25 Kasım 2019 Pazartesi

TÜRKİYE'NİN ANADİLİ ZENGİNLİĞİ




TÜRKİYE'NİN ANADİLİ ZENGİNLİĞİ


GİRİŞ

Anadil, siyasî değil insanî bir konu. Ancak; bir anadilin yaşaması veya yok sayılarak yeryüzünden silinmesi siyasî kadroların sorumluluğundadır. Bugüne kadar birçok anadil tanımı yapılmıştır; yenileri de yapılabilir. Ben, burada, konumuz ile bağlantılı anadil terimini Türkiye’de, Türkçe dışında konuşulan ve yerel olan diğer anadiller ile ilgili olarak kullanıyorum. Türkiye’deki anadil konusunu ise, esas olarak iki dönemde ve yerellik açısından incelemenin doğru olacağını düşünüyorum. İlk dönem 1920’lerin ikinci yarısından başlar ve 1950’lere kadar devam eder. İkinci dönem ise bu tarihten DSP-MHP-ANAP Hükümetinin bu anadiller ile ilgili en son düzenlemeleri yaptığı 25 Ocak 2004 tarihine kadar sürer. Anadili, bu iki dönem içinde ve yerellik açısından değerlendirmek konuyu çıplak gözle görmemize, değerlendirmemize ve çözüm yolları üretmemize yardımcı olacaktır.

Bu ilk dönemde, Türkiye’deki üretim çoğunlukla günlük hayatı sürdürmeye yöneliktir; nafaka ekonomisi ilişkileri hâkimdir. Yine bu dönem, özelliği gereği içine kapanıktır. Bu durum ise, yerelliğin sürdürülmesini sağlar. Dolayısıyla da yerellik, o yerellikteki anadilin konuşulması, kuşaktan kuşağa aktarılması ve korunmasını sağlamıştır. Bu yerelliğin içine doğan bir çocuk, meyvelerin adlarını; gökyüzü, güneş, bulut, ay, yıldızlar, toprak, suyu; “ayıplı- ayıpsız” bütün organlarının adlarını; tohum ve yenilen yemekleri; üretim ve üretirken kullandıkları aletlerin adlarını; görülen, kavranan her şeyi; inanç, doğum, ölüm, korku, sevinç, kavga, aşk ve dostluk, imeceyi anadil ile öğrenir. Çocuk anadil ile şekillenir. Çevresini tanımaya, anlamaya ve kendisini ifade etmeye başlar; üretime katkıda bulunur.

1920’li yılların ilk yarısına kadar, anadili olan bir yerelliğe sahip insanlar doğmuşlar, yaşamışlar ve ölmüşler. Nesiller devam etmiş. Anadilleri doğum, yaşam ve ölümde kendilerini ifade etmeye yetmiş. Yerellikte tek dillilik, yerelliğin anadili büyük ölçüde hâkimdir. Ne var ki, 1920’li yılların ikinci yarısından itibaren her şey değişmeye başlar. Bu değişikliğin en büyük acısını da çocuklar çeker.

Türkiye’nin taraf olduğu Lozan Antlaşması ile bazı Hıristiyan ve Musevîlerin kültürel hakları güvence altına alınmıştı. Ancak; Devlet İstatistik Enstitüsünün, İslam Azınlık Dilleri adını verdiği anadiller sahipsizdi. TKF’nin 1926 Programı anadil konusuna şöyle yaklaşıyordu: “...TKF… Halk Fırkasının Müslüman azınlıkları zorla Türkleştirmek, Hıristiyan ve Musevî azınlıkları da ezmek siyasetine her vasıtayla karşı koyar... TKF, onlar için hukukta tam bir eşitlik; dillerini kullanmak ve kültürlerini yayma ve eğitim konularında tam bir serbestî... talep eder. (Madde 11)”



TANIKLIKLAR

Burada, o dönemde öğrenci kişilerin tanıklıklarından aktarmalar yapacağım. Bu tanıklar, o dönemde bir yerellikte yaşamaktaydı ve anadilleri ise Lazcaydı. 1924 doğumlu M. Recai Özgün ve 1926 doğumlu Mecit Çakırusta.

