Kimlik Mücadelesi ve Bazı Gürcü Aydınları Üzerine
Notlar
Hatırladığım kadarıyla 2010’un Nisan’ının üçüncü haftasıydı. Sorun
Yayınları’nın Cankurtaran’daki ofisine gittim. Yayınevi sahibi Sırrı Öztürk’ü
ziyaret edecektim. “İyi ki geldin,” dedi Sırrı Öztürk, “ Bir Gürcü arkadaş
telefon etti. Birazdan gelecek. Sen de bizimle olursun iyi olur. Bizimle
tanışmaya geliyor. Hem de yayınlarımızdan alıp derneklerinde satacaklarmış.”
“Amman,” dedim, “beni hiç bulaştırmayın. En iyisi ben gideyim!” “Olmaz,” dedi Sırrı
Öztürk, “Senin, benim tanıdığımız o ayarı bozuk Gürcü aydınlarından farklı bu.”
Şöyle dedim: “Bugüne kadar, Gürcü kimliği mücadelesi veren, bu uğurda ilkeleri
ve duruşu var olan bir Gürcü aydınına tesadüf etmedim. Varsa yoksa Lazlar
Gürcüdür, Lazca da Gürcücenin diyalektidir. Yayınlarında da varsa yoksa
Gürcüstan’ın resmî görüşlerini yansıtan makale ve yazılara ağırlıklı olarak yer
veriyorlar. Gürcüstan’dan gelen insanların yanında suratıma, “Megrelleri
Gürcüleştirdik, şimdi sıra Türkiye’deki Lazlarda” diyecek kadar haddini aşan
patavatsız ve besleme ruhlularına bile rastladım. Gürcüstan’a gittiklerinde de
devlet yetkilileriyle fotoğraflar çektiriyorlar. Hoş; Saak’aşvili Türkiye’ye
gelince, onun önünde gerdan kırar bir vaziyette çekilmiş fotoğrafları olanları
da biliyoruz. Sonra da bu fotoğrafları köydeki hemşerilerine fiyaka yapmak için
sağda solda yayınlıyorlar. Ben en iyisi gideyim!” “Kal,” dedi Sırrı Öztürk. Ben
de Sırrı Öztürk gibi yaşını başını almış, şunca zamanlık tanışıklığımız olan
mübarek bir insanı kıramadım. Ancak şöyle dedim: “Ben hiçbir lafa karışmam.
Sadece dinlerim. Sizlere çay servisi yaparım ancak. Bakalım, bu nasıl benim
tanımadığım Gürcü aydınlarındanmış!”
Bir onbeş- yirmi dakika geçti geçmedi. Kapının pili zayıflamış zili çaldı.
Sırrı Öztürk, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle yerinden fırladı ve kapıyı
açmaya gitti. Ben de oturduğum masanın kenarındaki dergilerden birini önüme
çektim. Gözlüklerimizi taktıktan sonra derginin sayfalarını karıştırmaya
başladım. Radikal Gazetesi’nin kitap ekiymiş. Gözüm dergide, kulağım ayak
seslerinde. Kapının açıldığını duydum. Ardından da Sırrı Öztürk’ün sesini: “Hoş
geldin Yoldaş!” Zayıf bir ses, “Hoş bulduk, Sırrı Dayı,” dedi. Koridoru
geçtiler ve benim de bulunduğum odaya yöneldiler. Hemen ayağa fırladım,
gözlüklerimi çıkardım. Elimi uzattım. “Hoş geldiniz,” dedim. Doğrusu adımı
bilinçli olarak söylemedim. El sıkıştık. Oturduk. Misafir, sandalyeye belini
tutarak oturdu. Sonradan söylediğine göre, bel fıtığı varmış. Gözlüklü, orta
boylu, zayıf, buğday tenli, bıyıksız, saçlarının ön tarafı biraz seyrek
biriydi. Çok zayıf bir sesi vardı. Üstelik bir de çok alçak sesle konuşuyordu.
Anlaşılan kibar davranmaya çalışıyordu.
Sırrı Öztürk; beni yeni gelene, onu da bana tanıştırdı: “Arkadaş, Gürcü
Kültür Derneği’nden Fazlı Kaya. Yeni gelen, nedense: “GKM başkanı,” diye ekleme
ihtiyacı hissetti. “Allah Allah,” dedim kendi kendine,” Bu adam nasıl başkan
olur?! Şu sandalyeyi bile dolduramıyor. Demek farklı maharetleri var!” Sırrı
Öztürk beni kastederek: “Arkadaş da yazarlarımızdan. Bizden bir kaç çalışması
yayınlandı. Ali İhsan Aksamaz.” Bunun üzerine Fazlı Kaya ile göz göze geldik.
Her ikimiz de başlarımızı hafifçe öne eğerek tanışmaktan ne kadar memnun
olduğumuzu ifade etmeye çalıştık.
Sırrı Öztürk ve Fazlı Kaya’nın konuşmalarına, sohbetlerine hiç müdahale
etmedim. Bir iki defa, hem her ikisine hem de kendime çay servisi yaptım. Fazlı
Kaya, elinde bir çanta ve taşımakta zorlandığını hissettiğim birkaç da ağır
poşetle gelmişti. Birden eğildi ve geldiğinde hemen masanın altına bıraktığı
poşetlerden birine hamle yaptı. Onun içinden küçük başka bir poşet çıkarttı.
