25 Kasım 2019 Pazartesi

Şu Bizim Sahipsiz Lazca





Şu Bizim Sahipsiz Lazca







კართა ნენა ქიანას ქოღირს
K̆arta nena kianas koğirs
Tüm diller eşit derecede değerlidir



 
            Lazca ve Megrelce, Kolkh dili olarak da bilinen “Zanca”nın iki diyalektidir. Lazca, tarihsel olarak Rize'nin Pazar (Atina), Ardeşen (Art̆aşeni), Çamlıhemşin (Vija), Fındıklı (Viʒ̆e), Artvin'in Arhavi (Arkabi) ve Hopa (Xopa), Borçka ilçelerinde; Gürcistan / Acaristan'ın Batumi kenti civarında; Abhazya'da ve Doksanüç Harbi'nden (1877- 1878) sonra Osmanlı yönetimi dışında kalan ve savaştan etkilenen diğer bölgelerden göç ederek Akçakoca, Karamürsel, Sapanca, Yalova vb. muhacir köylerinde topluca ve dağınık olarak yaşayanlar arasında konuşulmaktadır. Günümüzde, Lazcayı kaç kişinin konuştuğuna somut bilgiler bulunmamakta, verilen rakamlar tahminden öteye geçememektedir. Konuşanlarının sayısı ne kadar olursa olsun, Lazca da ülkemizin anadillerinden bir tanesidir.



Nafaka Ekonomisi Ve Kapitalist-Emperyalizmin Lazcaya Etkisi


Bilinmeyen zamanlarda Lazcanın ortaya çıkması, gelişmesi ve yaşamasını, kuşkusuz bu dili konuşanların, o zamanlar yaşadıkları yerellikteki üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkileri belirlemiştir. O dönemlerdeki üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkileri Lazcayı yaşatmış, bu ilişkiler Lazca üzerinden yürümüştür. Böylelikle doğa, insan, üretim ve bunlarla bağlantılı diğer ilişkiler Lazcayı yaşatmıştır. Paganlık ardından Hıristiyanlık ve ardından gelen Müslümanlık;  üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkilerine, dolayısıyla da Lazcaya ötesinden berisinden bir şeyler vermiş, bir şeyler alıp götürmüştür.
Nafaka ekonomisi ilişkilerinin hakim olduğu ve bununla birlikte kara ulaşımının çok zor ve bazen imkansız olması, Lazcayı kendi coğrafyasında ayakta tutan önemli faktörlerdendir. 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Lazcanın konuşulduğu yörenin Osmanlı Ülkesine katılması ve İslamlaşma sürecinin başlaması, Lazcayı yaşatan nafaka ekonomisi ilişkilerinde önemli bir değişikliği meydana getirmedi. Ancak iki-dillilik prosesi başladı. Yani; Osmanlı Türkçesi de çeşitli şekillerde yörede kök salmaya başladı.
Dönemin Osmanlı yöneticileri; ülke zenginliklerini ticaret ve sanayi sermayesinin bağımsız gelişmesi yönünde kullanılması için politikalar geliştiremedi. Osmanlı Ülkesi 18. yüzyıldan itibaren, emperyalizmin güdümüne girdi. Böylece ülkemiz Batılı kapitalistlerin bir ham madde deposu, pazarı ve askeri gücü haline geldi. Osmanlı yönetimi, farklı halkların kültürel otonomi taleplerine cevap verecek, onları bir arada tutacak politikalar da geliştiremedi. Bunun yerine özgürlük mücadelelerini kanla boğmaya çalıştı. Osmanlı yönetimi, doğru politikalar üretemediği için de, yönetimi altındaki kimi halkları çeşitli
emperyalistlerin safına atmış oldu.
Çeşitli emperyalistlerin Osmanlı Ülkesine el koyması ve emperyalistler arası saflaşmalarla birlikte ortaya çıkan yeni sosyal olgular, Lazcayı ve Lazcanın konuşulduğu tarihsel bölgeleri de etkilemeye başladı. Mesela Osmanlı-Rus Savaşları, Doğu Karadeniz yöresinde tarihsel olarak konuşulan Lazcayı derinden etkiledi; o yörede Lazcayı konuşanların seyrelmesine sebep oldu. Lazcayı konuşanların tarihsel olarak toplu yaşadıkları yöredeki azalmaları üzerinde durulması gereken çeşitli olumsuz gelişmelere yol açmıştır. 