Arhavili M. Recai Özgün şunları anlatıyor: “…Otuzlu yıllarda okullarda Temizlik ve İntizam Kolu, Kızılay Kolu... gibi isimlerle çalışma kolları oluşturulurdu... Bunlar arasında “Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu” diye bir kol daha vardı. Ben dördüncü ve beşinci sınıfta iken bir müddet bu kolun başkanlığını yaptığımı hatırlıyorum... Bu işi... faydalı olduğuna inanarak yapardık. Çünkü talebeler de öğretmenler de Laz kökenli idiler ve Türkçeleri meramlarını ifade edemeyecek kadar bozuktu...“

“Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu”ndaki faaliyetlerime bir anlam veremezdim. Çünkü okulda tamam; Lazca konuşanlara ihtarımı yapardım, ama eve gelince, köye çıkınca hiç Türkçe bilmeyen babaannem, dedem, komşuma hiç etkili olamıyordum. Hal böyle olunca, onlarla ben de Lazca konuşuyordum... Bir çocuğun ikiyüzlü gelişmesinde felâket etkili olacak bir uygulama. Ayrıca onlara, “Lazca konuşmayın” demek, “Siz hiç konuşmayın” anlamına geliyordu. Çünkü Lazcadan başka dil bilmiyorlardı. Böyle bir teklif, onların aklımızdan şüphelenmelerini gerektiriyor ve şaşkın şaşkın gülmelerine vesile oluyordu. Bu çok büyük bir çelişki idi. Çocuk ruhumda oluşan bu çapraşık duygular, beni konunun nedenlerini anlamaya doğru iterdi ama hiçbir izah tarzını da bulamazdım. Bu konudaki pozisyonumu iki yüzlülük imiş gibi algılardım ve hatırladığıma göre utanır ve sıkılırdım.”


Ardeşenli Mecit Çakırusta şunları söylüyor: “… 1930’lu yıllarda ilkokul tahsilimi… yaptım… Okulda Lazca konuşmak yasaktı. Yalnızca okulda değil, dışarıda da konuşulmayacaktı. Bunun tespiti için de, talebeler arasında görevliler vardı. Öğretmen, Lazca konuşanları tespit edip kendisine isimlerini getirenleri ödüllendiriyor ve talebeleri ispiyonculuğa teşvik ediyordu. Lazca konuşanları da -yine talebelere yaptırdığı- özel fındık ağacından çubuklarla avuçlarını kırbaçlıyordu veya parmaklarımızı birleştirip tırnaklarımıza cetvelle vuruyordu. Bu tutum ve davranışın bana yaptığı psikolojik tahribatın yaşam boyu uzun zamanımı aldığını, bu aşağılanma, suçluluk ama bu suç ve yabancılık bende hep var olacaktı. Üstümden atamayacaktım…”


1939 doğumlu olan Hopalı Yılmaz Avcı’nın da hatırladıkları şöyle: “ ... Okullar açıldığı gün öğretmenimizin okulda Lazca konuşmayı yasaklaması ile beraber bizim de en önemli iletişim kaynağımız kesilmiş oldu. Ancak teneffüslerde, öğretmenden uzak olduğumuz noktalarda kontrollü olarak Lazca konuşabiliyorduk… Tabi bu arada yakayı suçüstü ele verenler de mutlaka cezalarını çekiyorlardı. (...) O büyük mücadele sonunda, öğretmenin galip geldiğini söylemeye her halde gerek yok !

1944 doğumlu Fındıklılı Nurdoğan Demir’in, o yıllara ilişkin olarak yazdıkları ise şöyle: “…O yaşımda başka bir dilin varlığını bile bilmiyordum. Lazca konuşmayacaktım da ne konuşacaktım ki? Yoksa biz, hani şu öğretmenlerimizin konuştuğu dilden mi konuşacaktık? Öğretmenler Türkçeyi bana göre çok güzel konuşuyorlardı. Açıkçası imreniyorduk. Ama o dilden bildiğimiz on kelimeyi geçmiyordu ki, nasıl olacaktı bu iş? O zamanlar bizim için “Lazca konuşma” demek, “Hiç konuşma” demekle eşti. İlk zamanlar adeta ağzımız kilitlenmişti. Dilsiz kalmıştık… “


TEK PARTİ DİKTATÖRLÜĞÜ


Yerellikteki bir anadile karşı işlenen bu ve benzeri insanlık suçlarını işleyenler bu cesareti, CHP’nin tek parti diktatörlüğünün yönetim anlayışından almıştır. CHP’nin tek parti diktatörlüğü, günlük hayatı sürdürmeye yönelik nafaka ekonomisi ilişkilerinin hâkim olduğu ve farklı anadillerin konuşulduğu yörelerde ulusal sanayinin kapitalist üretim ilişkilerini ve kurumlarını geliştiremedi. Yerel üretim ilişkilerini tasfiye edemedi. Bu sebeple de dilsel ve kültürel farklılıkları doğal bir yok oluş sürecine sürükleyemedi. Bunun yerine dilsel ve kültürel farklılıkları doğal olmayan bir yol ile yani resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri ile ortadan kaldırmaya çalıştı. Burada iki CHP milletvekilinin, partilerinin görüşünü yansıtan düşüncelerini sizin ile paylaşmak istiyorum.

