LAZ KİMLİK MÜCADELESİNDE İSKENDER
TZİTAŞİ’NİN ÖNEMİ
Laz kimlik
mücadelesinin başlangıcı, bugünkü bilgilerimize göre, günümüzden yüzyıl
öncesine dayanır. Bu mücadele tarihi içinde karşımıza bayraklaşan iki isim çıkar.
Bunlardan ilki Hopalı Faik Efendi, diğeri ise İskender Tzitaşi’dir. Hopalı Faik
Efendi, Osmanlı Lazistanı’ndan bir Laz
aydınıdır. İskender Tzitaşi ise, Sovyet Lazları Halk Önderidir. Her ikisi de,
Doğu Karadeniz ve Güney Kafkasya’nın yerli halklarından olan Lazların kimlik
mücadelesinde önemli bir yere sahiptir. Ne yazık ki, günümüzde hem Hopalı Faik
Efendi hem de İskender Tzitaşi’nin kişisel bilgilerine (şimdilik) ayrıntısıyla
sahip değiliz.
1993’de
yayımlanmaya başladığımız “Ogni Kültür Dergisi” ile birlikte Laz aydınları
olarak, kendi kimlik mücadele geçmişimizle ilgili olarak da bazı bilgileri
aktarmaya başladık. Ne var ki, kimileri Hopalı Faik Efendi ve İskender
Tzitaşi’nin önemini hâlâ kavrayamadı. Bunlar günümüzde bile Hopalı Faik Efendi
ve İskender Tzitaşi’yi görmek istemiyorlar. Bunun çeşitli sebepleri olabilir.
Eğer bu insanlar, Lazların tarihsel yerleşim birimlerinin eski isimleri yeniden
resmiyet kazansın istiyorlarsa; TRT, Lazca radyo ve televizyon yayını yapsın
istiyorlarsa; okullarda anadil dersleri arasında Lazca da yer alsın
istiyorlarsa; üniversitelerde Laz dili, edebiyatı, tarihi bölümleri açılsın
istiyorlarsa ve en önemlisi söylediklerinde samimi iseler, Hopalı Faik Efendi
ve İskender Tzitaşi’nin mücadele geçmişine sahip çıkmalıdırlar. Bütün bunları
söylem, tutum, davranış, ilişki ve çalışmalarıyla da göstermek zorundadırlar.
Kimi
Laz aydınlarının ısrarla görmek istemedikleri yalnızca Hopalı Faik Efendi ve
İskender Tzitaşi değil. TKF kurucular komitesi üyesi Osman Topçuoğlu’nu da,
Kadın Emek önderi Topçuoğlu Safiye Hanım’ı da görmek istemiyorlar. Bunun yerine
yalnızca Hasan Helimişi’yi ön plana çıkarmayı yeğliyorlar. Hasan Helimişi’yi de
ön plana çıkartırken, onu yalnızca ‘romantik bir şair’ olarak lanse etmeyi daha
uygun buluyorlar!
Giriş
Burada
anlatacaklarım, bugüne kadar yalnızca benim bireysel bilgi ve ilgi alanımla
kısıtlı kalmamalıydı. Çünkü konu toplumsal bir özellik taşıyordu; yalnızca Laz
aydınlarını da ilgilendirmiyordu. Bu ülkenin bütün aydınlarını, bütün bilim
adamlarını ve bütün politikacılarını ilgilendiren bir konuydu. İskender
Tzitaşi, hep görmezlikten gelindi. Bunda en büyük sorumluluk da günümüz Laz
aydınlarınındır.
Bugün,
benim için hayatımın en önemli günlerinden bir tanesi. Çünkü Türkiye’de yirmi
yıla yaklaşan bir süre önce gündeme getirmeye çalıştığım İskender Tzitaşi
konusunda ilk defa bir toplantı yapılıyor. Şüphesiz konu kişisel değil, toplumsal. İskender Tzitaşi konusu yalnızca
Laz aydınlarını ilgilendiren bir konu da değil. Konu, entelektüel boyutuyla Laz
aydınlarını, Gürcü aydınlarını ve Abhaz aydınlarını da ilgilendiriyor. İskender
Tzitaşi konusu en azından “Soğuk Savaş”ın bittiği 1991’den itibaren hem Türkiye
hem Gürcüstan ve hem de Abhazya’da gündeme getirilmeliydi; olmadı. Demek ki,
resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri bu kadar etkili olmuş. İskender Tzitaşi
konusu ancak bugün ve yine ancak bu şekilde gündeme getirilebiliyorsa, bu resmî
ideolji ve resmî tarih tezlerinin hâlâ ne kadar etkili olduğunu gösteriyor.
Oysa bugüne kadar İskender Tzitaşi konusu gündeme getirilmekle kalmamalıydı.
Onun itibarının iadesi için de çabalar harcanmış olması gerekirdi. Anadil eğitim-
öğretiminde “İskender Tzitaşi Modeli” de örnek alınır hale getirilmeliydi.
Bütün bunların olabilmesi için esas rol Laz aydınlarına düşüyordu. Ancak Laz
aydınları “Soğuk Savaş” sonrası ortaya çıkabildikleri için ve henüz İskender
Tzitaşi çizgisinde buluşamadıkları için, konu kolektif anlamda sahipsiz
kalmıştır. Demek ki, resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin etkileri Laz
aydınlarını hâlâ etkiliyor; korkularını depreştiriyor. Bu durum aslında Laz
aydınlarını açısından utanılacak bir manzaradır.