Lazcayı Yazmak, Lazca Yazmak


Hıristiyan bir geçmişi de olan Lazcanın ilk yazılı geçmişi ve bunun araştırılmasına ilişkin bilgilerimiz çeşitli sebeplerden şimdilik yetersiz ve eksiktir. Kuşkusuz Fransız Devrimi’nin Osmanlı Ülkesine etkileri yerel diller alanında da görüldü. Bu bağlamda Anadili Lazca olan aydınlar da bu gelişmelerden etkilendiler. Burada, Lazcanın son yüzyılına ilişkin edinebildiğimiz bilgileri paylaşmak mümkün. Osmanlı Ülkesinde Lazcaya ilişkin çalışmalar konusunda karşımıza çıkan isim Hopalı Faik Efendi’dir. Hopalı Faik Efendi, Sultan 2. Abdülhamit döneminde Lazca Alfabe oluşturmak için girişimlerde bulunur. Çalışmaları hoş karşılanmaz. Tutuklanır. Zindana atılır. Çalışmaları yakılır.
Geçmişte Lazca üzerine çalışma yapan ve eserler ortaya koyan yabancılar arasında  Alman Georg Rosen, Rus Nilolay Marr, Alman Friedrich Kluge, Fransız Georges Dumézil’in adları öne çıkmaktadır.  Georg Rosen’in kısa bir Lazca Gramer çalışması vardır. Nilolay Marr’ın Lazca Gramer çalışması ve eklindeki sözlük, bugüne kadar yapılmış en kapsamlı ve en ciddi akademik çalışmadır. Friedrich Kluge, Birinci Dünya Savaşı sırasında alan çalışması yaparak Lazca metinler derlemiştir. Fransız dilbilimci Georges Dumézil’in 1937’de Paris’te yayınlanan “Contes Lazes” adlı çalışması  ile  1967’de yine Paris’te yayınlanan “Documents Anatoliens Sur Les Langues et Les Traditions Du Caucase, IV : Récits Lazes en Dialecte d'Arhavi (Parler du Şenköy)” adlı Lazca derleme çalışmaları dikkat çekicidir. Bu yabancı dilbilimciler, “akademik” saikle hareket etmiş ve çalışmalarını akademisyenlerin hizmetine sunmuşlardır. Fakat Georges Dumézil’in belirttiğim her iki çalışması üzerinde durulması gereken özelliklere sahiptir.



Sovyetler Birliğinin İlk Yıllarında Lazca


            “Akademik” saiklerin dışında, “anadil öğretimi” amacıyla karşımıza çıkan ve bizim bilebildiğimiz Lazca ilk kitap “Alboni”dir, yani Alfabe. 72 sayfadan oluşan bu kitap ilkokul birinci sınıf öğrencileri için hazırlanmış. Ön kapakta basıldığı yer ve tarih olarak ‘Abazastaniş Jumhuriyetişi gamamşqumala-Sokhumi,1935’ ibaresi yer alıyor. Yazarı İskender Ʒ̆itaşi. “Alboni”den sonra Sovyetler Birliği’nde yayınlanmış ve bizim edinebildiğimiz bir diğer kitap da İskender Ʒ̆itaşi imzalı ve “Oitxuşeni Supara” adını taşımaktadır. 85 sayfadan oluşan ve ilkokul ikinci sınıf öğrencileri için hazırlanmış bu kitabın ön kapağında da şu ibare yer alıyor: Sokhumi- Abazastanişi devletiş gamamşqumala, 1937. 1929 yılında Lazca olarak yayınlanmaya başlayan “Mç̆ita Muruntskhi”, yani “Kızıl Yıldız” adlı Lazca gazetede yayınlanan bazı haberlerin izi sürüldüğü zaman, Sovyetler Birliği’nde esas olarak Acaristan ve Abhazya’da Lazca anadil derslerinin de bulunduğunu görüyoruz. Lazca anadil derslerinde okutulan, Lazca ders kitapları Latin alfabesine dayalı Laz alfabesi ile hazırlanmış.
            Sovyet Yönetiminin, Acaristan ve Abhazya’daki Lazca anadil derslerine ilişkin bu uygulamaları, ne yazık ki kısa sürdü ve 1940’lara varmadan Lazca anadil dersleri iptal edildi. Ancak Tiflis’te, Sovyetler Birliği döneminde, çeşitli “saiklerle” ve “akademik” amaçlarla da olsa, içinde Lazca gramer analizleri ve çeşitli derleme metinleri de içeren, bizim bilebildiğimiz  bir kaç kitap daha yayınlanmıştır. Elimizde bulunan bu kitaplar şunlar:

Arnold Çikobava’nın 1936 tarihli “Ç̆anuri Gramat̆iuli Anazili”, Sergi Jiğent̆i’nin 1938 tarihli “Ç̆anuri T̆ekst̆ebi”, İrine Asatiani’nin 1974 tarihli “Ç̆anuri (Lazuri) T̆ekst̆ebi”, Guram K̆art̆ozia’nın 1974 tarihli “Lazuri T̆ekst̆ebi”, Natela Kutelia ve  Sergi Cikia’nın katkı sundukları “Lazuri P’aramitepe” ve  yine Guram K̆art̆ozia’nın 1993 tarihli “Lazuri T̆ekst̆ebi”. Bu çalışmalar Latin alfabesi ile değil, Gürcistan’da kullanılan “Kartuli Anbani” ile yayınlanmıştır.

            Bugün bir karşılaştırma yaptığımızda, Lazca konuşanların en önemli bölümü Türkiye’de, bunların da hiç de azımsanmayacak bir bölümü tarihsel olarak Lazcanın konuşulduğu yörede yaşamalarına ve bu yörelerle sıkı bağlantıları bulunmasına rağmen, Türkiye’de Lazca ve Lazcaya ilişkin çalışmaların geçmişi çok yenidir. Ancak “akademik” denilebilecek bu yeni çalışmaların da, büyük ölçüde daha önce yayınlanmış çalışmalardan alıntı olduğunu belirtmekte fayda var. Kısaca söylersek, Türkiye’de Lazca’nın yazı serüveni Sovyetler Birliğinin kazandırdığı mirasla, ancak “akademik” denilebilecek anlamda yoluna devam edebilmektedir. Lazcanın kullanımı açısından da bakarsak, yine, Eski Sovyetler Birliği vatandaşı olanların çok akıcı ve düzgün bir Lazca konuştuklarını gözlemleriz.  Bir kısmı Türkiye’de diğer kısmı Acaristan, Gürcistan’da bulunan Sarp(i) köyünü örnek olarak alırsak, burada yaşayanların Rusçayı da, Gürcüceyi de Lazcayı da çok iyi bilip konuştuklarını görürüz. Bunun birçok sebebi vardır. Ancak biz şimdi, esas olarak Türkiye’de konuşulan Lazcanın durumunu sorgulamak durumundayız.