Bunlardan ilki CHP Manisa Milletvekili M. S. Toprak. 1938 yılında verdiği kanun tasarısı çarpıcı bir örnek oluşturuyor. Bu tasarı, Türk vatandaşlarının evlerinin dışında umuma açık yerlerde, her zaman Türkçe konuşmalarını, aksi takdirde 1- 7 gün arasında hapis ve 10 ile 100 kuruş arasında para cezasını öngörüyordu. Bunların diplomalarına da el konulacak ve doktorluk, öğretmenlik ya da gazetecilik yapamayacaklardı. Ceza olarak toplanan paraların bir bölümü de ihbarcılara ödül olarak dağıtılacaktı. Yine bu tasarıya göre Türkçe bilmeyen Türk vatandaşları bir yıl içinde Türkçeyi öğrenmeye mecburdu. Yoksa onları Türk vatandaşlığından çıkartılmak bekliyordu.

CHP Antalya Milletvekili R. Kaplan’ın Mecliste yaptığı konuşma ise şöyle: “... Bazı unsurlar pek arsızca hareket ederek Türk milletinin diline hürmet etmiyorlar. Evlerinde istedikleri dili konuşabilirler. Fakat umumi yerlerde... bir kısım Türk vatandaşının konuştuğu Türkçe değildir. Ey vatandaş, eğer Türk vatandaşı isen Türk diline saygı göster. Karşındaki Türkleri de rencide etme…”

Siyasî otoriteyi elinde tutan CHP’nin tek parti diktatörlüğü, Türkiye’nin anadillerini yok saydı ve bunların yok edilmesi için de elden gelen her şey yapıldı. CHP 9. Bürosu tarafından, 1940’lı yıllarda hazırlanan bir rapor, bu anadillere yaklaşımı açıkça gözler önüne sermekle kalmıyor, siyasî otoritenin bu anadillere karşı olan tavrını da özetliyor. Bu rapor, anadilleri Türkçeden başka olan, ancak küçük gruplar halinde yaşayan Müslüman yurttaşları konu ediyor. Toplu halde yaşadıkları için kendi dil ve geleneklerini koruyan bu topluluklar potansiyel tehlike olarak anılıyor. Örneğin Lazların sınır boylarından iç kesimlere kaydırılması, toplu yaşamalarına engel olunması, bunun mümkün olmadığı hallerde en zengin ve verimli köylerden başlayarak buralara yüzde elli oranında Türk yerleştirilmesi ve okullar açılması öneriliyordu.

Oysa bu yıllarda; Türkçeyi de kendi anadilini de iyi bilen, kendisine güvenen, kendisi ile barışık, çevresi ile uyumlu, üreten, sağlıklı ve mutlu vatandaşlar yetiştirilebilir; bugünküne benzemeyen bir vatan kurulabilirdi. 1 Ocak 1929 tarihinde çalışmalara başlayan Millet Mektepleri ile çözüm üretilebilirdi. Ayrıca; o dönem müttefikimiz olan Sovyet ülkesinin desteği alınabilirdi. Sovyet ülkesinin yanı sıra ülkemizde de konuşulan Abazaca, Adığece, Kabardeyce, Karaçaylı-Balkarlıca, Osetçe, Çeçence, İnguşça, Avarca, Lazca vd. Genç Yazılı Diller alanında tecrübesi olan Sovyetlerin desteği, Türkiye’nin anadil konusunu çözmek için büyük bir fırsattı.


1950: YENİ BİR DÖNEM

CHP’nin tek parti diktatörlüğü, toplumsal hayatın hemen her alanında derin yaralar açtı. Öyle ki, 1950’de iktidarını kaybeden CHP, toplum ruhunda açtığı yaralar ile sonraki dönemlerde de etkisini sürdürdü. CHP sonrası dönemde, bu yaraların bazıları sarılmaya çalışılsa da, anadil konusu hiç gündeme gelmedi; akla gelmedi; sahiplenilmedi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan yeni saflaşma ve ardından gelen Soğuk Savaş dönemi toplumsal dokuda meydana gelmiş olan yaraları gizlemek ile kalmadı; bu yaraları derinleştirdi; yeni yaralar açtı.