Poşeti masanın üzerine koydu. Hem ben hem de Sırrı Öztürk; Fazlı Kaya’nın, o
poşeti neden masanın üzerine koyduğuna bir anlam veremedik. Çünkü ciddi ciddi
konuşurken, o poşetin, büyük bir hışırtı ile masanın üzerine konulmasındaki
amaç ne olabilirdi ki?! Neyse; poşet bir onbeş dakika kadar öyle kaldı. Bir
yandan konuşmaları dinliyor, diğer yandan da arada bir poşete bakarak içinde ne
olabileceğini tahmin etmeye çalışıyordum. Neden sonra Fazlı Kaya, poşeti eline
aldı. Onun içinden de başka bir poşet çıkardı. Allah Allah, matruşka gibi bir
şey! Fazlı Kaya, bu kez hiç beklemedi ve son poşetin içinde bir litrelik bir
vişne meyve suyu kutusunu çıkardı ve masanın üstüne koydu. Ardından, yine o
aynı poşetin içinden çıkardığı bir iki paket bisküvi de meyve suyunun yanına
bıraktı. Eli boş gelmek istememiş anlaşılan. Ancak kimyasal boyalar ve katkılar
içeren böylesi zararlı maddeleri hediye olarak getirmesine doğrusu bir anlam
veremediğimi burada belirtmeliyim.
Sırrı Öztürk, “Sizin Mustafa Yakut’dan, Fahrettin Çiloğlu’dan, Osman Nuri
Mercan’dan, İberya Özkan’dan ne farkınız var?” diye sordu. Kısa bir
duraksamadan sonra Fazlı Kaya: “Biz elitist değiliz. Gürcüstan’ın politikalarını
gözü kapalı savunmuyoruz. Hem de biz tabana inmeye çalışıyoruz.” Ardından da
yerde duran çantasını kucağına aldı. Çantadan birkaç broşür çıkardı. Birini
Sırrı Öztürk’e, diğerini bana verdi. Konuşmaya devam etti: “Biz onlardan birçok
açıdan farklıyız. Biz kimlik mücadelesi vermek istiyoruz. Biz Türkiye’de
yaşıyoruz. O sebeple burada kimlik mücadelesi vermemiz gerektiğine inanıyoruz.
Bunun çabasındayız. O adını saydıklarınızla bizim aramızda doku farkı var.” Ben
bir yandan onları dinliyor, diğer yandan da broşürü okuyordum. Derneklerinin
adı Gürcü Kültür Merkezi: “Kartuli K’ulturis Tsent’ri”.
Sırrı Öztürk, Ahmet Özkan Melaşvili ile kardeşi vasıtasıyla 1960’lı
yılların başlarında tanıştığını söyledi. Ahmet Özkan Melaşvili’nin1962 yılında
Bursa’da TİP’in kurucu İl başkanı olduğu sırada kardeşi Kadri Öztürk’ün de
TİP’in Merkez İlçe başkanı olduğunu söyledi. Ve ardında da ekledi: “O yıllarda
Bursa gibi bir ilde TİP’in İl başkanı olmak biraz bilinç, yürek ve biraz da
petka isterdi. Ahmet Özkan öyle delikanlı adamdı işte!”
Fazlı Kaya, Ahmet Özkan Melaşvili’nin bu özelliğini anlaşılan bilmiyordu
ki, Sırrı Öztürk’ün bu söyledikleri üzerine, kendisini biraz şaşırmış gördüm.
Sırrı Öztürk, sözü Çveneburi Kafkasaoji Dergisi’ne getirdi ve şöyle dedi: “
Çveneburi’nin Türkiye’de yayınlanan iki sayısına 1978’de yardımcı olduk.”
Bu söylediklerimle ilgili daha fazla ayrıntılı bilgi, Sırrı Öztürk’ün
yazdığı “Ahmet Özkan’ın Onurlu Anısına” başlıklı makalesinde de yer alıyor.
İlgilenenler Çveneburi Kültürel Dergi’nin 2005/ 2- 56-57. ortak sayısına
bakabilirler. Sayfa 17’de tanışıklıklarını ayrıntısıyla anlatıyor.
Söz, Ahmet Özkan Melaşvili’den sonra Hayri Hayrioğlu’na geldi. Sırrı Öztürk
şöyle dedi: “Diğerleri, Hayri Hayrioğlu’nu sevmiyordu. Onlardan bana dert
yanardı. Hatta şöyle derdi: ‘Sen komünistsin, ben değilim. Sen bana benim
adamlarımdan daha yakınsın. Dürüstsün.’ Hakikaten de beni çok severdi. Eşimle
birlikte, bir gece İneggöl’deki evinde bizi misafir etmişti.”
Ben de Hayri Hayrioğlu vasıtasıyla Sırrı Öztürk’ü tanımıştım. Bunu daha
önce bir yerlerde yazdım.
Fazlı Kaya, bir süre suratıma dikkatle baktı. Sonra şöyle dedi: “Ben sizi
tanıyorum.” Ben de ona dikkatle baktım. O da bana yabancı gelmiyordu şimdi.
“Ben, sizi 1993 yılında Ogni Dergisi’nin bürosunda tanıdım,” dedi. Evet, şimdi
birbirimizi hatırlamıştık. Yalnız o zaman belediyede çalışıyordu hatırladığım
kadarıyla. Üniforması vardı gibime geldi. Galiba zabıtaydı. Fazlı Kaya ile uzun
yıllar görüşememiş dostlar gibi bir ortam oluştu aramızda. Buraya kadar Sırrı
Öztürk ile Fazlı Kaya’nın konuşmalarına dâhil olmamıştım. Sordum: “Siz de
Lazlar Gürcüdür. Lazca Gürcüce’nin diyalektidir diye söylüyor munuz? Laz
kimliğini inkâr ediyor musunuz?” Fazlı Kaya, şimdiye kadar tanıdığımız hiç bir
Gürcü aydınından duymaya alışık olmadığım bir karşılık verdi: “Tövbe! Öyle şey
olur mu? Biz faşist miyiz ki, öyle diyelim?!” Kulaklarıma inanamadım. Bu adam
farklı bir şeyler söylüyordu. Ona kulak vermek gerekiyordu. Kafasında bazı
bulanıklıklar olduğunu da anlaşılıyordu. Diğerleriyle çatıştıklarını,
anlaşamadıklarını da söylüyordu.
