüstanlı olduğunu çıkardım. Dernek yetkilisi mezar başında bir
anma yaptıklarını söyledi. Hangi mezarın başında olduğunu duyamadım. Hayri
Harioğlu’nun mezarı başında mı? Ahmet Özkan Melaşvili’nin mezarı başında mı?
Bir de mevlut okutturulduğu kulağıma çalındı.
Dernek
yetkililerinden bazıları yabancı gelmiyor. 1994’te Hayri Hayrioğlu’nun
tanıştırdığı kimselere de benzettim.
Nereden
çıktıysa bir Gürcüce mevzuu çıktı. Birisi diğerine: “Bizim Gürcüce Batum’da
konuşulan Gürcüceden başka. Bir keresinde Batum’a gitmiştik. Yanımda da buradan
Gürcü bir arkadaş vardı. Sokaklardaki kalabalığı görünce şöyle dedi:” Butun
Xalki sokakşia!” Hepsi Türkçe!”
Aktarılan
cümleyi duyan bastı kahkahayı.
Artık
gitme zamanı gelmişti.
Kalktım.
Hemen Hayri Hayrioğlu’nun oğlunun yanına gittim. Adı Gürcan’mış. Kendimi
tanıttım. Kendisine Sırrı Öztürk’ün selamını ilettim. Kendisini hatırladı.
Memnun oldu. Sevindi.
Dernekten
ayrılırken boy boy toplu fotoğraflar çekildi. O an ölümsüzleştirildi. Bir daha
kim bilir kim kimi nerede görecekti, kim bilir?!
Minibüsümüzün
bulunduğu yere doğru yürüdük.
Minibüsle
çok yakındaki mezarlığa gittik. Burada Hayri Hayrioğlu’nun mezarını ziyaret
edeceğiz. Kendisini anacağız.
Hayri
Hayrioğlu’nun Mezarı Başında
GKM’den
arkadaşlar daha önceden hazırladıkları pankart ve posterleri dağıttılar.
Hayri Hayrioğlu’nun mezarı,
mezarlığın hemen girişindeydi. Mezarı hemen eşinin ve yakın akrabalarının
yakınındaydı. Mezarı da kendisine gösterilen vefasızlıktan payına düşeni almış.
Mezarı kendisine yakışır bir şekilde yeniden düzenlenmeli.
Pankart
ve posterlerle Hayri Hayrioğlu’nun mezarı başında vaziyet alındı. Bu durum,
İnegöl gibi küçük bir şehirde hemen dikkat çekti. Yoldan geçenler duruyor,
ellerini açıyor ve dua ediyorlar. Bu insanlar, kabirdekiyle kalbi
yakınlıklarını göstermek istiyorlar.
GKM’den
Fazlı Kaya, Osman Nuri Mercan, Ertuğrul Kazancı, Bahadır Metehan Enveroğlu,
Eşref Yılmaz, Gülcan Hayrioğlu ve ben birer konuşma yaptık.
Benim
duygularımı ifade eden sözler ise şöyle: “Hayri Hayrioğlu k’ai k’oçi rt’u. Nena
muşi şeni içalişept’u. K’ult’ura muşi şeni içalişept’u. Minoba muşi şeni
içalişept’u. Namusoni k’oçi rt’u. Şuri muşis vuxvemup! (Hayri Hayrioğlu iyi bir
adamdı. Dili için çalışıyordu. Kültürü için çalışıyordu. Kimliği için
çalışıyordu. Namuslu bir adamdı. Ruhu şah olsun!)”
Hayri
Hayrioğlu’nun mezarı başındaki anma sonrasında, kızıyla da tanıştım. Ona da
Sırrı Öztürk’ün selamını ilettim. Sevindi. O da selam iletti.
Hayri
Hayrioğlu’nun gerek oğlu ve gerekse de kızı çok memnun oldu. Babalarının bunca
yıl sonra hatırlanması onları memnun etti. Bu konuda gösterilen vefasızlık ümit
ederim son bulur.
Hayri
Hayrioğlu, ne fazlası ne eksiği, hak ettiği ilgiyi mutlaka görmeli.