Gelişmeye başlayan kısmî sanayileşme ve taşımaya çalıştığı arabesk kapitalist hayat tarzı ile birlikte; üretimsel, kültürel ve dilsel içine kapanıklıkları koruyan ve onlarla devamlılığını sağlayan yerellikler de bulundukları yörelerin özelliklerine göre, hızlı veya daha yavaş bir çözülme sürecine girdi. Bu yerelliklerden iş, sağlık ve tedavi için büyük şehirlere gidiş ve gelişler fazlaştıkça; bu yerelliklerde Türkçe okuma-yazma oranı yükseldikçe, gazete, radyo ve televizyon yaygınlaştıkça, yerelliğin çözülme süreci daha da hızlandı. Bu çözülmeler ise, anadillerden uzaklaşmayı, anadillerin çözülme sürecini getirdi. Bir anadilin konuşanlarının sayısı ve konuşulduğu yörenin sanayileşme bölgesine uzaklık veya yakınlığı o dilden uzaklaşma ve çözülmenin derecesini belirledi. Daha az yorucu, daha fazla kazançlı ve sosyal haklar sağlayan modern hayat ile tanışma, yerellikten hızla kurtulup büyük kentlere göç etmeyi hızlandırmakla kalmadı, yerellikte de yerellikten kurtulma gibi bir paradoksal durumu yarattı. Kişi; doğduğu, ürettiği, karnını doyurduğu, doğa ile bütünleştiği, algıladığı ve düşündüğü gibi değil, ışıltılarına özendiği, ama ne olduğunu bilmediği bir hayata kavuşmak için çabalıyordu. Kapitalizm bunu dayatıyordu; kişi buna eklemlenecekti. Modern hayata ulaşma duygusu, kişide bir an önce yerellikten kurtulmayı tetikledi. Fakirliğinin sebebi olarak da, yaşanılan yörenin geri kalmışlığının sebebi olarak da, İstanbul’a ulaşamayıp hemencecik “büyük adam” olamamasının sebebi olarak da belki kişi anadilini görüyordu. Oysa İstanbul’da mezarı bile olmayacaktı.

Böyle bir süreçten geçilerek Soğuk Savaş döneminin sonuna, 1991 sonlarına ulaşıldı. Bu, yeni bir dönemin başlangıcıydı. Hâlâ ayakta kalmayı başarabilmiş anadiller bulunuyorsa; hâlâ konuşanları varsa ve tutarlı savunuculara sahiplerse, korunabilir, geliştirilebilir ve geleceğe taşınabilirdiler.


TÜRKİYE’NİN ANADİLLERİ

Türkçe, gündelik hayatta ortak anlaşma dilimizdir. Türkçe, Osmanlı ülkesinin de ortak anlaşma diliydi; Hıristiyan, Musevi veya Müslüman vatandaşlar Türkçenin yanı sıra kendi anadillerini de konuşuyordular; kullanıyordular. Çok dillilik, Osmanlı ülkesinden Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal etmiştir.

Günümüzde çok kesin sayılarını bilemiyoruz. Ancak, ülkemizde onlarca anadilin konuşulduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunca anadilin konuşulduğu bir ülkede, resmî kurumlar, bu dillerle ilgili özgün dilsel materyal derleme çalışması yapmadı; yapmıyor. Bunu bırakalım; Türkiye’de konuşulan anadillerin envanter çalışmasını yapan resmî bir kurum bile bulunmuyor. Siyasî otoritenin konuya yaklaşımı böyle olunca, iyi niyetli bazı kişilerin bu konuda yaptığı çalışmalar fanteziden öteye geçemiyor, ilgi görmüyor ve katkı sağlayamıyor. Bu çalışmaların, reaksiyoner güçler tarafından düşmanca karşılandığını da unutmamalıyız. Türkiye’nin anadillerine karşı büyük bir umursamazlık ve iki yüzlülüklere tanık oluyoruz.