1930’lu Yıllarda Lazcanın Sovyetler Birliği ve Türkiye’deki Durumu


1930’lu yıllarda Türkiye’deki Lazca neler yaşadı?! Lazcanın bugünkü durumunu anlamak için, 1930’lu yılların ciddi olarak irdelenmesi gerekiyor. 1920’li yılların ilk yarısına kadar, anadili olan bir yerelliğe sahip insanlar doğmuşlar, yaşamışlar ve ölmüşler. Nesiller devam etmiş. Anadilleri doğum, yaşam ve ölümde kendilerini ifade etmeye yetmiş. Yerellikte tek dillilik, yerelliğin anadili büyük ölçüde hâkimdir. Üretim çoğunlukla günlük hayatı sürdürmeye yöneliktir; nafaka ekonomisi ilişkileri hâkimdir. Yine bu dönem, özelliği gereği içine kapanıktır. Bu durum ise, yerelliğin sürdürülmesini sağlar. Dolayısıyla da yerellik, o yerellikteki anadilin konuşulması, kuşaktan kuşağa aktarılması ve korunmasını sağlamıştır. Bu yerelliğin içine doğan bir çocuk, meyvelerin adlarını; gökyüzü, güneş, bulut, ay, yıldızlar, toprak, suyu; “ayıplı- ayıpsız” bütün organlarının adlarını; tohum ve yenilen yemekleri; üretim ve üretirken kullandıkları aletlerin adlarını; görülen, kavranan her şeyi; inanç, doğum, ölüm, korku, sevinç, kavga, aşk ve dostluk, imeceyi anadil ile öğrenir. Çocuk anadil ile şekillenir. Çevresini tanımaya, anlamaya ve kendisini ifade etmeye başlar; üretime katkıda bulunur.
CHP'nin tek parti diktatörlüğü 1930'larda günlük hayatı sürdürmeye yönelik nafaka ekonomisi ilişkilerinin hâkim olduğu Lazcanın da konuşulduğu yörelerde ulusal sanayinin kapitalist üretim ilişkilerini ve kurumlarını geliştiremedi, yerel üretim ilişkilerini tasfiye edemedi ve bu sebeple de Lazcayı doğal bir yok oluş sürecine sürükleyemedi. İki dilliliği destekleyecek ve geliştirecek politikalar  yerine, Lazcanın burjuva resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri ile ortadan  kaldırıldı. Bu bağlamda  asimilasyon politikaları ve baskılar uygulandı, korku havası oluşturuldu. CHP'nin tek parti diktatörlüğü, Lazcayı köye ve eve hapsetme ve sonra da yok etme politikaları uyguladı.



Pedagojik Bir Soruna Tanıklıklar…


Arhavili M. Recai Özgün şunları anlatıyor:
“…Otuzlu yıllarda okullarda Temizlik ve İntizam Kolu, Kızılay Kolu... gibi isimlerle çalışma kolları oluşturulurdu... Bunlar arasında “Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu” diye bir kol daha vardı. Ben dördüncü ve beşinci sınıfta iken bir müddet bu kolun başkanlığını yaptığımı hatırlıyorum... Bu işi... faydalı olduğuna inanarak yapardık. Çünkü talebeler de öğretmenler de Laz kökenli idiler ve Türkçeleri meramlarını ifade edemeyecek kadar bozuktu...“       
“Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu”ndaki faaliyetlerime bir anlam veremezdim. Çünkü okulda tamam; Lazca konuşanlara ihtarımı yapardım, ama eve gelince, köye çıkınca hiç Türkçe bilmeyen babaannem, dedem, komşuma hiç etkili olamıyordum. Hal böyle olunca, onlarla ben de Lazca konuşuyordum... Bir çocuğun ikiyüzlü gelişmesinde felâket etkili olacak bir uygulama. Ayrıca onlara, “Lazca konuşmayın” demek, “Siz hiç konuşmayın” anlamına geliyordu. Çünkü Lazcadan başka dil bilmiyorlardı. Böyle bir teklif, onların aklımızdan şüphelenmelerini gerektiriyor ve şaşkın şaşkın gülmelerine vesile oluyordu. Bu çok büyük bir çelişki idi. Çocuk ruhumda oluşan bu çapraşık duygular, beni konunun nedenlerini anlamaya doğru iterdi ama hiçbir izah tarzını da bulamazdım. Bu konudaki pozisyonumu iki yüzlülük imiş gibi algılardım ve hatırladığıma göre utanır ve sıkılırdım.”