Yıllardır
Gürcü aydını diye bildiğimiz, yazan- çizen insanların tutum ve davranışlarını,
söylediklerini ve yazdıklarını düşündüm. Sosyal gerçeklikten o kadar uzaklar
ki. Bunu mezarı başında bir kez daha anladım.
Ayrıca
O’na karşı suskunlukarı vefasızlıktan da öte bir şeydi.
Hayri
Hayrioğlu’nun kızı ve oğluyla vedalaştık.
Mezarlıklıktan
ayrıldık.
Biz
oradan ayrılırken akrabaları iki kadın mezarların başında Kuran okuyorlardı.
Tekrar minibüse bindik.
Hayriye
Köyüne doğru ilerliyoruz. Saat 13: 00 suları.
Güneş
her yeri kavuruyor. Çok acıktım Minibüse yerleştirilen ayranların çok
ısındığını sanıyorum.
Karnımızı,
mezardaki anmadan sonra doyuracağız. Khaçapuri yiyeceğiz. Ayran içeceğiz.
Khaçapurileri dediğim gibi İstanbul’da bir arkadaşın eşi yapmış. Sağ olsun.
Minibüsümüz
Hayriye Köyü’nün dar ve engebeli yollarında ilerliyor. Bazen yolumuzu
kaybediyoruz. Geri çıkmak çok zor oluyor.
Artık
Ahmet Özkan Melaşvili’nin mezarının bulunduğu yere çok yakınız.
Minibüsten
indik. Mezara doğru ilerliyoruz. Azımsanmayacak sayıda insan var. Merak edenler
olabilir. Saymadım!
Mezarlığın
yakınında ilk gözüme çarpan İberya Özkan Melaşvili oldu. Yanına gittim. El
sıkıştı. Öpüştük. Annesine de iyi dileklerimi ilettim.
GKM’den
gençler, Ahmet Özkan Melaşvili’nin mezarı çevresinde pankart ve posterlerle
vaziyet aldılar. Portatif, mikrofonlu bir hoparlör kuruldu. İnsanlar mezarın
bulunduğu yere daha da yaklaştılar. GKM’den Fazlı Kaya anma törenini başlattı.
Buradaki
anma töreninde de Fazıl Kaya, Osman Nuri Mercan, Ertuğrul Kazancı, Anzor
Erkomaişvili, ben, adını Ahmet Özkan Melaşvili’nin koyduğu bir genç ve İberya
Özkan Melaşvili birer konuşma yaptık. Sorun Yayınları kolektifinden Sırrı
Öztürk’ün mesajını genç bir Gürcü kızı, Ahmet Hulusi Kırım’ın mesajını ise,
GKM’den Nevzat Kaya okudu.
Konuşmamda benim duygu ve düşüncelerimi ifade
eden sözler ise şöyleydi: “ Axmed Ozkan Melaşvili ocaği muşişi, sinifi muşişi,
megabrepe muşişi, meslekdaşepe muşişi, çili muşişi, berepe muşişi qorepeli
rt’u. P’ap’ulepe muşi Art’vinişen dobargeri rt’u Osmanli- Rusuli Limaşk’ule.
Derdoni rt’u. Muşi sterepe k’ala rt’u, TİP’-işa amaxtu. Megabrepe muşi k’ala
jurnali gamoçku. Derneğepe k’ides. Uça dğalepe rt’u. Gurculi nenaşiti, Lazuri
nenaşiti dost’i rt’u. Şina muşis vuxvemup. ( Ahmet Özkan; ailesinin, sınıfının,
arkadaşlarının, meslektaşlarının, eşinin, çocuklarının değerlisiydi. Dedeleri
Art’vinden gelip buraya yerlaştiler Osmanlı- Rus Savaşından sonra. Dertliydi.
Kendisi gibilerleydi, TİP’e girdi. Arkadaşlarıyla birlikte dergi
yayınladı. Dernekler kurdular. Kara günlerdi. Gürcücenin de, Lazcanın da
dostuydu. Ruhu şad olsun!”)
Konuşmam
sırasında, konuşmamdan bir tedirginlik hissedildiğini algıladım. Bir
hareketlilik oldu. Bir telsiz mandalına basıldı. Dikkate almadım. Şimdi
herkeste bir telsiz var. İsteyen cep telefonuna bile polis telsizi sesi
yükletebiliyor! Konuşmamı planladığım şekilde bitirdim. Önce Osman Nuri Mercan
kutladı. Ardından da İberya Özkan Melaşvili.