İskender
Tzitaşi konusu da, aynı Mustafa Suphi ve Yoldaşlarının katledilmesi gibi hem
eski Sovyetler Birliği ülkelerinde ve hem de Türkiye’de hâlâ bir tabudur. Zaten
TKF ve İskender Tzitaşi konusu, Sovyetler Birliği ile Türkiye, ya da daha doğru
bir deyişle Moskova ile Ankara arasındaki “derin konulardan” yalnızca bir
tanesidir.
İskender
Tzitaşi’nin günümüzde bile bir tabu olması, çizgisinin ne kadar doğru olduğunu
gösteriyor. İskender Tzitaşi, Nestor Lakoba’nın da yoldaşıdır.
Bugün
burada İskender Tzitaşi’nin doğum gününü kutlumak için toplandık.
Kişisel Çabalar
Lazca benim
anadilim değil, babadilim. Babam, Rize/ Ardeşen Şanguli 1931 doğumlu. Anadili
Lazca olan bir İnsan. Kökeninde Çerkeslik de bulunan annem ise, 1940 İstanbul
doğumlu. Onun anadili ise Türkçe. Ben ise, anadili Türkçe olan bir melezim.
1959 İstanbul doğumluyum. Çok küçük yaşlarımdan itibaren Lazcanın varlığından
haberdarım. Türkçeye ne kadar aşinaysam ve sahip çıkıyorsam; Lazcaya da o kadar
aşina olma çabasındayım ve Lazcaya da o kadar sahip çıkıyorum. Bunda da bir
çelişki görmüyorum. Kimlik ve kişiliğimin gelişmesinde Türkçenin de Lazcanın da
izlerini taşıyorum. Lazcanın anadilim olmadığını belirtmiştim. Gündelik hayata
ilişkin sekiz-on diyalog kuracak kadar Lazca bildiğim çok eski günlerde de;
yüzlerce sayfa Lazca makale yazdığım şu yaklaşık son on yıllık dönemde de; burada Lazca dersler verdiğim şu yaklaşık
altı aylık zaman dilimi içinde de hep Lazca kaynaklara ihtiyaç duydum. Yirmi
yıldır Lazcanın peşindeyim. Bir yandan Lazcayı öğreniyor; yazıyor, diğer yandan
da bu dili öğretiyorum. Bu zaman zarfı içerisinde öğrenmek istediğim yalnızca
Lazca değil. Aynı zamanda Laz Tarihini öğrenme ve öğretme çabası içinde de
oldum.
Ancak
hemen belirtmeliyim; 1992 öncesinde Laz tarihini ve Lazcayı öğrenmeye yönelik
çabalarım, bu alandaki şahsî bilgi eksikliğimi gidermeye yönelikti. Bilenlere,
tabi ki öncelikle babama sorarak temel gündelik Lazca cümleleri öğrenmeye ve
küçük bir defterde bunları toplamaya çalışırdım. Bireysel, çocukça çabalar
işte! Bu dönemde dikkatimi bir şey çekmişti: Ansiklopedilerde Lazlara ilişkin
bilgiler çok kısıtlı ve kısaydı. 1992’ye kadar da Lazca hiç bir yazılı metin
görmemiştim.
Burada,
1997 yılının Kasım’ında Çiviyazıları Yayınevi’nden çıkan “Kafkasya’dan
Karadeniz’e Lazların Tarihsel Yolculuğu” adını taşıyan kitabımdan bir alıntı
yaparak esas konumuza girmek istiyorum: “1992’nin Yaz’ında Kartal’daki bir
sokak sergisinde, ‘Lazların Tarihi’ adlı kitabı görene kadar, doğrusunu
isterseniz bu konular hiç de ilgimi bu derecede çekmiyordu. Böyle bir kitabı
görünce gözlerime inanamamıştım. Hemen, kitabı satın aldım. Misafirlikte
olmamıza rağmen, iki saat içinde kitabı okudum.” Kitap, Lazların Türk kökenli
değil, Gürcü kökenli; Lazcanın da bir dil değil, Gürcücenin diyalekti olduğunu
israrla ve defaatle vurguluyordu. Kitap, Lazistan’ın Türkiye’ye değil,
Gürcistan’a ait olduğunu da yazıyordu. Lazların Türk kökenli olmadığını,
Lazcanın da Türkçe ile bir alâkası ve bağlantısının olmadığını biliyordum.
Bütün bunları kestirebilecek bilgiye sahiptim. Lazların Rumlarla ve
Hemşinlilerle bir akrabalığının olmadığını ve Lazcanın Rumca ve Hemşince ile de
bir yakınlığının olmadığını biliyordum. Şimdi ise, Lazların Gürcü ve Lazcanın
da Gürcücenin diyalekti olduğu iddiaları o kitapta yer alıyordu. Eğer polis
emeklisi rahmetli Hayri Hayrioğlu, ‘Lazların Tarihi’ adlı o kitabı Gürcüce
aslından faydalanarak Türkçe olarak hazırlamasaydı, ben de muhtemelen şimdi
burada karşısınızda olmayacaktım!
İki Öncü: Hopalı Faik Efendi ve
İskender Tzitaşi
Aynı Dönemde,
çok kötü bir tercümeyle yayınlanan ‘Türkiye’de Etnik Gruplar’ adlı kitap, Hayri
Ersoy ve Aysun Kamacı’nın birlikte kaleme aldıkları ‘Çerkes Tarihi’ adlı kitap
ve Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Kavimler Kapısı” adlı kitap üzerine
yoğunlaştım. O zamanlar günlük Aydınlık Gazetesi yayınlanıyordu. Bu gazetenin
arşivinde Meriç Özeller adlı çok eski bir arkadaşım çalışıyordu. Onun
yardımıyla ‘Lazların Tarihi’ adlı kitabı Ant Yayınları’ndan yayımlatan Hayri
Hayrioğlu’nun telefon numarasına ulaştım ve kendisiyle bağlantı kurdum.