Fazlı Kaya, Ahmet Özkan Melaşvili’yi anma toplantısı yapacaklarını söyledi.
Sırrı Öztürk’ün de anmaya konuşmacı olarak katılmasını önerdim. Hemen kabul
etti. Sırrı Öztürk de konuya sıcak baktı. Nitekim 27 Haziran 2010 Pazar günü
Ahmet Özkan Melaşvili’nin öldürülüşünün 30. yıldönümünde GKM merkezindeki anma
toplantısına Sırrı Öztürk de katıldı. Bir de konuşma yaptı. Ne acıdır ki, böyle
bir toplantı sırasında iki Gürcü aydını Mustafa Yakut ve Osman Nuri Mercan’ın benim
ve Yalçın Karadaş hakkında söyledikleri çok düşündürücüdür. Sırrı Öztürk;
Mustafa Yakut ve Osman Nuri Mercan’ın söylediklerini yazılı olarak açığa vurdu.
Bir süre sonra Fazlı Kaya kalktı. Sorun Yayınları’nın Gürcülerle ilgili
kitaplarından satın almak istedi. Adetleri söyledi. Paketler hazırlandı.
Geldiğinde elinde bazı poşetler ve çantası vardı. Şimdi satın aldığı bu
kitaplarla birlikte taşıyacağı yük neredeyse kendi ağırlığının yarısı kadar
olacaktı. Üstelik fel fıtığı olduğunu da söylemişti. Nereye gideceğini sordum.
Yayınevi’nden Sultanahmet’e oradan, Gülhane tramvay istasyonundan tramvaya
binip Karaköy’e gidecekmiş. Hava sıcaktı. Yükü ağırdı. Kendisine yardım etmeye
karar verdim: “Sırrı Amca, ben de kalkayım. Taksim’e gidecektim zaten. Hem de
bu arkadaşa yardım ederim,” dedim. Fazlı Kaya,” Zahmet etme, ben hallederim,
“demesine rağmen, ben de kalktım. Beraberce Sorun Yayınları’ndan çıktık.
“Biliyor musun?” diye sordum. Aslında sormadım. Fazlı Kaya’nın dikkatini
bir konuya çekmeye çalıştım. Yürüdüğümüz yerle ilgili bir şeyler anlatmak
istedim: “On yıl, bilemedin yirmi yıl sonra, buralarda ne tek bir işyeri ne de
ev kalacak. Bir kısmı yıkılacak, yeşil alan olup sonra da düzenlenecek. Bir
kısmı da restore edilecek. Buralar tamamen turistik bölge olacak. O zamana
kadar yaşarsak, buralara ayak bile basamayacağız. Ölürsek de mezarımız bile
olmayacak!”
Önce Topkapı Sarayı’nın Sultan Ahmet Çeşmesi tarafındaki girişine kadar
yürüdük. Oradan da eski cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün doğduğu evin de
bulunduğu Arnavut kaldırımlı yokuş yoluyla Gülhane Parkı’nın önüne indik.
Tramvay istasyonuna ulaştık. Nisan olmasına rağmen, hava oldukça sıcaktı.
Yol boyunca konuştuk. Birbirimizi tanımaya çalıştık. Temel konulardaki
görüşlerimizi birbirimize ifade etmenin yollarını aradık. Fazlı Kaya’nın ciddî,
bir şeyler yapmaya çalışan, ancak bazı konularda da kafasının karışık olduğunu
gördüm. Alan bilgisinin de biraz zayıf olduğunu belirtmeliyim. Bunlar bir yana,
kendisinde tespit ettiğim en önemli şey, samimi olması ve dürüst davranmaya
çalışmasıydı. Bu durum, bugüne kadar piyasada görmeye alıştığımız Gürcü aydını
tipinden farklıydı. Böyle Gürcü aydınları hızla çoğalmalıydı. Bunu, Fazlı
Kaya’nın kendisine de açıkça ifade ettim. Gürcü aydınlarının bir kimlik sorunu
olduğunu belirttim. Ayrıca Türkiye’de de bir kimlik mücadelesi vermeleri
gerektiğine vurgu yaptım. Fazlı Kaya da, kimlik ve kimlik mücadelesi konusunda
benimle aynı düşündüğünü ifade etti. Kimlik konusunda hassastı. Ancak konunun
içini doldurmaları ve bunu da yazılı olarak ifade ederek kendi duruşlarını
belirlemeleri gerekiyordu.
Söz döndü dolaştı yıllardır Gürcü aydını diye bildiğimiz kişilerin
yaptıklarına geldi. Bazıları hakkında öyle şeyler söyledi ki! Onları burada
aktarmak hiçbir açıdan doğru olmaz. Bir ülkenin vatandaşları, eğer kimlik
mücadelesi verme gibi bir sıkıntıları varsa, bunu o yaşadıkları ülkede
yapmalılar. Fazlı Kaya, açık yüreklilikle değerlendirmelerini benimle paylaştı:
“Kimlik mücadelesi, Gürcüstan’a gidip orada televizyonlara çıkmak ve sanki
Türkiye’deki Gürcülerin meşru temsilcisiymiş gibi itibar görmenin yollarını
aramak değil. Bizim burada bir kimlik sorunumuz var. Biz burada nasıl kendi
kimliğimizin yaşamasını bir hak görüyorsak, Gürcüstan’dak her dil yaşama
hakkına sahiptir.”