Ardeşenli Mecit Çakırusta şunları söylüyor:
 “… 1930’lu yıllarda ilkokul tahsilimi… yaptım… Okulda Lazca konuşmak yasaktı. Yalnızca okulda değil, dışarıda da konuşulmayacaktı. Bunun tespiti için de, talebeler arasında görevliler vardı. Öğretmen, Lazca konuşanları tespit edip kendisine isimlerini getirenleri ödüllendiriyor ve talebeleri ispiyonculuğa teşvik ediyordu. Lazca konuşanları da -yine talebelere yaptırdığı- özel fındık ağacından çubuklarla avuçlarını kırbaçlıyordu veya parmaklarımızı birleştirip tırnaklarımıza cetvelle vuruyordu. Bu tutum ve davranışın bana yaptığı psikolojik tahribatın yaşam boyu uzun zamanımı aldığını, bu aşağılanma, suçluluk ama bu suç ve yabancılık bende hep var olacaktı. Üstümden atamayacaktım…”

1939 doğumlu olan Hopalı Yılmaz Avcı’nın da hatırladıkları şöyle:
 “ ... Okullar açıldığı gün öğretmenimizin okulda Lazca konuşmayı yasaklaması ile beraber bizim de en önemli iletişim kaynağımız kesilmiş oldu. Ancak teneffüslerde, öğretmenden uzak olduğumuz noktalarda kontrollü olarak Lazca konuşabiliyorduk… Tabi bu arada yakayı suçüstü ele verenler de mutlaka cezalarını çekiyorlardı. (...) O büyük mücadele sonunda, öğretmenin galip geldiğini söylemeye her halde gerek yok !

1944 doğumlu Fındıklılı Nurdoğan Demir’in, o yıllara ilişkin olarak yazdıkları ise şöyle:

“…O yaşımda başka bir dilin varlığını bile bilmiyordum. Lazca konuşmayacaktım da ne konuşacaktım ki? Yoksa biz, hani şu öğretmenlerimizin konuştuğu dilden mi konuşacaktık? Öğretmenler Türkçeyi bana göre çok güzel konuşuyorlardı. Açıkçası imreniyorduk. Ama o dilden bildiğimiz on kelimeyi geçmiyordu ki, nasıl olacaktı bu iş? O zamanlar bizim için “Lazca konuşma” demek, “Hiç konuşma” demekle eşti. İlk zamanlar adeta ağzımız kilitlenmişti. Dilsiz kalmıştık… “



Tek Parti Diktatörlüğü

Yerellikteki bir anadile karşı bu ve benzeri insanlık suçlarını işleyenler bu cesareti, CHP’nin tek parti diktatörlüğünün yönetim anlayışından almıştır. CHP’nin tek parti diktatörlüğü, günlük hayatı sürdürmeye yönelik nafaka ekonomisi ilişkilerinin hâkim olduğu ve farklı anadillerin konuşulduğu yörelerde ulusal sanayinin kapitalist üretim ilişkilerini ve kurumlarını geliştiremedi. Yerel üretim ilişkilerini tasfiye edemedi. Bu sebeple de dilsel ve kültürel farklılıkları doğal bir yok oluş sürecine sürükleyemedi. Bunun yerine dilsel ve kültürel farklılıkları doğal olmayan bir yol ile yani resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri ile ortadan kaldırmaya çalıştı. Burada iki CHP milletvekilinin, partilerinin görüşünü yansıtan düşüncelerini sizin ile paylaşmak istiyorum.
Bunlardan ilki CHP Manisa Milletvekili M. S. Toprak. 1938 yılında verdiği kanun tasarısı çarpıcı bir örnek oluşturuyor. Bu tasarı, Türk vatandaşlarının evlerinin dışında umuma açık yerlerde, her zaman Türkçe konuşmalarını, aksi takdirde 1- 7 gün arasında hapis ve 10 ile 100 kuruş arasında para cezasını öngörüyordu. Bunların diplomalarına da el konulacak ve doktorluk, öğretmenlik ya da gazetecilik yapamayacaklardı. Ceza olarak toplanan paraların bir bölümü de ihbarcılara ödül olarak dağıtılacaktı. Yine bu tasarıya göre Türkçe bilmeyen Türk vatandaşları bir yıl içinde Türkçeyi öğrenmeye mecburdu. Yoksa onları Türk vatandaşlığından çıkartılmak bekliyordu.

CHP Antalya Milletvekili R. Kaplan’ın Mecliste yaptığı konuşma ise şöyle:

 “... Bazı unsurlar pek arsızca hareket ederek Türk milletinin diline hürmet etmiyorlar. Evlerinde istedikleri dili konuşabilirler. Fakat umumi yerlerde... bir kısım Türk vatandaşının konuştuğu Türkçe değildir. Ey vatandaş, eğer Türk vatandaşı isen Türk diline saygı göster. Karşındaki Türkleri de rencide etme…”

Siyasî otoriteyi elinde tutan CHP’nin tek parti diktatörlüğü, Türkiye’nin anadillerini yok saydı ve bunların yok edilmesi için de elden gelen her şey yapıldı. CHP 9. Bürosu tarafından, 1940’lı yıllarda hazırlanan bir rapor, bu anadillere yaklaşımı açıkça gözler önüne sermekle kalmıyor, siyasî otoritenin bu anadillere karşı olan tavrını da özetliyor. Bu rapor, anadilleri Türkçeden başka olan, ancak küçük gruplar halinde yaşayan Müslüman yurttaşları konu ediyor. Toplu halde yaşadıkları için kendi dil ve geleneklerini koruyan bu topluluklar potansiyel tehlike olarak anılıyor. Örneğin Lazların sınır boylarından iç kesimlere kaydırılması, toplu yaşamalarına engel olunması, bunun mümkün olmadığı hallerde en zengin ve verimli köylerden başlayarak buralara yüzde elli oranında Türk yerleştirilmesi ve okullar açılması öneriliyordu.