Meriç
Özeller, Aydınlık Gazetesi’nin arşivinden bana birkaç da Lazca metin fotokopisi
verdi. Lazca Alfabeyi o fotokopi metinlerde gördüm; Almanya’da yayınlanmışlar.
O fotokopilerden birinde Hopalı Faik Efendi’ye ilişkin kısa bir bilgi vardı.
Bir başka fotokopide ise, İskender Tzitaşi’den bahsediliyordu. Hopalı Faik
Efendi ve İskender Tzaitaşi hakkındaki bu bilgilerin, Osman Ûamûruli tarafından kaleme alındığı ve
1991’de Kaukasus- Verlag tarafından Freudenstadt’da yayınlandığı anlaşılan
“Nananena” (“Anadili”) başlıklı kitapta şu ifadeler yer alıyordu:
“Faiü Efendişi rt’u armuşi Lazi, namuk
gamiğu Lazuri Svara. Lazuri na öarumûu şeni Sulûan Abdul Hamidik haya oöopu do kodoloxunu cixas. Muşi noöarepe iri xolo doöves, gondines. Cixaşen gamaxtuşüule Faiüik xolo gyoöüu do öarumûu Lazuri. Lazepeş duşmanepek Faiüi doyles.”
Lazcasını
adı geçen kitaptan aktardığım bilginin Türkçesi şöyle:
“ Faik Efendi, Lazca kitap çıkartan ilk Lazdı.
Lazca yazdığı için, Sultan Abdulhamit onu yakaladı ve kaleye hapsetti. Bütün
yazdıklarını yaktılar, kaybettiler. Hapisten çıktıktan sonra, Faik yine başladı
ve Lazca yazıyordu. Lazların düşmanları Faik’i öldürdüler.”
Osman
Ûamûruli’nin İskender Tzitaşi hakkında
verdiği bilgi de oldukça ilginçti:
“Sohum’da 1935 senesinde
bir okul kitabı Laz dilinde yayınlanmıştır. Yazarı İskender Tzitaşi idi,
Lazların büyük şairi ve bilim adamı. Stalin’in emri üzerine İskender 1938
yılında öldürülmüştür. Kısa bir süre sonra Laz halkı Sibirya’ya sürgün
edilmiştir. Bununla kültür özgürlüğü gaddarca son bulmuştur.”
Bu
bilgiler beni oldukça şaşırtmıştı. Hayri Hayrioğlu’nun yayınladığı ‘Lazların Tarihi’
adlı kitapta Hopalı Faik Efendi’nin Osmanlı Lazistan’ındaki mücadelesinden
bahsediliyordu. Ancak İskender Tzitaşi’den tek satır yoktu. Birkaç telefon
konuşmamızda bu konuyu Hayri Hayrioğlu’na çıtlattım. Ancak onun bu konudan
bahsetmekten özenle kaçındığını hissettim; zorlamadım. Yalnızca ‘Lazların
Tarihi’ adlı kitap değil, bu kitabı Türkçeye tercüme eden Hayri Hayrioğlu’nun
bazı yaklaşımları da beni ‘Laz ve Gürcü’ ilişkisini araştırmaya sevketti.
Kaynak arayışına giriştim. İşte bu alanda karşıma büyük bir engel çıktı: Resmî
ideolojiler ve resmî tarih tezleri. Ancak bunlar beni yolumdan alıkoyamadı.
Anlaşıldığı kadarıyla geçmişte hem Osmanlı Lazistan’ında ve hem de Sovyetler
Birliği’nde Laz aydınları kimlik mücadelesi vermişti; bu konuya yönelmeliydim. 1990’lı
yılların başı… Zor günlerdi. İnternet yoktu. Pek kimseyi tanımıyordum.
Lazlar
hakkında yazdığım ilk makale olan “Lazlara Gülmenin Dayanılmaz Hafifliği”, 15
Haziran 1993 tarihinde Özgür Gündem Gazetesi’nde yayınlandı. İkinci makalem
ise, yine aynı gazetede “Yaşadıkları Coğrafya’nın Otoktonları: Lazlar”
başlığıyla 19 Temmuz 1993’de yayınlandı.
Sonraki
süreç içerisinde yalnızca kimi “Laz aydınlarıyla” tanışmakla kalmadım, kimi
“Gürcü aydınları”yla da tanıştım. Bu tanışmalar beni dehşete düşürdü. Kimi “Laz
aydınları” ne kimliklerinin bilinceydi ne de Hopalı Faik Efendi ve İskender
Tzitaşi’yi tanıyor ve önemini kavrıyorlardı. Basına, “Laz Vakfı, Laz Enstitüsü
kuruyoruz” diye açıklamalar yapanları da tanımıştım. Onlar da Hopalı Faik
Efendi ve İskender Tzitaşi’yi tanımıyorlardı. Böyle olunca da kimlik
mücadelelesinin önemini kavrayamıyorlardı; çizgilerini savunamıyorlardı. Laz
kimliğinin mücadelesi vermekten çok, köye ve çocukluklarına özlem duygularıyla
hareket ediyorlardı. Aslında bu özlem ve duygularını dile getirmek için basına
“Laz Vakfı, Laz Enstitüsü kuruyoruz” diye açıklamalar yapmaları gerekmiyordu!