Fazlı Kaya ile Abhazya, Güney Osetya, Kafkasya, Rusya Federasyonu onların
ilişkileri gibi konularda da konuştuk. Samimi olarak görüşlerini ifade etti.
Mesela, Abhazya konusunda, Türkiyeli Abhaz ve Gürcü aydınlarının
yaklaşımlarından oldukça farklı düşünüyordu.
Fazlı Kaya, söyledikleriyle birçok konuda benimle paralel düşüncelere
sahipti. Gürcüstan eşittir Saak’aşvili düşüncesinde değildi. Bu çok önemliydi.
Ne var ki, bütün bu konularda somut olarak bu düşüncelerini ifade eden bir
metinleri, duruşları var mıydı?! Anladım ki, yok! Öyleyse söyledikleri sadece
hoş bir sohbet olarak kalacaktı! Bir kez daha belirteyim: dürüst ve samimimi
geldi bana.
Söz bir ara Lazlara geldi. LKD’nin de içinde olduğu bir platform
oluşturduklarını söyledi. Bu platformun içinde LKD üyesi Ahmet Hulusi Kırım’ın
da bulunduğunu, bu durumunun platform içinde sıkıntı oluşturduğunu, ancak Ahmet
Hulusi Kırım’ın çok kısa bir süre sonra bu platformdan ayrıldığını belirtti. Bu
sözünü ettiği platformun ne zaman kurulduğunu sorduğumda, yaklaşık bir yıl önce
oluştuğunu söyledi. Bugüne kadar bu platformla neler yaptıklarını sordum.
Verdiği cevap oldukça ilginçti. Ciddi bir şey yapamadıklarını söyledi.
Fazıl Kaya, bu yolculuğumuz sırasında çeşitli zamanlarda birkaç kez önemle
belirtti: “Bunlar bizim görüşlerimiz. Ancak GKM yönetiminde bu görüş hâkim
değil. Yönetimde benden çok farklı düşünen arkadaşlar da var!” Buradan da
anladım ki, Fazlı Kaya, bana söylediği ve benim de dinlemekten büyük bir
memnuniyet duyduğum görüşleri GKM’de tamamen etkili değil. Çizgisi, derneğine hâkim
değil. Ne var ki, bu bile önemliydi. Demek ki, artık Türkiye’deki Gürcü
kimliğini savunan ve bunun mücadelesini iradi olarak verecek insanlar da
görecektir.
Tramvaydan Karaköy’de indik. Tünele yöneldik. Tünel ile yaptığımız kısa
yolculuktan sonra Tünel’e ulaştık. Ellerimizdeki paketlerle İstiklal
Caddesi’nde yürümeye başladık. Hava sıcak ve İstiklal Caddesi de her zamanki
gibi kalabalıktı. Kimseye çarpmamak için çaba harcamak gerekiyordu.
Galatasaray Lisesi önüne, Çiçek Pasajı tarafından da Beyoğlu emniyet
Müdürlüğü’nün bulunduğu bölgeye yöneldik.
Dik bir apartmanın en üst katına çıktı. Etraf dumandan gözükmüyordu.
Kapının önünde üç-beş kişi sigara içiyordu. Kapıdan girdik. Sorun Yayınları
Büro’sundan beri taşıdığımız paketleri bir kenara bıraktık. İki yüz metre kare
civarında bir alan. Masalar, sandalyeler, duvarlarda pankartlar. Burası klasik
bir dernek havası görüntüsündeydi. Kapıya yakın bir yerde kitapların bulunduğu
bir sergi ve hemen arkasında bir çay ocağı. İçeride onbeş-yirmi kişi oturuyordu.
Konuşuyorlar.
Bir kenara iliştim. Masanın üzerinde bir yayın duruyor. Çantamdan gözlüğümü
çıkarttım, taktım ve içimden okumaya başladım.
Kısa bir süre sonra Fazlı Kaya yanıma geldi. Yanında bir genç vardı. Bizi
tanıştırdı. Nevzat Kaya’ymış. Tanıştık kısa bir sohbet ettik. Fazlı Kaya, beni
orada bulunanlara da tanıştırdı. İki-üç kişi Gürcüstanlı’ydı. Aralarında akıcı
bir şekilde Gürcüce konuşuyorlardı. Kıt Gürcücemle, Gürcüce konuşanlara kendimi
tanıtmaya çalıştım. Aramızda Gürcüce kısa cümlelerle bir diyalog oluştu. Birisi
bir çay getirdi.
Fazlı Kaya ve Nevzat Kaya ile aynı masada sohbet etmeye başladık. Fazlı
Kaya, etkinlikleri hakkında bilgi verdi. Gürcüce kursları olduğunu, halk
oyunları kursları olduğunu söyledi. Gürcüce kursları ilgimi çekti. İki
basamaklıymış. Bu kursların biri Cumartesi günü, diğeri Pazar günüymüş.
Cumartesi günü olan birinci basamak, Pazar günü olan ikinci basamakmış. Kurs
saati de 18:00 gibiymiş. Cumartesi ve Pazar günü sabah 09:00’dan 17:00’ye kadar
derslerim vardı. Hesapladım Gülhane Parkı civarındaki kurstan 17:00’de çıksam,
rahatlıkla 18:00’de GKM’de olabilirdim. “Tamam,” dedim, “ben de katılacağım.