Konuşmadan
sonra yanıma gelen Hayriyeli bir Gürcü de beni kutladı. Kim olduğunu bilmediğim
bir kişi de; “Konuşmanda “memeeketi,” dedin. Onu Lazcası var,” dedi. Ben de,
“Doğru. O da kullanılıyor,” diye belirttim. Demek dinleyiciler arasında Laz da
varmış!
Yukarıda,
konuşmam sırasında bir tedirginlik hissedildiğini belirtmiştim; yanılmamışım.
Daha sonra bu yönde bir bilgi ulaştı bana.
Mezar
çevresinde en dikkat çeken kameraların çokluğuydu. Çoğu Gürcüstan’dan gelmiş.
Ancak bir tanesinin hangi kanaldan olduğunu anlayabildim. Mikrofonun üzerinde
aşina olduğum, Kartuli Alboni ile yazılı “a”yı görünce “Aç’ara TV”
olduğunu anladım.
Kosova-
Abhazya İlişkisi
Mezar
çevresinde, benim gibi Konya’da da öğrenim görmüş, yıllar önce Gürcüstan’da
tanıştığım bir arkadaşla karşılaştım. Ayaküstü konuşmaya başladık.
Megrelce’den konuştuk. Türkiye’deki Gürcüce’den bahsettik. Türkiye’de
Gürcüce’nin ölümünden konuştuk. Laz aydınlarının bölünmüşlüğünden bahsettik.
Arkadaş, Abhazların Gürcüstan içinde kendilerini geleceğe taşıma şanslarının
olduğunu, oysa şimdi tamamen Rusya’nın etkisinde yok olacaklarını söyledi.
Abhazya konusunda o dönemin yönetiminin hatalı olduğunu belirttim. Abhazya’nın
tanınmasının Kosova’nın tanınması çerçevesinde gerçekleştiğini de ekledim.
Konunun konjüktürel olduğuna vurgu yaptım. Ayrıca 2008 Savaşında, Gürcüstan’ın
ABD ve Rusya ortaklığıyla yenilgiye uğratıldığını da ekledim. Bu eski arkadaşa,
yaptığım konuşmanın iki alfabeli Lazca metninin fotokopisini de verdim.
Başkalarına da fotokopiden takdim ettim.
Anmalar
sırasında Gürcü gençlerin dil, kültür ve kimliklerine yönelik olarak attıkları
sloganlar dikkati çekti. Herkes bu gençlere ilgiyle baktı. Gürcüstan’dan
festival için İnegöl’e gelen kimileri de mezardaki bu anmaya katıldı.
Kimilerinin Gürcüstan’dan oldukları boyunlarındaki haçlardan anlaşılıyordu.
Bu
arada haç konusu gündeme geldiği için, kısaca değinmek isterim. Söylendiğine
göre, Ahmet Özkan Melaşvili’nin mezarı başında yapılan geçen yılki kutlamalarda
küçük bir gerginlik yaşanmış. Törene geçen yıl üst düzey Hıristiyan bir din
adamı da katılmış. Anma sırasında Ahmet Özkan Melaşvili’nin mezarına
Gürcüstan’dan gelen toprağı bırakmış. Oradan da toprak almış. Ahmet Özkan
Melaşvili’yi de kendi inancıyla anmış. Bu davranışı, kimilerinin söylediğine
göre, hoş karşılanmamış. Belki o sebeptendir, bu yılki anmaya Gürcüstan’dan
Hıristiyan din adamı gelmemiş.
Kuşkusuz,
bu hiç alışık olmadığımız bir durum. Bu tür katılımların sembolik bir anlamı
var. Bunu yanlış anlamak pek doğru değil. Müslüman ve Hıristiyanların birlikte
yaşadığı kimi ülkeleri hatırlayalım. Fotoğraflarını, filmlerini görmüşüzdür.