Basına çok büyük lâflar etmelerine rağmen, kimilerinin ne bu büyük lâfların
içini dolduracak donanımları ne de medenî cesaretleri vardı. Bunlar içinden
bazıları, “Bizler Kürtler gibi bölücü değiliz,” de diyorlardı. Nitekim o
zamanlar yayınlanan Bugün Gazetesi’nin seri karşı yayınından sonra çil yavrusu
gibi dağılmışlar, değil Laz kimliğini savunmak; kendi bireysel haklarına karşı
basın yoluyla yapılan hakaret ve saldırıları bile cevapsız bırakmışlardı.
Sonraki gelişmelerden kimsenin haberi yok. Muhataplar, yirmi yıl geçmesine
rağmen, hâlâ açıklama yapmadılar.
I993’de “Ogni Dergisi”ni Çıkartıyoruz!
Bir grup
arkadaş, avukat Ahmet Hulusi Kırım’ın yazıhanesinin arka odasında, “Ogni
Dergisi’ni çıkartmak için toplantılar yapmaya başladık… Derginin fikir babası
ben, isim babası ise Mecit Çakırusta… Sonunda da, tamamı ancak altı sayı
yayınlanabilen “Ogni Dergisi”nin ilk sayısını Kasım 1993’de binbir zorluk, endişe
ve korkuyla çıkartmaya başladık. Bu süreçte hep Hopalı Faik Efendi ve İskender
Tzitaşi hakkında bilgi ve belge toplamaya çalıştım. Birgün bir okuyucudan bir
mektup geldi. Bu okuyucu, sonradan dost olacağımız ve Lazca öğrenme konusunda
kendisinden “Mektupla Lazca” dersleri aldığım Munir Yılmaz Avcı’dan başkası
değildi. Munir Yılmaz Avcı, “Ogni Dergisi”nin Mayıs- Haziran 1994 4. Sayısında
yayınlanan mektubunda şunları da yazıyordu:
“…Ben de yıllar yılı boş durmayıp birtakım
deneme yazılarımla Lazcayı yaşatmaya çalıştım. Tabii ki önceleri birtakım
semboller kullandım. Daha sonradan Tzitaşi İskenderi’nin kitabından
düzenlediğim alfabeyi ve en son olarak da “Parpali” adlı dergiden aldığım kendi
yazımızı kullanmaya başladım.”
Ardından
bir başka mektup da N. Aksoy’dan geldi. Bu mektup, “Ogni Dergisi”nin 5. sayısında
yayımlandı. N. Aksoy, “Oüitxuşeni Supara”yı Arhavi ve
Karabük’te kendisinin dağıttığını yazıyordu. Bu kitaba olan ilgim artmıştı.
Nitekim Munir Yılmaz Avcı, mektubunda sözünü ettiği bu “Tzitaşi İskenderi’nin
kitabı”nı “Ogni Dergisi”ne ulaştırdı.
Kitap “Oüitxuşeni Supara- Majurani Fila”
başlığını taşıyordu. Kitabın bir fotokopisini yaptırdım. Kitabı incelemeye,
okumaya ve anlamaya çalıştım. Kitabın yayımlanış tarihi dikkatimi çekti:
“Sohum- 1937”. Bir ara, aklıma Osman Ûamûruli’nin “Nananena” adlı kitabının
önsözünde yazdıkları geldi. Fotokopileri aradım; buldum. Oysa; Osman Ûamûruli, 1935 diyordu Lazca kitap için.
“Oüitxuşeni Supara” adlı Lazca ders
kitabının üzerindeki tarihin yanlış olması ihtimali yoktu. O halde ya Osman Ûamûruli, 1937’yi yanlışlıkla 1935 olarak
yazmıştı ya da 1935 tarihli bir başka kitap daha vardı.
Bedia
Leba, halkbilimci Wolfgang Feurstein ile bir söyleşi yapmış. Bu söyleşiyi 1994
yılında “Ogni Dergisi”nin Temmuz-
Ağustos 5. sayısında yayımladık. Wolfgang Feurstein, söyleşinin bir yerinde
Sovyetler Birliği Lazlarından İskender Tzitaşi ve Hasan Helimişi’nin adını da
anar; önemleri üzerinde durur.
İskender
Tzitaşi için ne yapılabilirdi ilk etapta?! “Ogni Dergisi”nde yayınlanmak üzere
bir duyuru hazırladım. Daha doğrusu, “İskender Tzitaşi 1. Şiir ve Öykü
Yarışması” başlıklı bir metin. Bunu açık söyleyeyim, oldu- bittiye getirdim;
iyi de oldu. Gözden kaçmış olmalı ki, 5. sayıda yayınlandı.
1994
Temmuz veya Ağustos aylarındaydı. “Ogni Dergisi”ni bir süre yazıhanesinin arka
odasında yayınladığımız avukat Ahmet Hulusi Kırım, o binadan taşınmaya karar
verir ve taşınma hazırlıklar yapar. O taşınma sırasında, arşiv olarak
kullandığı bir diğer küçük odanın da kapısı açıktır. Atılacak kimi eski
gazeteler ve evraklar yerlere saçılmış; bir köşede toplanmış. İşte o
atılacakların arasında tesadüfen Lazca bazı metinlerin fotokopiler buldum. Bu
fotokopilerden bir kısmı da Osman Ûamûruli’nin “Nananena” adlı kitabında
sözünü ettiği ve 1935 tarihini taşıyan kitaba, daha doğrusu “Alboni”ye, yani
“Alfabe”ye aitti. Aynı “Oüitxuşeni Supara” gibi “Alboni” de
İskender Tzitaşi adıyla yayınlanmıştı. “Alboni”nin atılacak o çöpler arasındaki
fotokopilerini özenle toplamaya, biraraya getirmeye çalıştım. Bulduğum bir
diğer fotokopi ise, 1929’de yine SB’de, Sohum’da yayınlanan “Mçhita Murutskhi”
(“Kızıl Yıldız”) adlı Lazca gazeteye aitti.