Oysa bu yıllarda; Türkçeyi de kendi anadilini de iyi bilen, kendisine güvenen, kendisi ile barışık, çevresi ile uyumlu, üreten, sağlıklı ve mutlu vatandaşlar yetiştirilebilir; bugünküne benzemeyen bir vatan kurulabilirdi. 1 Ocak 1929 tarihinde çalışmalara başlayan Millet Mektepleri ile çözüm üretilebilirdi. Ayrıca; o dönem müttefikimiz olan Sovyet ülkesinin desteği alınabilirdi. Sovyet ülkesinin yanı sıra ülkemizde de konuşulan Abazaca, Adığece, Kabardeyce, Karaçaylı-Balkarlıca, Osetçe, Çeçence, İnguşça, Avarca, Lazca vd. Genç Yazılı Diller alanında tecrübesi olan Sovyetlerin desteği, Türkiye’nin anadil konusunu çözmek için büyük bir fırsattı.



Soğuk Savaş Yılları


CHP’nin tek parti diktatörlüğü, toplumsal hayatın hemen her alanında derin yaralar açtı. Öyle ki, 1950’de iktidarını kaybeden CHP, toplum ruhunda açtığı yaralar ile sonraki dönemlerde de etkisini sürdürdü. CHP sonrası dönemde, bu yaraların bazıları sarılmaya çalışılsa da, anadil konusu hiç gündeme gelmedi; akla gelmedi; sahiplenilmedi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan yeni saflaşma ve ardından gelen Soğuk Savaş dönemi toplumsal dokuda meydana gelmiş olan yaraları gizlemek ile kalmadı; bu yaraları derinleştirdi; yeni yaralar açtı.

Gelişmeye başlayan kısmî sanayileşme ve taşımaya çalıştığı arabesk kapitalist hayat tarzı ile birlikte; üretimsel, kültürel ve dilsel içine kapanıklıkları koruyan ve onlarla devamlılığını sağlayan yerellikler de bulundukları yörelerin özelliklerine göre, hızlı veya daha yavaş bir çözülme sürecine girdi. Bu yerelliklerden iş, sağlık ve tedavi için büyük şehirlere gidiş ve gelişler fazlaştıkça; bu yerelliklerde Türkçe okuma-yazma oranı yükseldikçe, gazete, radyo ve televizyon yaygınlaştıkça, yerelliğin çözülme süreci daha da hızlandı. Bu çözülmeler ise, anadillerden uzaklaşmayı, anadillerin çözülme sürecini getirdi. Bir anadilin konuşanlarının sayısı ve konuşulduğu yörenin sanayileşme bölgesine uzaklık veya yakınlığı o dilden uzaklaşma ve çözülmenin derecesini belirledi. Daha az yorucu, daha fazla kazançlı ve sosyal haklar sağlayan modern hayat ile tanışma, yerellikten hızla kurtulup büyük kentlere göç etmeyi hızlandırmakla kalmadı, yerellikte de yerellikten kurtulma gibi bir paradoksal durumu yarattı. Kişi; doğduğu, ürettiği, karnını doyurduğu, doğa ile bütünleştiği, algıladığı ve düşündüğü gibi değil, ışıltılarına özendiği, ama ne olduğunu bilmediği bir hayata kavuşmak için çabalıyordu. Kapitalizm bunu dayatıyordu; kişi buna eklemlenecekti. Modern hayata ulaşma duygusu, kişide bir an önce yerellikten kurtulmayı tetikledi. Fakirliğinin sebebi olarak da, yaşanılan yörenin geri kalmışlığının sebebi olarak da, İstanbul’a ulaşamayıp hemencecik “büyük adam” olamamasının sebebi olarak da belki kişi anadilini görüyordu. Oysa İstanbul’da mezarı bile olmayacaktı. Böyle bir süreçten geçilerek Soğuk Savaş döneminin sonuna, 1991 sonlarına ulaşıldı. Bu, yeni bir dönemin başlangıcıydı. Hâlâ ayakta kalmayı başarabilmiş anadiller bulunuyorsa; hâlâ konuşanları varsa ve tutarlı savunuculara sahiplerse, korunabilir, geliştirilebilir ve geleceğe taşınabilirdiler. Ama nasıl?!

Soğuk Savaş sonrası dönemde, ülkemizin anadil konusunun tartışılması ve çözümüne katkı sağlayabileceği düşüncesi ile Batı dillerinden birçok makale ve kitap Türkçeye tercüme edildi. Ancak ne yazık ki, kaş yapayım derken göz çıkarıldı; çok kötü çeviriler ile birlikte bir sürü uygun olmayan terim ya aynen ya da tercüme olarak Türkçeye girdi.