Müslüman ve Hıristiyan din adamları törenlere yan yana katılırlar. Bizde de
geçmişte, Osmanlı döneminde bunun örnekleri vardır. Televizyonlara da yansıyan
kimi iftar törenlerinde Müslüman, Hıristiyan ve Musevi din adamlarının aynı
masada yer aldıklarını görürüz. Bunları hatırlarız. Evet; Ahmet Özkan
Melaşvili Müslüman’dı. Ancak geçmişi Hıristiyan olan bir halktan da geldiğini
biliyoruz. Bu ise, O’nun anısına saygı gösteren her dinden ve Millîyetten
insana ayrıca yakın davranmayı gerektiriyor.
Bir
kez daha vurgu yapmalıyım: Geçmişte Gürcü aydını diye algıladığımız kişilerin
bugüne kadar yazdıkları ve söyledikleri somut gerçekliklerle o kadar çelişiyor
ki. Yine geçmişte, benim yazdıklarımın doğru çıkması beni sevindirdi.
Ancak malum Gürcü aydınlarının dil, kültür ve kimlik mücadelesinin çok uzağında
durduklarını bir kez daha görmekten de çok üzüldüm. Yıllardır Gürcü aydını
olduğunu söyleyip yazıp-çizenlerin artık şapkalarını önlerine koyup düşünmeleri
lazım. Yıllardır söyledikleri ve somut gerçeklikle uyuşmayan tutum, davranış ve
söylemlerini değiştirmeleri lazım. Bu artık göz ardı edilemez bir gerçekliktir.
Olay, olgu, süreçleri doğru algılayamayanların doğru bir duruşlarının olması ve
buna uygun bir mücadele tarzı geliştirmeleri kendilerinden beklenemezdi. Öyle
de oldu. Elitist davranmakla, sistemin istediğini yerine getirdiklerinin artık
farkına varmaları gerekiyor.
Ahmet
Özkan Melaşvili’yi mezarı başında andık. Bu 5 Temmuz, onun katledildiğinin 31.
yıldönümüydü. Ümit ederim, bir sonraki anmalar, kendilerine Gürcü aydını
diyenlerin yeni bir arayışla birbirlerine yaklaştıkları dönemlerde yapılır.
İberya
Özkan Melaşvili, annesi Yüksel Hanım ve kız kardeşi Tamara Hanım ile
vedalaşıyorum.
Türkiye’nin
İlia Ç’avç’avazdze’si Söylemi Yanlıştır!
Ahmet
Özkan Melaşvili’ye Türkiye Gürcülerinin İlia Ç’avç’avazdze’si söylemini doğru
bulmuyorum. Bu söylem, Gürcüstan’da bir değere sahip olabilir. Türkiye’de bu
söylemin hem Ahmet Özkan Melaşvili’ye ve hem de İlia Ç’avç’avazdze’ye bir
haksızlık olduğunu düşünüyorum. Bu, Ahmet Özkan Melaşvili’nin gerçek
mücadele duruşunu örten bir söylem olduğu için doğru bulmuyorum. Onu bir başka
kulvara çekmek, çok yüceltmek doğru bir davranış değil. Bu kuşkusuz maksatlı
yapılıyor. Ölen kişi ne kadar yüceltilirse, yücelten de kendisine onun
gölgesinde emin bir gölge buluyor. Bu yanlış. Bu yanlışlığı kimi Laz aydınları
da yapıyor. Onlar da bunu Hasan Helimişi üzerinden, Kazım Koyuncu üzerinden
yapıyorlar. Gürcü aydınları, bugüne kadar Ahmet Özkan Melaşvili’yi yücelttiler,
ama Hayri Hayrioğlu’nu unuttular. Laz aydınları da Hasan Helimişi’yi, Kazım
Koyuncu’yu yücelttiler ama, Osman Topçuoğlu’nu, Fahri Lazoğlu’nu unuttular. Adı
çıkmış, basında adları magazinleştirilmiş kimseleri aşırı sahiplenmek,
diğerlerini hatırlamamak iki yüzlülüktür, vefasızlıktır. Özellikle ölen
aydınlarımız değerli olan yaptıklarıyla aynı değerde sahiplenilmeli ve
anılmalıdır.
Hayriye
Köyü Derneği’ne gidecektik. Orada khaçapurilerimizi yiyecek, ayranlarımızı
içecektik. Minibüse binmektense, yürüyerek derneğe gitmenin daha iyi olacağını
düşünenler oldu. Ben de onlar arasındaydım. Burada belirteyim; khaçapuriler de
bizimle bu yolculuğu yaptı. İnegöl’de onlara ayranlar da katıldı!