Önümüzdeki Pazar günü geleyim.” Kursun fiyatını sordum. Fiyat makuldü. Nitekim
18 Nisan 2010 Pazar günü Manana Hanım’ın ikinci basamak kursunda yeni öğrencisi
oldum. Verdiğim kurst’tan öğrencim olan Murat ise, cumartesi günkü kursa
gelecekti.
O gün kısa bir hoş-beşten sonra arkadaşlarla vedalaşarak GKM’den ayrıldım.
Taksim’e yöneldim. Buraya gelmişken, arkadaşım Semih Dağıstanlı’yı da
ofisinde ziyaret etmeliydim. Kısa süren o ziyaretten sonra da, eve gitmek üzere
Taksim’den Topkapı’ya giden otobüse bindim.
Otobüs, Tarlabaşı’nda durakta durunca bir sürprizle karşılaştım. Fazlı Kaya
da Nevzat Kaya da otobüsteydi. İlginçti: Öğlen Fazlı Kaya ile Sorun
Yayınları’nda karşılaş, oradan onunla GKM’ye gel. Akşam da Fazlı Kaya ile bu
sefer otobüste karşılaş. Âdeta Türk filmlerindeki gibi bir şey! Yoksa kader
bizim için ağlarını mı örüyordu?! Selamlaştık. Otobüsün orta kapısı
civarındaydık. Tam sohbete başlamıştık ki, Fazlı Kaya birden Gürcüce şunları
söyledi: “ Es aris Lazi k’atsi. Çemi megobaria.” (“Bu adam bir Laz.
Arkadaşımdır.”) Doğrusunu söylemek gerekirse, Fazlı Kaya’nın neden böyle
cümleler kurduğunu önce anlayadım. Meğerse, yanlarında iki kişi daha varmış.
Onlara beni tanıştırmışmış. İki genç. Fazlı Kaya, daha sonra bana döndü: “
Sakartvelodan arian. Erti Lazi. Ertits Megreli.” (“Gürcüstan’dan. Bir Laz. Bir
de Megrel.” Şaşkınlığım daha da arttı. Gürcücem çok kıt olduğu için, Gürcüce
olarak değil de Lazca olarak: “Hoi? Entepe Okorturaşen renani? Ho, aya dido
k’ai ren. Entepe Lazuri uçkinani?” (Öyle mi? Gürcüstan’dan mılar? Evet, çok
iyi. Lazca biliyorlar mı?” Fazlı Kaya, şaşkın gözlerle bana bakıyordu. Bu
haline önce bir anlam veremedim. Neden sonra onun Lazca bilmediğini hatırladım.
Tam dediğimin Gürcücesini Fazlı Kaya’ya söyleyecektim ki, o iki gençten biri
şöyle dedi: “Moro, ho, Lazuri miçkinan!” (Tabi, evet, Lazca biliyoruz!”)
Gençlerden biri Ğvariati’denmiş, Laz olan. Diğeri ise Zugdidi’denmiş. Sanki
çok eskiden tanışıyormuşuz da, çok uzun yıllar görüşememişiz gibi konuşmaya
başladık. Fazlı Kaya, Nevzat Kaya sadece dinlemek zorunda kaldılar. Çünkü Lazca
bimiyorlardı. Dinleyenler sadece onlar değil, tıkış tıkış otobüste, sağımızda
solumuzdakiler de konuşmalarımıza kulak kabartıyorlardı. Lazlardan,
Megrellerden, Abhazyadan, Abhazlardan, Ruslardan, Tarihten konuştuk. Trafik çok
sıkışık olmasına, otobüs milim milim ilerlemesine rağmen, Çapa’ya ne zaman
geldiğimizi anlayamadım. Vedalaştık. Hastanenin önünde indim. Ğvariati’den olan
genç Tıp’ta okuyormuş. Zugdidi’den olan ise Tarih dalında mastır yapıyormuş.
Şimdi ben öyle hatırlıyorum. İlginç bir otobüs yolcuğu oldu. Ne var ki, o
gençlerle bir daha hiç karşılaşmadım.
Diyebilirim ki, yoğun bir tanışma trafiğiyle geçen o gün, hayatımda birçok
bakımdan önemli bir dönüm noktası oldu. Manana Hanım’ın öğrencisi olduğum,
yaklaşık üç aylık bir zaman diliminde yalnızca kıt Gürcücemi birazcık olsun
geliştirmekle kalmadım, aynı zamanda bir sürü insan tanıdım. Bunlarla birlikte
de hem GKM’nin efsane başkanı ünvanını şimdiden kazanmış olan Fazlı Kaya’yı hem
de genç kardeşi Nevzat Kaya’yı tanıdım. Birbirimizden o kadar çok şey öğrendik
ki, o kadar çok şey öğreniyoruz ki! O gün çok verimli oldu.
Manana Hanım’ın Gürcüce derslerde söylediklerini mümkün olduğu kadar Lazca
olarak not almaya özen gösterdim. Çok faydalandım. Bilmediklerimi öğrendim.
Kurs, işleyiş ve dersteki ilişkin konusunda ilginç gözlemlerim oldu. Tabi
bunları da yazdım. Ancak şimdi sizlerle paylaşmak istemiyorum. Yeri ve zamanı
değil.
Burada bana Gürcüce ders veren ilk öğretmenim Salome Hanım’ı da
anmalıyım. 2003’de kendisinden bir süre Gürcüce dersleri almıştım. Bir saat ben
ona İngilizce dersleri veriyordum. Bunun karşılığında da o bana Gürcüce
konusunda yardımcı oluyordu.