Anadil tartışmalarında karşımıza birçok terim çıkıyor. Bir terimler kargaşası görülüyor. “Eğitim” mi? “Öğretim” mi? “Öğrenim” mi? “Eğitim- öğretim” mi? “Ana dil” mi? “Anadili” mi? “Anadilde öğretim” mi? “Anadili öğretimi” mi? “Anadilde eğitim-öğretim” mi? “Anadili eğitim-öğretimi” mi? “Yerel dil mi”? “Konuşanları sayıca (daha) az diller” mi? “Etnik dil” mi? “Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçeler” mi? “Kavim dili” mi? “Azınlık dili” mi? “Yöresel dil” mi? “Diğer halkların kendi dilleri” mi? “Yörenin dili” mi, “Yöredeki nüfus çoğunluğunun dili” mi? “Yörenin anadili” mi? “Yok sayılan anadiller” mi? “Yasaklanan anadiller” mi? Konumuz olan dilleri belirtmek için “Türkçe Dışındaki Anadiller”, bu dillerin desteklenmesi çalışmalarında ise “Anadili Öğretimi”, “Anadil Öğrenimi Hakkı” ifadelerini kullanmanın doğru olduğuna inanıyor; böyle kullanılmasını öneriyorum.

Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde DSP-MHP-ANAP Hükümetinin hazırladığı “Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun”un (Kanun no: 4771; Kabul tarihi: 03.08.2002- Resmi Gazete: 09.08.2002- 24841) yürürlüğe girmesinin ardından, “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkındaki Yönetmelik” (Resmi Gazete: 20.09.2002- 24882) ve “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınları Hakkındaki Yönetmelik” (25.01.2004 -25357) de yürürlüğe girdi.

Kuşkusuz bu önemli bir gelişmeydi. Ancak; yasak savma kabilinden bir uygulama olduğu hemen anlaşıldı. “Türkçe Dışındaki Anadiller” değil de “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçeler” gibi bir ifadenin kullanılması konuya nasıl bakıldığının ipuçlarını veriyor. Dikkat edilirse, “Öğretilmesi” değil “Öğrenilmesi” ifadesi kullanılmış. Örneklerini verdiğim uygulama ve yok saymalardan sonra bu “öğrenilme” nasıl olacak? Bu vb. sorular cevapsız bırakılıyor. Bu anadiller ile bağlantılı olarak kullanılan “dil” ve “lehçe” nedir? Bir anadilin, dil mi lehçe mi olduğuna kim karar verir?

DSP-MHP-ANAP Hükümetinin ilgili yasa ve yönetmeliklerde yaptığı değişikliklerin ardından, yapılan resmî açıklama ile TRT’nin yalnızca Boşnakça, Arapça, Kırmançi, Çerkezce ve Zazaca radyo ve televizyon yayını yapacağı duyuruldu. Beş anadildeki radyo ve televizyon yayınları, 7 Haziran 2004 Pazartesi günü Boşnakça ile başladı. Yapılan resmî açıklamaya göre, Boşnakça, Arapça, Kırmançi, Çerkezce ve Zazaca TRT’nin sırasıyla yayın yapacağı dillerdi. TRT’nin bu anadillerdeki yayınları; içerik, süre, yayınlandıkları saatler vd. açılardan eleştirilebilir. Ancak öncelikle üzerinde durulması gereken konu, yayın yapılacak dillerin sayısının neden beş ile sınırlandırıldığıdır. TRT, Kırmançi, Zazaca, Boşnakça, Arapça ve Çerkezceyi hangi kıstasları göz önünde bulundurarak yayın yapmak için seçti? Bunu bilemiyoruz. TRT’nin, DİE’nin verilerini dikkate alarak bu dilleri belirlediği düşünülebilir. Anadillere ilişkin soruların en son 1985 nüfus sayımlarında sorulduğunu biliyoruz. DİE’nin anadil sonuçlarını açıkladığı en son sayım ise 1965’tekidir. 2000 yılında yapılan son nüfus sayımlarında ise, anadile ilişkin soru sorulmadığına göre; TRT, 1965 nüfus sayımı anadil verilerini mi dikkate aldı? Şimdi 1965 nüfus sayımı anadil verilerine bir bakalım: Anadili ve ikinci dili olarak Boşnakçayı 57.209 kişi; Çerkezceyi 106.960 kişi ve Arapçayı 533.264 kişi konuşuyordu. Yine aynı yıl verileriyle Lazcayı 81.165 kişi; Gürcüceyi 79.234 kişi; Pomakçayı 57.372 kişi; Arnavutçayı 53.520 kişi ve Abazacayı ise 12.399 kişi anadili veya ikinci dili olarak konuşuyordu. Bu rakamlar, TRT’nin bir anadilini, konuşanının sayısına göre değerlendirmediğini gösteriyor. O zaman TRT’nin kıstası neydi? Bunu hiç öğrenemedik. Eğer TRT, Anadolu’ya göçmen dilleri, yani Boşnakça ve Çerkezceyi dikkate alıyorsa, diğer göçmen dilleri olan Abazaca, Arnavutça ve Pomakçayı da dikkate almalıdır. Eğer TRT, Anadolu’da yerli dilleri, yani Kırmançi, Zazaca ve Arapçayı dikkate alıyorsa diğer yerli diller olan Lazca, Gürcüce vd. dilleri de dikkate almalıydı.  TRT’nin bu beş anadilde yaptığı yayınlar birçok açıdan eleştiriye muhtaçtır. Bu yayınlar, siyasî otoritenin, Türkiye’nin anadillerini tanıdığını ifade etmesi anlamında önemlidir.



Lazca, Dilekçe Vermekle Yaşar Mı?