Bugün gelinen noktada, Türkiye’nin anadilleri çeşitli yönleri ile tam bir bilinmezlik içindedir. Bu bilinmezliğin esas sebebi, hiç kuşku yok, siyasî otoritenin konuya baştan beri yanlış yaklaşmış olmasıdır. Öte yandan, çeşitli sivil girişimciler ise, anadil konusuna sağlıklı yaklaşamamış ve uygun çözüm yolları bulamamıştır. Çünkü konu çeşitli yönleriyle tartışılamamıştır; tartışılamamaktadır. Bu tartışmaların önündeki en önemli engel artık siyasî otoritenin olumsuz tavrı veya yasal engeller değil. Sıkıntı büyük ölçüde anadil konusunun tartışılmaya çalışıldığı terimlerden kaynaklanmaktadır. Bir yandan siyasî iradenin uzun süreli olumsuz tavrı ve bu tavrın hâlâ devam eden etkileri, bir yandan bu sebeple anadil konusunda kurumsal kültürel bir yaklaşımın oluşamaması, bir yandan sorunun doğru terimlerle tartışılamaması Türkiye’nin anadilleri konusuna çözüm üretilememiş olmasının başlıca sebepleridir. Bu çözümsüzlüğün bir diğer sebebi ise, Türkçe dışındaki bir anadilin savunuculuğuna soyunan bazı sivil girişimcilerin, her anadilin aynı değerde olduğunu kabul etmeme ile bir anadilin şovenizmine saplanmalarıdır. Bir anadili bildiği iddiası ile o anadilin hamisi kesilen bazı kimseler ise, Türkiye’nin anadil zenginliğinin önündeki en ciddi engellerden bir tanesini oluşturuyor. Bunların; anadilleri korumak, geliştirmek ve gelecek kuşaklara kurumsal olarak aktarmak gibi bir vizyon ve misyonları bulunmamaktadır; bütün yaptıkları bu anadiller üzerinden çeşitli şekillerde nemalanmaktır. Öte yandan, anadil konusu söz konusu olduğu zaman, bu çeşit toplantılara konuşmacı olarak çağrılan, siyasî otoriteye karşı duruşlarıyla da tanınan, konu kıdemlisi bazı akademisyenler, ithal terimleri kullanmaları, çeviri metinlerden yaptıkları uzun aktarma ve uygunsuz örnek göstermeleri ile anadil konusunun etrafında dönüp dolanmakta; konunun tartışılmasına ve çözüm yollarının bulunmasına katkıda bulunmak şöyle dursun, kafaları daha da karıştırmaktadırlar. Bir türlü sahaya inmek akıllarına gelmemektedir.

Devlet İstatistik Enstitüsü’nün, anadil sonuçlarını açıkladığı son nüfus sayımı 1965’de yapılandır. Türkiye’de konuşulan diller şöyle sınıflandırıyordu:

A. Türkçe
B. “İslâm Azınlık Dilleri”: Abazaca, Acemce, Arapça, Arnavutça, Boşnakça, Çerkezce, Gürcüce, Kürtçe, Kırmanca, Kırdaşça, Lazca, Pomakça, Zazaca
C. “Diğer Azınlık Dilleri”: Ermenice, Yahudice, Rumca
D. “Anglo Sakson Dilleri”: Almanca, Flamanca, İngilizce
E. “Latin Dilleri”: Fransızca, İspanyolca, İtalyanca
F. “Slav Dilleri”: Bulgarca, Çekçe, Hırvatça, İsveççe, Lehçe, Romence, Rusça, Sırpça
G. “Diğer Diller”: Bilinmeyen

DİE’nin “İslâm Azınlık Dilleri” olarak adlandırdığı anadillerin dışında da anadillerin bulunduğunu belirtmeliyim. Türkiye’deki nüfus sayımlarında hiçbir zaman dikkate alınmayan benim şimdi adlarını hatırlayabildiğim anadilleri şöyle: Pontusça, Hemşince, Ubıkhça, Vaynakhça (Çeçen-İnguşça), Asetince (Osetçe), Avarca, Lezgice, Kumukça, Gazi Kumukça (Lakça), Dargice, Karaçay(lı)-Balkarya(lı)ca, Uygurca, Tatarca, Kırgızca, Kazakça, Özbekçe, Nogayca. Ayrıca aynı kaderi paylaşan Süryanice de unutulmamalı.


VE GÜNÜMÜZ

Soğuk Savaş sonrası dönemde, ülkemizin anadil konusunun tartışılması ve çözümüne katkı sağlayabileceği düşüncesi ile Batı dillerinden birçok makale ve kitap Türkçeye tercüme edildi. Ancak ne yazık ki, kaş yapayım derken göz çıkarıldı; çok kötü çeviriler ile birlikte bir sürü uygun olmayan terim ya aynen ya da tercüme olarak Türkçeye girdi.