Pazar günleri, GKM’ye Gürcüce kursu için gidiş gelişlerim, dediğim gibi
Fazlı Kaya ve Nevzat Kaya ile sağlam bir dostluğun oluşmasına da yol açtı.
Yaklaşık yirmi yıldır Osman Nuri Mercan’ı tanırım. 1993’de bir keresinde, Ahmet
Hulusi Kırım ile birlikte kendisini ziyarete ilk ofisine gitmiştik. Onun hem
eski ve hem de şu anki mekanına en az elli defa gitmişliğim vardı. GKM’de bir
yıl gibi kısa bir sürede, oluşan dostluk ne yazık ki Osman Nuri Mercan ile şu
kadar senede oluşamadı. Ne var ki, belirtmeliyim, son zamanlarda onda da çok
hafif de olsa bir farklılık var.
Gürcüler ve Lazlar birbirine yakın iki halk. Böyle olmasına rağmen,
kendisine Laz aydını, Gürcü aydını diyenler neden birbirlerine uzaklar? Neden
kimlik mücadelesi konusunda ortak hareket etmiyorlar? Neden bir araya
gelmiyorlar? Ben bu konuya hep kafa yordum. Yıllarca önce Osman Nuri Mercan’a
olsun, İberya Özkan Melaşvili’ye olsun bu konuda önerilerim olmuştur. Gel gör
ki, bu konuda hiçbir fikir beyanları olmamıştı. Nasıl olacaktı ki?! Boyuna,
“Lazlar Gürcüdür”, “Lazca Gürcücenin diyalektidir”, “Megrelleri Gürcüleştirdik,
sıra şimdi Türkiye’deki Lazlarda” diyen “Gürcü aydınları”yla nasıl ortak
hareket edilebilirdi ki?! Türkiye’de tarihsel olarak yaşayan, yerli halk
Gürcülerin ve Çveneburilerin kimlik mücadelesini gözardı eden, onların
sosyolojik gerçekliklerini ciddiye almayan elitist takılanlarla nasıl ortak
hareket edilebilirdi ki?! Gürcüstan’da yapılmış kimi çalışmaları burada
yayınlamayı tek başına marifet sayanlarla nasıl ortak hareket edilebilirdi ki?!
Türkiye’ye resmi ziyaret için gelen Saak’aşvili ile fotoğraf çektirme ve
bunları da sağda solda teşhir etmenin derdindeki kimselerle nasıl ortak hareket
edilebilirdi ki?! Bu yaptıklarının kimlik mücadelesiyle ne alakası vardı
ki?!
Fazlı Kaya ve Nevzat Kaya ile olan dostluğumuzun, Gürcü aydınları ve Laz
aydınlarının ilkeli beraberliği için önemli bir adım olabileceğini düşündüm. Bu
düşünceyle de bu beraberlikler için toplantılar yaptık. Bu anlayış
çerçevesinde, 4 Aralık 2010 Cumartesi günü, GKM’de yapılan “Gürcü Sofrası”na
katıldım. Bir de Lazca Konuşma yaptım: “Cumalepe-dalepe; megiselamupt. Ma
miçkin, ist’oriasti uçkin Lazepe do Gurcepe renan cumalepe. Entepes uğunan
artneri k’ult’ura mara, entepes uğunan çkvadoçkva nenape. Mara andğaneri ndğas,
Turkias, nenape çkinik ğurun. var ğuran. Turkia ren dido xampa çkvadoçkva
nenapete, k’ult’urapete. var ğuran. Çkin domaç’irnan artonoba, asimilasionaşa
medgineri arto dodgitu şeni. Didi mardi gi3’umert. “ (“Kardeşler; sizi
selamlıyorum. Ben biliyorum; tarih de biliyor, Lazlar ve Gürcüler kardeştir.
Aynı Kültüre sahipler ancak farklı dilleri var. Ne var ki, günümüzde,
Türkiye’de dillerimiz ölüyor. Ölmesin. Türkiye, farklı kültür ve dillerle çok
zengin. Bunlar ölmesin. Asimilasyona karşı birlikte karşı durmak için, bize
lazım olan beraberliktir. Çok teşekkür ederim.”)
Fazlı Kaya ve Nevzat Kaya ile birlikte bir platform oluşturma konusunu
Ahmet Hulusi Kırım’a da açtım. O da konuya sıcak baktı. Nihayetinde onlardan
bir randevu aldık. 2011 Haziran’ın sonlarında Ahmet Hulusi Kırım ile birlikte
GKM’ye gittik. Dörtlü Bir toplantı yaptık. Gündemimiz; kardeş iki halkın
aydınlarının kimlik mücadelesi konusunda ortak hareket etmesiydi. Bunun için
de, içinde bulunduğumuz dernek vb. yapıların dışında bir platform oluşturulmalıydık.
Ortak bir platform oluşturma düşüncemizi ilettim. Bu platform, Laz aydınları ve
Gürcü aydınlarının ortak kimlik mücadelesi verecek. En somut önerim ise, 8
Ağustos 2011’e ilişkindi. O gün Rusya Federasyonu İstanbul Başkonsolosluğu
önünde Laz aydınları ve Gürcü aydınları olarak ortak bir basın açıklaması
yapabilirdik. Fazlı Kaya, toplantıya geç geldi. Ona toplantıyı özetledik.
Bizimle aynı düşüncede olduğunu beyan etti. Ancak ardından da hemen ekledi: “
Biz, şimdi bir platform içindeyiz. Hatta Ahmet Bey de başlangıçta o platformun
içindeydi. Bu platform varken, benzeri biraz uygun olmayabilir.”