Yürüyerek
inmemizin bir sebebi de minibüsle giderken gördüğümüz meyve ağaçlarıydı. Bu
ağaçlardan birer ikişer tatmamız khaçapuri öncesi midelerimiz rahatlatacaktı.
Hava
çok sıcaktı. Kepimi giydim. Güneş gözlüklerimi taktım.
Yol
kenarında bir çeşmeden su içiyoruz.
Bir
erik ağacından erik kopartıyoruz; pek fena değil. Biraz ekşi. Olsun! İşte bir
ağaç daha. Önce kiraz sandık! Vişneymiş. Tadıyoruz. Hoş bir mayhoşluğu var.
Sessiz
bir köy. Ortalıkta pek kimse yok. Bazı evlerin balkonlarında insanlar oturuyor;
çaylarını yudumluyorlar.Hayriye köyünde modern evler de var; düzgün. Bunlar
Ahmet Özkan Melaşvili ve arkadaşlarının katkılarıyla Almanya’ya giden insanlara
veya onların çocuklarına ait olmalı. Duyduğuma göre, köyde ambulans ve
kütüphane de varmış!
Nihayet
dernek binasına ulaşıyoruz; sessiz ve serin bir yer. Oradakiler bizi sıcak
karşılıyor. Her biri elimizi sıkıyor. Hoş geldiniz, diyorlar. Çay, gazoz
servisini bir bayan yapıyor. Bize çok içten davranıyor. Meğerse kendisi
Hayriyeli bir Gürcü arkadaş ile evli Gürcüstan vatandaşı bir bayanmış. Gürcüce
söylediği her şeyi anladığımı burada belirtmeliyim. Yine bu bayanın yardımıyla
khaçaurilerimiz ve ayranlarımız servis edildi.
Bir
kuş dernek lokalini yurt tutmuş. Bir öteye, bir beriye uçup duruyor; kırlangıç,
dediler.
Dernek
lokali bir anda doldu.
İnsanlar
burada kent hayatında, hele hele İstanbul’da yaşayanlara göre çok doğal.
Davranışları normal. Hayat yavaş, koşuşturma yok.
Duvardaki
panoyu oluşturan fotoğraflar dikkatimi çekiyor. Köyün kurucusu olduğu
belirtilen bir hocaefendi ile oğlu ve Ahmet Özkan Melaşvili’nin birer
fotoğrafları ve onlar hakkında bilgiler yer alıyor duvarda.
Artık
Gitme zamanı. Dernektekilerle vedalaşıyoruz. Lokalden ayrılıyoruz. Sokağa
iniyoruz.
Minibüsteyiz.
İnegöl Merkezine gideceğiz. İberya Özkan Melaşvili, minibüse yaklaşıyor. Camdan
vedalaşıyoruz: “Ne olur,” diyor, “sık sık görüşelim; özlüyorum.”
Yolda
duruyoruz. Gözümüze bir dut ağacını kestiriyoruz. Yarım saat kadar orada
kalıyoruz. Dut gerçekten de çok lezzetliymiş. Çok tatlı değil. Kim bilir
kimin?! Kim bilir kim ne zaman dikti bu dut ağacını buraya?!
İnegöl’e
gitmek üzere minibüse biniyoruz.
Çok
kısa bir süre sonra İnegöl’deyiz. Dernek binası önündeki parkta halk dansları
ekipleri gösteri yapıyor. Etraf ana-baba günü. İğne atsan yere düşmez.
Çocuklar, gençler, büyük bir uyum içinde ve şevkle halk danslarını
sergiliyorlar. Hakikaten çok hoş bir manzara.
Ne
halk danslarını sergileyenlerde bir korku ne de izleyen kalabalıktı bir
tedirginlik var. Herkes rahat. Ahmet Özkan Melaşvili ve Hayri
Hayrioğlu’nu bir kez daha andım. Onların bu derneğe olan katkılarını
düşünüyorum. O insanların, o günlerde bu tür kurumlara desteği olmasaydı,
burada bugün bu insanlara kim böyle müsaade ederdi ki?!