Resmi ideoloji, Türkiye’nin diğer anadilleri gibi Lazcanın yaşatılması ve geliştirilmesi ve kurumsal olarak gelecek kuşaklara aktarılmasını engellemekle kalmadı, bu dillerin geliştirilip yaşatılmasına yönelik bilgi ve tecrübe birikiminin ortaya çıkartılmasını engelledi, korkular oluşturdu.  Bunun bir sonucu da günümüzde anadiline yabancılaşan, onu aşağılayan insan tiplerinin yanı sıra, emperyalist ABD ve AB'nin ikiyüzlülüğünün bir ifadesi olan UNESCO ağzıyla konuşan ve AİHS'ne sığınmaya teşne bir aydın türünün de ortaya çıkmasına sebep oldu. Büyük şehirlerde etkili olan bu anlayış sağa sola, sonuç alamayacağını bile bile dilekçe vermekle ve basında bununla ilgili çıkan haberleri duyurmakla Lazcayı yaşatma anlamında önemli görevler yaptığına inanmaktadır. Bu ise konunun traji-komik yönünü gözler önüne sermektedir. Oysa; tılsım kolektif üretimdedir. Bunun için de bugüne kadar Lazcanın yaşama ve geliştirilmesine meşreplerince katkıda bulunmuş kişi ve kuruluşların daha fazla zaman geçirmeden ve ayrım gözetmeden bir program ve proje etrafında bir araya gelmesi ve işbaşı yapması gereklidir.  Bütün anlattıklarım, Lazcanın ne kadar sahipsiz bir dil önüne sermektedir. Ancak bütün bunlar, Lazcanın geleceği konusunda ümitsiz olduğumuz anlamına gelmemelidir.  


Sosyal Devletin Görevleri Bağlamında Anadiller


Konuya taraf olan vakıf, dernek ve kişilerin de içinde yer alacağı özerk yapıdaki bir “Anadillerini Planlama Kurumu” nüve olarak bu anadil çalışmalarını yürütebilir. Anadiller ile ilgili bütün çalışmaları tek elden yürütecek böyle bir kurum öncelikle oluşturulmalıdır. Bu kurum, anadillere ilişkin olarak demokratik özlü ve telâfi edici genel bir yönetmelik hazırlamalıdır. Bu bağlamda, anadil konusu, anlaşılır ve bizim olan terimlerle tartışılmalı ve bu alanda bir literatür oluşturulmalıdır.

Öncelikle, Türkiye’nin diğer anadilleri envanteri çıkarılmalıdır. Bu yapılırken, yalnızca Türkçe ile hiçbir akrabalığı olmayan anadiller değil, Azerice, Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Tatarca, Uygurca gibi diller de dikkate alınmalıdır. Biliyoruz ki, nüfus sayım sonuçlarında adı geçen anadillerin en az iki katı anadili Türkiye’de konuşulmaktadır; bunlar, ad olarak ve kullanıldıkları yöreler olarak tespit edilmelidir. Oluşturulacak ilgili komisyonlar bu anadilleri için Latin alfabesine dayanan alfabeleri oluşturmalıdır. Ardından da, ilk aşamada en az on bin kelimelik temel Türkçe kelime dağarcığı tespit edilmeli ve buna göre bu anadillerin sözlükleri oluşturulmalıdır. Bu sözlükler (varsa diğer alfabeleriyle ve) Latin alfabesine dayalı alfabeleriyle yayınlanmalıdır. İlk etapta ilköğretim birinci sınıf öğrencilerinin düzeylerine uygun masal kitapları ve çizgi filmler radyo ve TV yayınlarında da kullanılabilecek şekilde hazırlanmalıdır.

Bütün bunlarla eşzamanlı olarak, bu anadillerle ilgili çalışmaları yürütecek, yani; masal kitapları, ilköğretim öğrencilerinin düzeylerine göre “sosyal bilgiler” ve “fen bilgisi“ vb. kitapları, çizgi filmler, tiyatro eserleri, radyo- TV programlarını hazırlayıp sunacak, gazete ve dergileri yayınlayacak personelin yetiştirilmesi sağlanmalıdır. Bu personelin yetişmesinde, bu anadillerle ilgili ve/veya çalışmalar yapan komşu ülkelerin akademik personelinden de faydalanabilir.
Gerek personel yetiştirilmesi gerekse de yazılı, görsel, işitsel vb. her türlü materyalin hazırlanmasındaki bütün harcamalar, kuşkusuz ilgili devlet kuruluşları tarafından karşılanmalıdır.



Son Söz



Bu anadiller, 1950’lere kadar esas olarak Türkiye’nin belirli bölgelerindeki yerelliklerinde konuşuluyorken, günümüzde Türkiye’nin hemen her yerinde konuşulmaktadır. Bu durum mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Bu anadiller gündeme geldiğinde kimileri bu dilleri “bölücülük” sebebi olarak lânse etmeye çalışıyor. Kimileri de bu anadil tartışmalarını “Kürtçe” üzerinden yapıyor. Bu anadiller, ne “bölücülük” sebebidir ne de “Kürtçe” Türkiye’nin, Türkçe dışındaki tek anadilidir. Anadil, 1930’lu yıllarda büyük ölçüde pedagojik bir konuydu. Günümüzde ise hem hâlâ bir pedagojik sorun hem de bir insan hakları konusudur. Bu hakkı, isteyen vatandaşlarının hizmetine sunmak ise sosyal devletin önemli görevleri arasındadır. Binlerce yıllık bir geçmişe sahip olan ve son seksen yıldaki her türlü olumsuz şarta rağmen, günümüze ulaşabilme becerisini gösteren bu anadiller, ister yüz kişilik bir köyde konuşuluyor olsun, isterse de çok daha fazla insan tarafından toplu veya dağınık çok daha geniş yerleşim birimlerinde yaşatılıyor olsun aynı eşitlikte geleceğe taşınma hakkına sahiptir. (29 Mayıs 2009)