Düşünebiliyor musunuz; üzerine titrenmesi gereken bu fotokopiler çöplüğe
atılmış?! Lazcanın geçmişindeki çok önemli bir döneme ilişkin bu çok önemli
kitabın önemini kavramamış olanlar nasıl kimlik mücadelesi yürütebilirdi ki?
Nitekim bugün, o günkü cahiliye zihniyetinin klavuzluğunun sonuçlarını acı bir
şekilde yaşıyoruz: Laz aydınlarının her biri ayrı telden çalıyor!
“Alboni”yi Yayınlatıyorum
1994 Yaz’ında
rahmetli Mehmet Yavuz Türköz ile birlikte Abhazya’ya gittim. Ne yazık ki, orada
ne İskender Tzitaşi ne de diğer kitapları hakkında bilgi edinebildim. Aldığım
tek cevap, “Gürcüler savaş sırasında arşivimizi, kütüphanemizi yaktı,” oldu.
Abhazya’dan
döndükten sonra karar verdim; İskender Tzitaşi adını taşıyan “Alboni”yi
yayınlatacaktım. Konuyu arkadaşlara açtım. Hiçbiri bu kitabın yayınlanması
konusunda yardımcı olmaya yanaşmadı. Ne maddî ne de manevî destekte bulundular.
Pencere Yayınları’ndan, eski arkadaşım Muzaffer Erdoğdu’ya konuyu açtım.
Yayınevi teknik yardımda bulundu. Bütün masraflarını cebimden karşılayarak ilk
baskısı 1935’te Sohumi’de yapılan “Alboni”nin tıpkıbasımını 1994 yılında
İstanbul’da yaptırdım. “Alboni”, 1994 TÜYAP Kitap Fuarına yetişti; Pencere
Yayınları standında satışa sunuldu. “Alboni” özel yayın olarak yayımlandı; bir
arka kapak yazısı yazmakla yetindim. Kitabın yayınlandığını “Ogni Dergisi” 6. sayısından duyurdum. Kitabı edinme adresi
olarak Pencere Yayınları’nın adresini verdim. Dağıtım konusunda Muzaffer
Erdoğdu dayanışma gösterdi. Doğaldır ki, kitap masraflarını çıkarmadı. Olsun!
Önemli olan o zaman diliminde “Alboni”yi yayınlamaktı.
1935’te
İskender Tzitaşi adıyla yayınlanmış olan bu kitabın, “Alboni”nin tıpkı basımını
yaptırmaktaki amacım neydi?! Bir mesaj vermek istedim. Lazların bir zamanlar
Sovyetler Birliği’nde “Kültürel Hakları” vardı. Bununla Laz kimliğini yok sayan
resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerine meydan okumak istedim. İstediğim bir
başka şey ise, İskender Tzitaşi ile ilgili gerçeklerin ortaya çıkması ve bu
yolla da diğer eserlerine ulaşmaktı. Bütün bunlarla birlikte, Laz aydınlarında
bu konuda bir duyarlılık oluşmasını da amaçlıyordum. İskender Tzitaşi, Laz
kimlik mücadesi açısından önemliydi. Kişi olarak kimliğinin, mücadelesinin ve
diğer eserlerinin ortaya çıkarıması gerekiyordu. Böylelikle Türkiye’deki kimlik
mücadelesine katkıda bulunulmuş olunacaktı. Laz kimliğini Sovyetler Birliği’nde
yok sayan resmî ideoloji ve tarih tezlerinin Moskova üretmişti. Sovyetler
Birliği’nin yıkılmasıyla bu tezleri Tiflis devraldı. İskender Tzitaşi’nin ve mücadelesinin tüm
yönleriyle ortaya çıkarılması hem Gürcüstan ve hem de Türkiye’deki Laz kimlik
mücadelesine katkıda bulunacaktı. Lazların Sovyetler Birliği’nde “Kültürel
Haklar”a sahip oldukları dönemdeki bütün ders kitaplarının Türkiye’de
yayınlanması da çok anlamlı olacaktı. “Alboni”den sonra “Oüitxuşeni Supara”nın tıpkıbasımını yaptırmak için çaba
harcadım. Ancak onu yapmaya maddî gücüm yetmedi. Bu konuda destek sağlayacak
Laz aydınları henüz ortada yoktu.
Ne
İskender Tzitaşi hakkında sağlıklı bilgilere ulaşabildim ne de diğer
eserlerine. Ancak 1995 yılından başlamak üzere, “Birikim Dergisi”nin 72- 72.
“Etnik Kimlik ve Azınlıklar” dosyasına yazdığım Lazlarla ilgili uzunca makalede
olsun, Ünal Cuğ ve Hayri Ersoy’un yayınladıkları “Alaşara Dergisi”ne yazdığım
makalelerde olsun İskender Tzitaşi’ye dikkat çekmeye çalıştım. “Tarih ve Toplum
Dergisi”ne yazdığım makalelerde de bu konuya dikkat çekmeye çalıştım. “Kafkasya Yazıları” “Alboni”yi sahiplendi.