Anadil tartışmalarında karşımıza birçok terim çıkıyor. Bir terimler kargaşası görülüyor. “Eğitim” mi? “Öğretim” mi? “Öğrenim” mi? “Eğitim- öğretim” mi? “Ana dil” mi? “Anadil” mi? “Anadilde öğretim” mi? “Anadil öğretimi” mi? “Anadilde eğitim-öğretim” mi? “Anadil eğitim-öğretimi” mi? “Yerel dil mi”? “Konuşanları sayıca (daha) az diller” mi? “Etnik dil” mi? “Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçeler” mi? “Kavim dili” mi? “Azınlık dili” mi? “Yöresel dil” mi? “Diğer halkların kendi dilleri” mi? “Yörenin dili” mi, “Yöredeki nüfus çoğunluğunun dili” mi? “Yörenin anadili” mi? “Yok sayılan anadiller” mi? “Yasaklanan anadiller” mi?

Konumuz olan dilleri belirtmek için “Türkçe Dışındaki Anadiller”, bu dillerin desteklenmesi çalışmalarında ise “Anadil Öğretimi”, “Anadil Öğrenimi Hakkı” ifadelerini kullanmanın doğru olduğuna inanıyor; böyle kullanılmasını öneriyorum.

Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde DSP-MHP-ANAP Hükümetinin hazırladığı “Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun”un (Kanun no: 4771; Kabul tarihi: 03.08.2002- Resmi Gazete: 09.08.2002- 24841) yürürlüğe girmesinin ardından, “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkındaki Yönetmelik” (Resmi Gazete: 20.09.2002- 24882) ve “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınları Hakkındaki Yönetmelik” (25.01.2004 -25357) de yürürlüğe girdi.

Kuşkusuz bu önemli bir gelişmeydi. Ancak; yasak savma kabilinden bir uygulama olduğu hemen anlaşıldı. “Türkçe Dışındaki Anadiller” değil de “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçeler” gibi bir ifadenin kullanılması konuya nasıl bakıldığının ipuçlarını veriyor. Dikkat edilirse, “Öğretilmesi” değil “Öğrenilmesi” ifadesi kullanılmış. Örneklerini verdiğim uygulama ve yok saymalardan sonra bu “öğrenilme” nasıl olacak? Bu vb. sorular cevapsız bırakılıyor. Bu anadiller ile bağlantılı olarak kullanılan “dil” ve “lehçe” nedir? Bir anadilin, dil mi lehçe mi olduğuna kim karar verir?

DSP-MHP-ANAP Hükümetinin ilgili yasa ve yönetmeliklerde yaptığı değişikliklerin ardından, yapılan resmî açıklama ile TRT’nin yalnızca Boşnakça, Arapça, Kırmançi, Çerkezce ve Zazaca radyo ve televizyon yayını yapacağı duyuruldu. Beş anadildeki radyo ve televizyon yayınları, 7 Haziran 2004 Pazartesi günü Boşnakça ile başladı. Yapılan resmî açıklamaya göre, Boşnakça, Arapça, Kırmançi, Çerkezce ve Zazaca TRT’nin sırasıyla yayın yapacağı dillerdi. TRT’nin bu anadillerdeki yayınları; içerik, süre, yayınlandıkları saatler vd. açılardan eleştirilebilir. Ancak öncelikle üzerinde durulması gereken konu, yayın yapılacak dillerin sayısının neden beş ile sınırlandırıldığıdır. TRT, Kırmançi, Zazaca, Boşnakça, Arapça ve Çerkezceyi hangi kıstasları göz önünde bulundurarak yayın yapmak için seçti? Bunu bilemiyoruz. TRT’nin, DİE’nin verilerini dikkate alarak bu dilleri belirlediği düşünülebilir. Anadillere ilişkin soruların en son 1985 nüfus sayımlarında sorulduğunu biliyoruz. DİE’nin anadil sonuçlarını açıkladığı en son sayım ise 1965’tekidir. 2000 yılında yapılan son nüfus sayımlarında ise, anadile ilişkin soru sorulmadığına göre; TRT, 1965 nüfus sayımı anadil verilerini mi dikkate aldı? Şimdi 1965 nüfus sayımı anadil verilerine bir bakalım: Anadili ve ikinci dili olarak Boşnakçayı 57.209 kişi; Çerkezceyi 106.960 kişi ve Arapçayı 533.264 kişi konuşuyordu. Yine aynı yıl verileriyle Lazcayı 81.165 kişi; Gürcüceyi 79.234 kişi; Pomakçayı 57.372 kişi; Arnavutçayı 53.520 kişi ve Abazacayı ise 12.399 kişi anadili veya ikinci dili olarak konuşuyordu. Bu rakamlar, TRT’nin bir anadilini, konuşanının sayısına göre değerlendirmediğini gösteriyor. O zaman TRT’nin kıstası neydi? Bunu hiç öğrenemedik. Eğer TRT, Anadolu’ya göçmen dilleri, yani Boşnakça ve Çerkezceyi dikkate alıyorsa, diğer göçmen dilleri olan Abazaca, Arnavutça ve Pomakçayı da dikkate almalıdır. Eğer TRT, Anadolu’da yerli dilleri, yani Kırmançi, Zazaca ve Arapçayı dikkate alıyorsa diğer yerli diller olan Lazca, Gürcüce vd. dilleri de dikkate almalıydı.