Sordum: “Bu platform ne zaman kuruldu? İlkeleri var mı? Bugüne kadar neler
yapmayı planladınız? Hangilerini uyguladınız? Hangilerini gerçekleştirdiniz?
Yapamadıklarınızı, neden yapamadığınız konusunda fikir alış verişinde
bulundunuz mu? Bu platform, hangi bileşenlerden oluşuyor? Kurumsal kimlikler
mi? Yoksa onunla birlikte kişiler de bu platformda yer aldı mı?”
Bu sorduklarıma çok net bir cevap alamadım. Fazlı Kaya, bunun yerine GKM’yi
yürütmenin çok zor olduğun, kendilerinin çok mesaisini aldığını vurgulamayı
tercih etti. Dayanamadım sordum: “ Bu platform, 1 Mayıs’ta, 8 Mart Emekçi
Kadınlar Günü’nde, Kazım Koyuncu konusunda ne aktiviteler yaptı?” Aldığım cevap,
platformun hiçbir şey yapmamış olduğu şeklindeydi. Sonradan öğrendik ki bu
platform değil, “platform girişimi”ymiş.
Ahmet Hulusi Kırım söz aldı ve şöyle dedi: “Biz, somut öneriyle geldik.
Kardeş iki halkın aydınlarının yakınlaşmasını önemsiyoruz. Tabi başka
halklardan aydınlar da olabilir. Beraber hareket etmek ve ardından da ortak bir
yayın organı çıkarmak gibi bir öneriyle geldik. Görünen o ki, sizin
angajmanınız var. Siz durumunuz somutlaştırın, platformunuzun bileşenleriyle
görüşün. Biz durumu bildirin de, biz de ona göre işimiz bakalım.”
Fazlı Kaya, platformun daha önce iki panel düzenlediğini ve sonrasında da
hiçbir aktivite yapamadıklarını belirtti. Kendisinin de Laz aydınlarının ve
Gürcü aydınlarının ortak hareket etmelerinden yana olduğunu, ancak bunun
kurumsal kimlikle değil de bireysel katılımlarla gerçekleşmesinden yana
olduğunu söyledi: “Dernek vb. kuruluşlar adına bu tür platformlara katılmak,
yönetim kurulunda karar almakla oluyor. Bazı üyeler bu ilişkilere karşı
çıkabilir. Veya platforma katılan dernek yönetim kurulu üyeleri, yönetimden
ayrılınca, arkalarından gelen yönetim bu platforma katılmayabilir. Bu da sorun
oluşturur. Bu anlamda platforma kişiler bazında katılımdan yanayım.”
Ben ve Ahmet Hulusi Kırım, Fazlı Kaya ve Nevzat Kaya şöyle bir öneride
bulunduk: “ Siz “Kafkas-Karadeniz Platform Girişimi”nin durumu hakkında
somutlaşın ve bizimle bağlantı kurun.” Ne var ki, bugüne kadar aradan neredeyse
iki aya yakın bir zaman geçmesine rağmen Fazlı Kaya’dan net bir ses çıkmadı. Bu
da bizi çok rahatsız etti.
Dünyada, Bölgede ve Türkiye’de bir takım gelişmeler oluyor. Anayasa
tartışmalarında bizler neler düşünüyoruz? Kürt Hareketi ve uygulamalarını nasıl
değerlendiriyoruz? Emek eksenli, emekdaşlık paydalı etnik hareketler nereye
varır? “Arap Baharı” denen gelişmeleri nasıl değerlendiriyoruz?! Saddam
Yönetimi’ne karşıydık. Ancak ABD’nin Irak’a müdahalesine de karşıydık. Bütün bu
konularda neler düşünüyorduk?! Olay, olgu ve süreçleri nasıl
değerlendiriyorduk?! Kafkasya’yı nasıl görüyor ve değerlendiriyorduk?! Rusya
Federasyonu, Kafkasya, yaşananlar konusunda neler düşünmüştük?! ABD’nin Irak ve
Afganistan’da olması ile Rusya Federasyonu’nun Kafkasya’da olması aynı şey
miydi? Saak’aşvili’nin pabuçlarını yalamak en iyi Gürcü olmanın belirtisi
miydi? Neler düşünüyoruz?! Kimlik Nedir? Kimlik mücadelesi nedir? Gürcü Kimliği
nedir? Laz Kimliği nedir? Bütün bu ve benzer konularda yalnızca bir Gürcü
aydını veya bir Laz aydını olarak değil, bir insan, bu ülkenin bir aydını
olarak neler düşünüyorduk? İşte bütün bunlar konusunda kafa yoran, bir duruşu
olan, sorunlara çözüm önerileri, projeleri olan bir platforma ihtiyacımız
vardı. Yoksa şarkı da olduğu gibi, “Kapıldım bahtımın rüzgarına” misali,
işlevsiz işlerde ben kendi adıma yoktum. Birlikte olmak, dünyadaki gelişmeleri
okumak, buna göre fikir üretmek, iş üretmek ve böylece de kalıcı kazanımlar
elde etmeliydik. Onun için de ciddi olmalıydık. Dolgu malzemesi olma gibi bir
niyetimiz hiç olmamalıydı. Besleme de olamazdık. İşimiz kakara-kikiri olamazdı.
Bu sebeple de, yaşadığımız ülkenin somut gerçekliğinden hareket edecek
duruşuyla net, projeleriyle net, ciddi bir platforma ihtiyaç vardı.