“Alboni”ye ilişkin ilginç bir tanıklık da vardır. Özcan Sapan, “Kafkasya
Yazıları”nın 1998/ 5. sayısında bir tanıklığı aktarır: “Nena Putxun, Çhara Doskidun” (“Söz Uçar, Yazı Kalır”).
Hasan Helimişi, İskender Tzitaşi’ye
Karşı Öne mi Çıkartılıyor?!
İskender Tzitaşi’yi ve mücadelesini, daha
doğrusu o dönemki Laz aydınlarının kimlik mücadelesinin açığa çıkartılması ve o
dönemde yayımlanan kitapların edinilmesi için bireysel değil, kolektif bir çaba
gerekiyordu. Ancak o yıllarda Laz aydınları henüz İskender Tzitaşi’nin önemini
kavrayamamıştı. Tam da bu dönemde Hasan Helimişi gündeme getirildi. Hasan
Helimişi’nin adını da Wolfgang Feurstein’ın söyleşisinden öğrenmiştik. Lazolog
İsmail Avcı Bucaklişi, 2000 yılında yayınlanan Mjora Dergisi’nin 1. sayısında
bizlere bir sürpriz yaptı ve Hasan Helimişi hakkında ayrıntılı bir makale
yazdı: “Romantik Bir Laz Sürgünü: Helimişi Hasani.” Makale, Hasan Helimişi
hakkında oldukça ‘doyurucu’ bilgiye sahipti. Hasan Helimişi’nin diğerleriye
beraber bir resmi de yer alıyordu. Hasan Helimişi’nin tabloları hakkında
1979’da Rusça olarak yayınlanmış bir katolog da makaleye eklenmişti. Katoloğu
Türkçe’ye Murat Papşu çevirmiş. Mjora Dergisi’nde Hasan Helimişi’nin iki şiiri
de yayınlanmıştı: “Mu Ôat E Skiri!” ( Ne Yapalım Ey Oğul!”)
ve “Onçamure” (“Dibek”).
Hasan
Helimişi, 1907’de Ortahopa’da doğmuş. Varlıklı bir ailenin çocuğu. Birinci
Dünya Savaşı sırasında muhacirlik yaşıyor. Çok genç yaşlarda TKF ile tanışıyor;
kadroları arasında yer alıyor. 1932’de Sovyetler Birliği’ne gidiyor. Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Halk Eğitim Komiserliği tarafından
Leningrad’daki Ulusal Azınlıklar Okulu’na gönderiliyor. Dans, müzik, tiyatro
gibi dallarda da eğitim alıyor. 1935’de bir tramvay kazası geçiriyor ve sağ
bacağını kaybediyor. Eğitimini tamamlayamıyor. Türkiye’ye dönemiyor. Batum’a
yerleşiyor. Ancak SBKP’deki tasfiye hareketi Hasan Helimişi’yi de etkiler.
1938’de tutuklanır. Kısa süre sonra serbest bırakılır. Ancak İkinci Dünya
Savaşı bitiminde bu kez Sibirya’ya, Tomskir’e çoluk çocuk sürgüne gönderilir.
Stalin’in ölümünden dört yıl sonra Batum’a gönderilir. Kuşkusuz Hasan Helimişi
de önemli bir kişiydi. Muhtemelen İskender Tzitaşi’yi tanıyordu ve yine büyük
ihtimaldir ki, diğerleriyle birlikte, Lazlaların Sovyetler Birliği’nde “Kültürel Haklara” sahip oldukları dönemde
aynı çalışma grubu içinde yer almıştı. Ancak İskender Tzitaşi katledilmiş,
Hasan Helimişi ise sürgünlere gönderilmişti. Aynı kadrodan Muhammed Vanilişi
ise, o dönemde hiç zarar görmemiş, üstelik önemli kadrolara getirilmişti.
Karşıki Sarp’ta Hasan Helimişi gibi en az bir düzine insan bulunduğuna kuşku
yok. Ancak Hasan Helimişi her nedense ön plana çıkarılır. Bunun da ötesinde,
Hasan Helimişi’den çok daha fazla bir öneme sahip İskender Tzitaşi hakkında
hiçbir bilgiye ulaşılamaz. Adeta Hasan Helimişi kullanılarak İskender Tzitaşi
dikkatlerden kaçırılmak istenir. Bu konuda İsmail Avcı Bucaklişi’nin değil
ancak, onu Hasan Helimişi hakkında bilgi ve belgeye boğanların bir kastı
olabilir. Nitekim Batum’da bir sokağa Hasan Helimişi’nin adı bile verilir;
adına müzik festivalleri, sergiler bile düzenlenir!
“İskender Tzitaşi Kimdi? Neden
Öldürüldü?”
İskender Tzitaşi hakkında uzunca da bir makale
yazdım. Bu makalemi “Yeni Kafkasya Gazetesi”nin 36 (1) nolu sayısında 9 Ağustos
2001 tarhinde yayımlandı. Makalemin başlığı şöyleydi: “Yazılı Laz Edebiyatının
Öncüsü İskender Tzitaşi Kimdi? Neden Öldürüldü?” Bu makaleyle de İskender
Tzitaşi’ye ve kimlik mücadelesine dikkat
çekmeye çalışmıştım. Gürcistan ve Türkiye’deki resmî ideoloji ve resmî tarih
tezleri etkiliydi. Laz aydınları da bu tezlere karşı mücadele edebilecek
donanıma hâlâ sahip değildiler. Eğer bugünkü donanım, cesaret ve kolektif
bilinç o zaman olsaydı, bugün Laz kimlik mücadelesi daha başka bir konumda
olacaktı.