TRT’nin bu beş anadilde yaptığı yayınlar birçok açıdan eleştiriye muhtaçtır. Bu yayınlar, siyasî otoritenin, Türkiye’nin anadillerini tanıdığını ifade etmesi anlamında önemlidir. Ne var ki, TRT ayrımcılık yapmıştır. TRT, haksızlık yaptığı ve görmezlikten geldiği diğer anadiller ile ilgili yeni bir adım atmayı düşünürse, bizlerden destek görebileceği gibi, Hemşince için Ermenistanlı; Pontusça için Yunanlı; Vaynakhça (Çeçen-İnguşça), Avarca, Lezgice, Kumukça, Gazi Kumukça (Lakça), Dargice, Karaçay(lı)-Balkarya(lı)ca, Tatarca, Nogayca ve Çerkezce için Rusya Federasyonundan; Kırgızca için Kırgızistanlı; Kazakça için Kazakistanlı; Özbekçe için Özbekistanlı; Uygurca için Çinli; Pomakça için Bulgaristanlı; Acemce için İranlı; Arapça için Suriyeli; Arnavutça için Arnavutluklu; Gürcüce, Lazca, Osetçe ve Abazaca için Gürcistanlı dilbilimciler ve radyo ve televizyon programcılarından destek arayabilir.


ÖNERİLER

Konuya taraf olan vakıf, dernek ve kişilerin de içinde yer alacağı özerk yapıdaki bir “Anadillerini Planlama Kurumu” nüve olarak bu anadil çalışmalarını yürütebilir. Anadiller ile ilgili bütün çalışmaları tek elden yürütecek böyle bir kurum öncelikle oluşturulmalıdır. Bu kurum, anadillere ilişkin olarak demokratik özlü ve telâfi edici genel bir yönetmelik hazırlamalıdır. Bu bağlamda, anadil konusu, anlaşılır ve bizim olan terimlerle tartışılmalı ve bu alanda bir literatür oluşturulmalıdır.

Öncelikle, Türkiye’nin diğer anadilleri envanteri çıkarılmalıdır. Bu yapılırken, yalnızca Türkçe ile hiçbir akrabalığı olmayan anadiller değil, Azerice, Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Tatarca, Uygurca gibi diller de dikkate alınmalıdır. Biliyoruz ki, nüfus sayım sonuçlarında adı geçen anadillerin en az iki katı anadili Türkiye’de konuşulmaktadır; bunlar, ad olarak ve kullanıldıkları yöreler olarak tespit edilmelidir. Oluşturulacak ilgili komisyonlar bu anadilleri için Latin alfabesine dayanan alfabeleri oluşturmalıdır. Ardından da, ilk aşamada en az on bin kelimelik temel Türkçe kelime dağarcığı tespit edilmeli ve buna göre bu anadillerin sözlükleri oluşturulmalıdır. Bu sözlükler (varsa diğer alfabeleriyle ve) Latin alfabesine dayalı alfabeleriyle yayınlanmalıdır. İlk etapta ilköğretim birinci sınıf öğrencilerinin düzeylerine uygun masal kitapları ve çizgi filmler radyo ve TV yayınlarında da kullanılabilecek şekilde hazırlanmalıdır.

Bütün bunlarla eşzamanlı olarak, bu anadillerle ilgili çalışmaları yürütecek, yani; masal kitapları, ilköğretim öğrencilerinin düzeylerine göre “sosyal bilgiler” ve “fen bilgisi“ vb. kitapları, çizgi filmler, tiyatro eserleri, radyo- TV programlarını hazırlayıp sunacak, gazete ve dergileri yayınlayacak personelin yetiştirilmesi sağlanmalıdır. Bu personelin yetişmesinde, bu anadillerle ilgili ve/veya çalışmalar yapan komşu ülkelerin akademik personelinden de faydalanabilir.

Gerek personel yetiştirilmesi gerekse de yazılı, görsel, işitsel vb. her türlü materyalin hazırlanmasındaki bütün harcamalar, kuşkusuz ilgili devlet kuruluşları tarafından karşılanmalıdır.