Faydalanılan Başlıca Kaynaklar


* Akar, Rıdvan (1998): “Bir Bürokratın Kehaneti Ya Da ‘Bir Resmî Metinde Planlı Türkleştirme Dönemi”, Birikim, sayı 110, Birikim Yayıncılık, İstanbul.
* Aksamaz, Ali İhsan (1997): “Kafkasya’dan Karadeniz’e Lazların Tarihsel Yolculuğu”, 1. Baskı, Çiviyazıları, İstanbul.
* Aksamaz, Ali İhsan (2000): “Dil-Tarih-Kültür- Gelenekleriyle Lazlar”, 1. Baskı, Sorun Yayınları, İstanbul.
* Aksamaz, Ali İhsan (2003): “Doğu Karadeniz’de Resmî İdeolojiler Kuşatması, 1. Baskı, Sorun Yayınları, İstanbul.
* Aksamaz, Ali İhsan, vd. (2005): “Anadilde Eğitim ve Azınlık Hakları, 1. Baskı, Sorun Yayınları, İstanbul.
* Aksamaz, Ali İhsan, vd. (2008): “Kültürel Zenginliğimizin Farkında Olamayışımız”,  (Sanat Estetik Politika -Kültür-Sanat Konferansı Tebliğleri), 1. Baskı,  Sorun Yayınları, İstanbul.
* Aksamaz, Ali İhsan (2009) “Lazcayı Yaşatma Mücadelesi Kapitalist Yabancılaşmaya Karşı Bir Duruş Olmalıdır”, Sorun Polemik, sayı 35, Sorun Yayınları, İstanbul.
* Aksamaz, Ali İhsan (2009) “Dilekçe Vermekle Lazca Yaşar Mı?!”, Sorun Polemik, sayı 36, Sorun Yayınları, İstanbul.
* Aydın, İsmail (1997): “Siyasî Parti ve Hükümet Programlarında Eğitim- Öğretim& Öğretmenler (1908- 1997), 1. Baskı, Eğitim Sen Yayınları Güncel Sorunlar Dizisi, Ankara.
* Avcı, Yılmaz (2002): “Türkçeyi Nasıl Öğrendik?”, Yeni Kafkasya Gazetesi, sayı 3, İstanbul.
* Bul, Melahat (2000): “Lazca ile Mücadele Kolu Başkanlığından Laz Kültürünün * Araştırılmasına Uzanan Bir Yol: M. Recai Özgün“ Mjora, Sayı 1, Çiviyazıları, İstanbul.
* Demir, Nurdoğan (21.02.2007): “Hayde Biga Ezdi Jile Bulurt”, www.lazuri.com
*Dündar, Fuat (1999): “Türkiye Nüfus Sayımlarında Azınlıklar”, Doz Yayınları, İstanbul.
* Güven, Yaşar (2009), “Ali İhsan Aksamaz: Kafkasya ve Türkiye’deki Kafkasya ile ilgileniyorum”,   Jıneps Ulusal Yaygın Aylık Siyasî Gazete, Sayı 3, İstanbul.
* “Kardeşine Lazca Mezar Taşı Dikti” (30.11.2007): www.pazar53.com
* “Misyonumuz” (2006):
www.kolkhoba.org
* “Mç̆ita Murutskhi”yi yasaklayan Bakanlar Kurulu Kararnamesi,
http://www.mavidefter.org/images/stories/oteki_tarih/mcita_murutsi.jpg
* Özgün, M. Recai (2003): “Okulda Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolundaydım”, Yeni Kafkasya Gazetesi, sayı 8, İstanbul.
* Türkiye İhtilâlci İşçi Köylü Partisi Davası Savunma (1974): 1. Baskı, Aydınlık Yayınları, İstanbul.
* “TBMM Lazca Yazılan Dilekçeyi Ek Olarak Kabul Etti” (16.12.2006): Faik Aksamaz’ın Dilekçesi, Star Gazetesi.



Ali İhsan Aksamaz, Şu Bizim Sahipsiz Lazca



( Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim Sen) tarafından 30 ve 31 Mayıs 2009 tarihlerinde Ankara’da, İnşaat Mühendisleri Odası Konferans Salonunda düzenlenen “Uluslararası Katılımlı Ana Dili Sempozyumu”nun 2. gün 4. oturumdaki konuşma bu metne dayanılarak yapılmıştır.
)


“Romani nç̆aralobaşi irişen ʒ̆oxlemxtimu noʒ̆ile ren!”

      “Romani nç̆aralobaşi irişen ʒ̆oxlemxtimu noʒ̆ile ren!”     [ Goʒ̆otkvala : Ma A. Cengiz Bukeri doviçini dido ʒ̆anapeş ʒ̆oxle...