İskender
Tzitaşi’nin önemi nereden geliyor? İskender Tzitaşi, Abhazya ve Acaristan’da
yaşayan ve anadilleri Lazca olan çocuklara anadillerinde öğretim konusunda
önemli adımlar attığı ve bununla da yazılı Laz Edebiyat’ının öncüsü olduğu için
önemlidir. 1920’li yılların ikinci yarısından neredeyse 1937 yılına kadar bu
alanda faaliyetlerini yürütür. İskender Tzitaşi, yalnızca yazılı Laz
Edebiyatı’nın öncüsü değil, aynı zamanda da Sovyetler Birliği Lazlarının yeni
ekonomik düzen içinde kolektif örgütlendirmelerinde de önemli bir öncüdür;
Sovyetler Birliği Laz Halk önderidir. Tabi İskender Tzitaşi bütün bu olumlu
işleri tek başına yapmamıştır. Etrafında Lazlardan ulaşan kuşkusuz bir kadro
vardı. Burada akıldan hiç uzak tutulmaması gereken ise, onun kompartiyalı
olduğu ve yönetim tarafından da desteklendiğidir. Yukarıda belirttim; daha
önceki kıt bilgilerlerimle İskender Tzitaşi’nin kimliğine ilişkin bir makale
yazdım. Daha doğrusu, konuyu irdelemeye çalıştım. Kendisini ve dolayısıyla
mücadelesini gündeme getirmeye çalıştım, günümüz Laz kimlik mücadelesinde bir
model olarak kabul edilmesini istiyordum. Bugün artık, o makalemi yazdığım
bilgi dağarcığımın çok üzerinde bir bilgiye sahibiz İskender Tzitaşi ve
yaptıkları hakkında. İrfan Ç. Aleksiva, çalışmalar yürüttü ve İskender Tzitaşi
ile ilgili bilgileri bizlere ulaştırdı.
Günümüzde Lazca Öğretimi ve Lazca İle
Eğitim
Burada 2012
içinde İrfan Ç. Aleksiva’nın desteğiyle açığa çıkan ve Türkiye’de yayınlanan
iki kitabın adını anmadan geçemeyeceğim: “Oxesaôuşi
Supara” ( Lazca “Matematik Kitabı”) ve “Çkuni Chara-
Albonişi Supara” ( “Yazımız- Alfabe Kitabı”). İskender Tzitaşi adıyla 1930’lu
yıllarda Sohum’de yayınlanan ders kitaplarından yalnızca ikisi bunlar. 1994’te
tıpkıbasımını yaptırdığım “Alboni” ve şu anda internet ortamında bulunan “Oüitxuşeni Supara- Majurani fila” ile birlikte İrfan Ç.
Aleksiva’nın yayınlanmasına katkıda bulunduğu diğer iki kitap Lazcanın yetmiş
sene önce eğitim ve öğretim dili olduğunu göstermektedir. Bu yönüyle de
İskender Tzitaşi’nin eğitimciliği günümüze de önemli bir örnek teşkil
etmektedir. Günümüzün Laz aydınlarının İskender Tzitaşi’den öğrenecekler çok
şey var. İskender Tzitaşi’nin önemi yeni yeni kavranıyor ve eserleri de yeni
yeni burada yayımlanıyor. Yalnızca yayınlanan eserleri değil, aynı zamanda da
İskender Tzitaşi’nin yazdığı mektuplara da ulaşıyoruz. Artık İskender
Tzitaşi’nin üzerindeki sis perdesi de kalkıyor. Sovyet Ansiklopedisi’ne yazdığı
“Lazlar ve “Lazca” maddelerinden de haberdarız artık. Bütün bu bilgilerin açığa
çıkmasına öncülük eden İrfan Ç. Aleksiva’ya çok şey borçluyuz.
Burada
eğitim emekçisi ve yazar Hasan Uzuhasanoğlu’nu da anmak gerekiyor. Kendisi bu
öğretim yılında anadil sınıfı açılması için yörede çaba göstermiştir. Velilerin
dilekçe vererek okullarda Lazca anadil dersleri açılması konusunda duyarlılık
göstermelerine önderlik etmiştir. Nitekim anadil sınıfı açılması için yeterli
sayıda dilekçe verilmiş ancak henüz müfredat hazır olmadığı için Lazca anadil
dersleri bu yıl verilememiştir. Ümit ederiz, Laz aydınları son deklarasyon
konusunda gösterdikleri hassasiyeti “Lazca Anadili Müfredat” konusunda da
gösterirler de, müfredatı M.E.B Talim Terbiye Kurulu’na sunarlar ve takipçisi
de olurlar. Ancak bu bir veya iki kişinin imzasıyla değil bu konuya kafa yoran
bütün Laz aydınlarının imzasıyla gerçekleştirilmelidir. Yılmaz Avcı ve ben standart A1 ve A2 formatında Lazca bir
müfredat programı hazırladık…“Lazca Anadil Dersleri Sınıfları”,yalnızca
Lazların tarihsel olarak yaşadıkları yörelerdeki okullarda değil, Batı’daki
“Muhacir Köyleri”nde de, İstanbul’da da açılmalıdır; açılabilir. Bunun için Laz
aydınları, şapkalarını önlerine koyup düşünmelidir.
Çeşitli
kurumlarda Lazca ders verenler de aralarındaki iletişimi geliştirmelidir.