SON SÖZ

Bu anadiller, 1950’lere kadar esas olarak Türkiye’nin belirli bölgelerindeki yerelliklerinde konuşuluyorken, günümüzde Türkiye’nin hemen her yerinde konuşulmaktadır. Bu durum mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Bu anadiller gündeme geldiğinde kimileri bu dilleri “bölücülük” sebebi olarak lânse etmeye çalışıyor. Kimileri de bu anadil tartışmalarını “Kürtçe” üzerinden yapıyor. Bu anadiller, ne “bölücülük” sebebidir ne de “Kürtçe” Türkiye’nin, Türkçe dışındaki tek anadilidir. Anadil, 1930’lu yıllarda büyük ölçüde pedagojik bir konuydu. Günümüzde ise hem hâlâ bir pedagojik sorun hem de bir insan hakları konusudur. Bu hakkı, isteyen vatandaşlarının hizmetine sunmak ise sosyal devletin önemli görevleri arasındadır. Binlerce yıllık bir geçmişe sahip olan ve son seksen yıldaki her türlü olumsuz şarta rağmen, günümüze ulaşabilme becerisini gösteren bu anadiller, ister yüz kişilik bir köyde konuşuluyor olsun, isterse de çok daha fazla insan tarafından toplu veya dağınık çok daha geniş yerleşim birimlerinde yaşatılıyor olsun aynı eşitlikte geleceğe taşınma hakkına sahiptir.



FAYDALANILAN BAŞLICA KAYNAKLAR:


- Akar, Rıdvan (1998): “Bir Bürokratın Kehaneti Ya Da ‘Bir Resmî Metinde Planlı Türkleştirme Dönemi”, Birikim, sayı 110, Birikim Yayıncılık, İstanbul.
- Aksamaz, Ali İhsan (2003): “Doğu Karadeniz’de Resmî İdeolojiler Kuşatması, 1. Baskı, Sorun Yayınları, İstanbul.
- Aksamaz, Ali İhsan, vd. (2005): “Anadilde Eğitim ve Azınlık Hakları, 1. Baskı, Sorun Yayınları, İstanbul.
- Aydın, İsmail (1997): “Siyasî Parti ve Hükümet Programlarında Eğitim- Öğretim& Öğretmenler (1908- 1997), 1. Baskı, Eğitim Sen Yayınları Güncel Sorunlar Dizisi, Ankara.
- Avcı, Yılmaz (2002): “Türkçeyi Nasıl Öğrendik?”, Yeni Kafkasya Gazetesi, sayı 3, İstanbul.
- Bul, Melahat (2000): “Lazca ile Mücadele Kolu Başkanlığından Laz Kültürünün Araştırılmasına Uzanan Bir Yol: M. Recai Özgün“ Mjora, Sayı 1, Çiviyazıları, İstanbul.
- Demir, Nurdoğan (21.02.2007): “Hayde Biga Ezdi Jile Bulurt”, www.lazuri.com
- Dündar, Fuat (1999): “Türkiye Nüfus Sayımlarında Azınlıklar”, Doz Yayınları, İstanbul.
- “Kardeşine Lazca Mezar Taşı Dikti” (30.11.2007): www.pazar53.com
- “Misyonumuz” (2006): www.kolkhoba.org
- Özgün, M. Recai (2003): “Okulda Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolundaydım”, Yeni Kafkasya Gazetesi, sayı 8, İstanbul.
- Türkiye İhtilâlci İşçi Köylü Partisi Davası Savunma (1974): 1. Baskı, Aydınlık Yayınları, İstanbul.
- “TBMM Lazca Yazılan Dilekçeyi Ek Olarak Kabul Etti” (16.12.2006): Faik Aksamaz’ın Dilekçesi, Star Gazetesi.



Ali İhsan Aksamaz, Türkiye’nin Anadili Zenginliği  

(Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Hizmet Kulübü 6. İnsan Hakları Sempozyumu, 27 Aralık 2007 Perşembe - saat 14: 00, Demir Demirgil Salonu (ÖFB) “Anadil Öğrenimi Hakkı ve Öğretimi” konulu sempozyuma sunulan tebliğ)

aksamaz@gmail.com









“Romani nç̆aralobaşi irişen ʒ̆oxlemxtimu noʒ̆ile ren!”

      “Romani nç̆aralobaşi irişen ʒ̆oxlemxtimu noʒ̆ile ren!”     [ Goʒ̆otkvala : Ma A. Cengiz Bukeri doviçini dido ʒ̆anapeş ʒ̆oxle...