Bu toplantının sonunda, 3 Temmuz’da İnegöl’de Hayri Hayrioğlu ve Hayriye
Köyü’nde de Ahmet Özkan Melaşvili’yi anma toplantısı gündeme geldi. Ben bu
anmaya katılacağımı söyledim. Ahmet Kırım ise, 3 Temmuz’daki o anmaya
katılamayacağını, aynı gün bir başka toplantıya katılacağını, o toplantıyı
kendisinin organize ettiği için katılmama gibi bir şansı olmadığını belirtti.
Toplantı bitti. Ahmet Hulusi Kırım, GKM’den ayrıldı. Ben bir süre daha orada
kaldım. Fazlı Kaya ve Nevzat Kaya ile dereden tepeden konuştuk. Küçük bir sofra
kurduk.
Önerdiğim platform çalışmasının somut bir belirtisi olarak 3 Temmuz 2011
tarihinde, İnegöl’de Hayri Hayrioğlu’nu ve Hayriye’de de Ahmet Özkan
Melaşvili’yi anmak için yapılan toplantılara katıldım. Mezarlarının başında
Lazca birer kısa konuşma yaptım. Ahmet Hulusi Kırım mesaj gönderdi. Sırrı
Öztürk’ün mesajını da onunkiyle birlikte Fazlı Kaya’ya önceden teslim ettim.
Ağustos’ a ulaştık. “Kafkas-Karadeniz Platform Girişimi” konusu henüz bir
çözüme ulaşmadı. Bu sebeple de biz 8 Ağustos 2011 tarihinde Rusya Federasyonu
İstanbul Başkonsolosluğu önünde bir basın açıklaması yapamadık. Eğer bu
“Kafkas-Karadeniz Platform Girişimi” konusu netliğe o tarihe kadar
kavuşabilseydi, Laz aydınları ve Gürcü aydınları olarak oluşturabileceğimiz
platform ile ilk aktivitemizi gerçekleştirmiş ve belki de bir farklı bir
hareket tarzı geliştirme yolunda adım atmış olabilecektik.
Son olarak; burada, bizim katılmadığımız 7 Ağustos 2011 günü Rusya
Federasyonu’nun İstanbul- İstiklal Caddesindeki Başkonsolosluğu önünde okunan
basın açıklamasına kısaca değinmek istiyorum. Basına yansıdığı kadarıyla, daha
önceden hazırlanmış basın açıklamasını Erdal Küçük adlı bir genç okumuş.
Gazetelerde de yer alan basın açıklaması, Türkiye’de yaşayan bir aydın duruş ve
duyarlılığıyla hazırlanmamış. Somut ve uygulanabilir çözüm önerileri yerine,
bildik popülist anti-Rus söylemlerinin arkasına saklanılmış. Açıkça bir Rus
düşmanlığı yapılmış. Rus halkı, politikacıların kusur ve suçlarına ortakmış
gibi gösterilmiş. Çarlık Rusyası dönemi, Sovyetler Birliği dönemi ve Rusya
Federasyonu dönemleri bir bütün kesintisizlik içinde sunulmuş. Bu coğrafya
insanlarının ortak kazanımları sanki hiç yaşanmamış gibi, bir dönem tamamen yok
sayılmış. Kuzey Kafkasyalıların Çarlık Rusyası tarafından sürgünü konusu da,
Çeçenistan'da yaşananlar da, Dağlık Karabağ konusu da samimiyetten yoksun,
entelektüel duyarlıktan uzak, popülist bir yaklaşımla basın açıklamasında yer
almış. Kafkasya’daki bütün kötülüklerin sebebi Ruslarmış gibi gösterilmeye
çalışılmış. Sorunun baştan beri Çarlık Otokrasisinde, emperyal niyetlerde,
emperyalizmde, sömürüde olduğuna hiç dikkat çekilmemiş. Halklar arasındaki
emekdaşlık dayanışması ve bu ortak payda özenle gözlerden kaçırılmış.
Saakaşvili’nin Rusya Federasyonu’na karşı ABD’yi arkasına alarak iktidarını
devam ettirmek istemesinin Abkhazya’nın da, Güney Osetya’nın da Gürcüstan’dan
kopmasında önemli bir rol oynadığı da dikkatlerden kaçırılmak istenmiş. Bu
basın açıklaması, yasak savmaktan başka bir şey değil.
Oysa; eğer Laz aydınları ve Gürcü aydınları olarak biz ortak bir platformu
oluşturabilseydik, çözüm önerileri de içeren metinlerimizle, aynı anda iki
yerde birden olacaktık: Rusya Federasyonu Başkonsolosluğu önü ve Gürcüstan
Başkonsolosluğu önü. Yetkililerle görüşecek ve her iki ülkenin devlet
başkanlarına da iletilmek üzere birer mektup hazırlayacaktık. Hem Türkiye ve
hem de Dünya Basınının dikkatini çekecektik. Bunu, birilerinden aferin almak,
onlarla hatıra fotoğrafı çektirmek ve ardından da başkalarına fiyaka yapmak
için değil, kimlik mücadelemizin bir gereği olarak yapacaktık.
Şimdi sorumlu
aramak gibi bir çabamız yok. Gel gör ki, boşuna geçen bunca zamanı ve zamanında
veremediğimiz tepkilerin hesabını tarih önünde kim verecek şimdi?!
(9 Ağustos 2011)
Ali İhsan Aksamaz
Not: Yukarıdaki makale önce demokrathaber.com' da ve sonra da "Laz Aydınları ve sorumluk" adlı kitapta yayımlanmıştır (sayfa 142-157), Sorun Yayınları, 1. Baskı, Ekim 2011, İstanbul.