Birbirlerinin ne yaptığından haberdar olmalıdırlar. Birbirlerinden
öğrenecekleri çok şey var. Bütün bunları neredeyse otuz yıllk tecrübe ve
birikime sahip bir yabancı dil öğretmeni olarak söylüyorum. Örnek vermek
gerelirse, Kocaeli’de kurulu Sima Vakfı’nda Lazca dersleri veren Munir Yılmaz
Avcı ile dayanışma gösteriyoruz. Munir Yılmaz Avcı, bir anlamda bana
danışmanlık yapıyor. Ne zaman başım sıkışsa, onu hemen yanında görüyorum.
Burada verdiğim dersler, Aka-der yetkililerinin talebi üzerine ders materyali
olarak yayınlanacak.
İskender
Tzitaşi’nin çizgisine yaklaştıkça, Laz aydınlarının dayanışma göstererek
kolektif bilinçle Laz Kimliğini yaşatma mücadelesini güçlendirdikleri
görülmektedir. Ondan uzaklaştıkça da Laz kimliği, Laz dili ve bunlar için
mücadeleden uzaklaşılmakta konu, ego tatmin aracı olarak kullanılmaktadır. İşte
bu sebepledir ki, TRT 2004’te Lazca radyo- televizyon yayını yapmadığı zaman
da, bu öğretim yılında Lazca okullarda seçmeli ders olamadığında da Laz
aydınları varlık gösteremediler. Laz aydınlarının öncelikle yapmaları gereken,
ego ve siyasî yaklaşımlarını bu konuda bir yana bırakarak biraraya gelerek
kimlikleri için neler yapmaları, neleri yapabilecekleri konusunda birlikte
çalışmalarıdır.
İskender
Tzitaşi Abhazya ve Acaristan Lazları Halk önderidir. 1930’lu yıllarda haksız
yere tasfiye edilmiş ve katledilmiştir. Artık itibarı iade edilmelidir. Bu
konuda hem Tiflis’e hem de Sohum’a görev düşmektedir.
Laz
Kimliğini yaşatma mücadelesi son derece ciddî bir konu. Laz kimliğini yaşatma
denilince de öncelikle İskender Tzitaşi çizgisinde buluşmak gerekir. İskender
Tzitaşi, Lazca gibi anadillerinin kozmopolit kent hayatında nasıl yaşayacağına
ilişkin olarak bizlere seksen yıldan beri ışık saçmaya hâlâ devam ediyor.
Geçmişte
hem Türkiye’de hem de Sovyetler Birliği’nde Lazca ile eğitim vermek gerekiyordu.
Bu kısmen kısa bir süre SB’de uygulandı. Türkiye’de ise, Lazca hiç güzel günler
görmedi; yok edilmeye çalışıldı. Günümüzde ise, Lazcayı hem öğretmek hem de
Lazca ile eğitim- öğretim yapmak gerekiyor. Bu konuda çaba göstermesi
gerekenler ise, Laz aydınlarıdır. Bütün bunlar iki-üç kişinin altından
kalkabileceği işler değil; kişisel donanım, cesaret ve kolektif duruş ve
bilinci gerektiriyor. Bu konularda Laz aydınları, küçük burjuva kendini
beğenmişlikleri ve dar grupsal taassubu terk edip ciddî işleri birlikte
yapmanın yollarını aramalıdırlar. Yoksa tarih onları lânetliyecektir. İzlenecek
çizgi bellidir, kuşkusuz İskender Tzitaşi’nin çizgisi.
Katılım
ve katkılarınız için teşekkür ederim.
İskender Tzitaşi ile İlgili Önerilen
Okumalar:
-Ali İhsan
Aksamaz (1997): “Kafkasya’dan Karadeniz’e Lazların Terihsel Yolculuğu”,
Çiviyazıları Yayınevi, İstanbul.
-Ali İhsan
Aksamaz (2000): “Lazlar”, Sorun Yayınları, İstanbul.
-Ali İhsan
Aksamaz (2011): “Laz Aydınları ve Sorumluluk”, Sorun Yayınları, İstanbul.
-Ali İhsan
Aksamaz (2011): “Doğu Karadeniz’de Resmî İdeolojiler Kuşatması”, Belge
Yayınları, İstanbul.
-Ali İhsan
Aksamaz (2012-13): “Makaleler”, www.lazca.org, www.yusufbulut.com
-İskender
Tzitaşi (1994): “Alboni” (“Alfabe”), (Tıpkıbasım, yayına hazırlayan: Ali İhsan
Aksamaz, İstanbul.
-İskender
Tzitaşi (2012): “Oxesapuşi Supara” (“Lazca Matematik Kitabı”), (Tıpkıbasım,
sözlük; yayına hazırlayan: İrfan Ç. Aleksiva), Geoaktif Yayınları, İstanbul.
-İskender
Tzitaşi (2012): “Çkuni Öara-
Albonişi Supara” (“Yazımız- Alfabe Kitabı”), (Tıpkıbasım, sözlük; yayına
hazırlayan : İrfan Ç. Aleksiva), Laz Kültür Derneği, İstanbul.
(*) 14 Nisan 2013 Pazar günü Kadıköy
Aka-der’de “Lazuri Mektebi” tarafından düzenlenen “İskender Tzitaşi’den Bugüne Lazca Eğitimi”
başlıklı paneldeki sunum metnimdir.
Ali İhsan Aksamaz, “Laz
Kimlik Mücadelesinde İskender Tzitaşi’nin Önemi” Aka-der, Kadıköy, Kadıköy, 14
Nisan 2013
aksamaz@gmail.com
https://www.youtube.com/watch?v=P7gMkKCC-j8
aksamaz@gmail.com
https://www.youtube.com/watch?v=P7gMkKCC-j8
https://shangulishialiihsanaksamaz.blogspot.com/2019/11/osmanlinin-son-donemindeki-siyasi-parti.html