Nihayet
İnegöl’den ayrılık zamanı geldi. Minibüsümüze bindik. Yola koyulduk.
Lazlar
Camiinin önünden geçerken yine gülüşmeler oldu.
İnegöl
çıkışında epey zorlandığımızı söylemeliyim. Bir- iki defa yolumuzu karıştırdık.
İnegöl girişinde, şehre gidip
geleni adeta selamlayan Köfte Anıtı da çok hoştu: Çatala batırılmış bir köfte.
Umur
Bey eteklerinde bir mola yerinde kısa bir süre durduk. Kimisi marketten alış
veriş yaptı. İhtiyaçlar giderildi.
Bir
başka duruşumuzda da yol kenarı meyvecilerinden kimi arkadaşlar şeftali satın
aldı. Anlayanların söylediğine göre, şeftaliler bir işe yaramazmış. Üstelik de
pahalıydı. Kilosu 5 TL.
Yine
yola koyulduk.
Herkese
bir yorgunluk çökmüş. Pek konuşan yok. Belki yaşadıklarını düşünüyorlar.
Hava neredeyse karardı.
Lazca
ve Rumca Farklı Dillerdir
Minibüsün
teybinde müzik çalıyor. Önce Gürcüce bir şarkı. Ardından Lazca bir şarkı.
Birol Topaloğlu söylüyor. Ardıdan kim olduğunu çıkartamadığım bir başka kişiden
bir başka Lazca şarkı. Bir Çereksçe şarkı. Ardından Fuat Saka’dan Pontusça bir
şarkı. Yanımdaki Çveneburi arkadaş soruyor: “Bu şarkının sözlerini anlıyor
musun?” Cevap veriyorum:
“Hayır! Şarkı Lazca değil; Pontusça!” Kısaca;
Lazcanın Rumcaya değil Megrelceye yakın bir dil anlatmaya çalışıyorum
kendisine.
Trafik
yoğun. Eksoz kokusu insanın genzini yakıyor.
Düşündüm:
Türkiye öyle veya böyle yeniden yapılanıyor. Laz ve Gürcü veya Çveneburi
aydınları bu yeniden şekillenmenin hangi noktasında duruyorlar?!
Dil,
kültür ve kimliklerini geleceğe taşımak konusunda ne gibi kaygılar duyuyorlar?!
Dünyayı, Türkiye’yi, içinde bulunduğumuz bölgeyi nasıl algılıyorlar?!
Neler
düşünüyorlar?!
Gelecekleri
lehine, gelişmelere nasıl müdahil olmayı düşünüyorlar?!
Bir atasözü vardır;
bilirsiniz: “Bir elin nesi var, iki elin sesi var!” Tabi, bu iş yapmak, işin
altına elini koymak isteyenler için söylenmiş bir söz. Yoksa uzakta durup
seyredenlere söylenecek söz yok!
Topçular
İskelesi’ndeyiz. Hava tamamen karardı. Oldukça uzun bir kuyruk var. Bulunduğumuz
yerden hem arabalı vapur iskelesini, hem oraya giden yoldaki yüzlerce aracın
ışıklarını görebiliyoruz. Burada oldukça fazla bekleyeceğimiz anlaşılıyor.
Gençler minibüsten indi. Minibüsümüz yavaş yavaş ilerliyor.
Yolda
koşuşturan çocuklar, gençler araçlardakilere salatalık satmak için
birbirleriyle yarışıyorlar. Ellerindeki küçük şeffaf torbalara doldurdukları
salatalıkları satmaya çalışıyorlar. Bir genç, o anda duraksamış olan
minibüsümüze yöneldi. Şoförün hemen arkasındaki, benimse hemen önündeki koltukta
oturan Osman Nuri Mercan’ın penceresi açıktı. Salatalık satan çocuk, açık
pencereden Osman Nuri Mercan’a salatalık dolu torbayı uzattı: “Dayı, alsana!”
Osman Nuri Mercan kibarca: “ Sağol canım! İstemem!” Çocuk israr etti: “Alsana
dayı, saltalık işte!” Osman Nuri Mercan biraz sertçe: “İstemem dedim ya!”
Çocuk: “Dayı, niye kızıyorsun ya?!” Osman Nuri Mercan: “İstemem dedim ya! Sen
ye!” Bunun üzerine çocuk, torbadan bir salatalık çıkardı ikiye böldü. Bir
parçasını yemeye başladı. Diğer yarıyı da Osman Nuri Mercan’a uzattı: “Dayı,
sen de ye!” Osman Nuri bir lahavle geçti. Elektrikli bir ortam oldu. Allahtan o
sırada yol açıldı da, minibüsümüz yürüdü. Çocuk elindeki salatalıklarla orada
öylece kala kaldı da tatsız bir olay yaşanmadı.
Minibüsümüz
bir süre sonra yine durdu. Araçlar yavaş yavaş ilerliyordu yine. Minibüsten
indik. Turnike girişi önündeki büyük çapanın önünde toplandık. Bir gözümüz
turnikenin yüz metre kadar uzağındaki minibüste sohbete daldık.
On-onbeş
dakika sonra, minibüsümüz turnikeye girmek üzereyken yetiştik. Bindik.
Turnikeyi geçince tekrar indik.
Karşı
yakaya giden araba vapuru ya döndü ya da bir diğeri geldi. Sıra akmaya başladı.
Minibüsümüze koştuk. Bindik. Minibüsümüz araba vapuruna yerleşince, tekrar
indik ve üst kata çıktık. Araba vapuru Eskihisar İskelesi’ne doğru hızla yol
alıyor. Hava ve vücutlarımız serinledi.
Bir
ara sağ tarafımda oturan Osman Nuri Mercan ile sohbete daldık. Türkiye’deki
kimlik konusundan bahsettik. Laz aydınlarından, Gürcü aydınlarından onların hem
kendi aralarındaki hem de birbirleriyle olan ilişkilerinden konuştuk.
Abhazya’yı, Güney Osetya’yı, 2008’deki savaşı konuştuk. Kafkasya’nın geleceğine
ilişkin birkaç lakırdı ettik. Osman Nuri Mercan’ı ilk defa bu kadar pozitif
buldum. Ondaki bu gelişme olumluydu. Türkiye’deki Gürcülerin, Çveneburilerin
kimseye güvenmeden kendi dil, kültür ve kimliklerinin mücadelesine yönelmeleri
dileğimdir.
Üşüdük.
Aşağıya indik. Minibüse bindim.
Eskihisar
İskelesi’ne yanaştık.
Araba
vapurundan çıktık. Hızla İstanbul’a doğru yol alıyoruz.
Biraz
uyumaya çalıştım. Bir ara dalmışım. Uyandım. İnenler oldu.
Saat 24: 00’ı çoktan geçti.
Boğaziçi Köprüsü’nün üstündeyiz. Tam köprünün ortasına geldik ki, bizi yoğun
bir yağmur yağışı karşıladı. Demek ki, İstanbul’un Rumeli yakası yağmurlu!
Köprüyü geçtik. Mecidiyeköy tarafına saptık. İnenler oldu.
Taksim’e
kadar minibüsle geldim. Orada arkadaşlarla vedalaştım. İndim.
Ayaklarım
tutulmuş, vücudum cendereye girmiş, ruhum daralmıştı. Yağmur yağmadığına göre
biraz yürüyebilirdim.
Şişhane’ye
kadar yürüdüm. On kadar balici gençle karşılaştım. Kendi aralarında
tartışıyorlardı. Bana bulaşmadılar.
Oradan
bir taksiye bindim. Sabahleyin taksiye bindiğim yerde de indim. Taksimetre 8 TL
yazdı. Oysa aynı mesafeye sabahleyin 12 TL ödemiştim.
Eve
geldiğimde saat 02:00 idi.
Ali İhsan Aksamaz, 4-5 Temmuz 2011demokrathaber.org
aksamaz@gmail.com
https://www.youtube.com/watch?v=ssir9sF5WK0
https://www.youtube.com/watch?v=tKtCk57K1_c
https://shangulishialiihsanaksamaz.blogspot.com/2019/08/murat-kasap-konusuyor.html
https://www.demokrathaber.org/ahmet-ozkan-melasvili-ve-hayri-hayriogluyu-andik-makale,1585.html
https://www.kitapyurdu.com/yazar/ali-ihsan-aksamaz/367.html