Aynı anne ve babadan olan çocuklar hem doğrudan ve hem de bu anne ve babaya
akraba olanlarla kan bağıyla akrabadırlar.
Megrellerdeki akrabalık kurumu, Gürcülerdeki gibi, bir tek tohumdan gelen kişiler anlamındadır. Burada kan bağı olanların hepsinin ortak bir kökü vardır. Megrelce’deki söylenişiyle bu kök, üzerinden aile ağacının sürdüğü ve dallarına ayrıldığı "jin- j/”dir. Bir Megrele edilebilecek en insafsız beddua "skani jinjamo geşalape- da(k)” (Kökün kurusun)’dır. Sadece erkeğin kök olduğu kabul edilir.
Bütün akrabaların, tohumundan geldikleri kişi ve aynı kökü taşıyanlarca paylaşılan soyad çok eski bir akrabalığın belirtisi olarak kabul edilir. “Gvari" (soyad) sözcüğü “aynı, denk” anlamındadır. “Mogvare", bir İkincisine benzeyen aynı addır. Aynı anne ve babadan olmuş, aynı soyadı taşıyanlar iki taraflı “mojimalepe” (kardeşler)’dir ve onların oluşturdukları grup da, Avrupalıların dediği gibi bir klan, "sajimalo" veya kardeşlik olarak tanımlanır.
Şüphesiz, kardeşler arasında dişi cinsiyetten olanlar, diğer
kardeşler için kız kardeştirler ve onlarla evlenilmez. Bu kız kardeşler
gelecekteki eşlerini farklı soyadı taşıyan erkekler arasından seçmelidirler.
Yani; bu durumu evrensel olarak kabul edilen terminolojiyle açıklamak istersek,
sıkı kurallara bağlı dış evliliktir. Erkeklerin, aynı soyadı taşıyan akraba
kızlarla evlenmeleri konusu, akıllarına bile gelmeyecek noktalardandır. Sadece
farklı soyadı taşıyan kızlarla evlenilebilir.
Evlenme çağına girmiş olan bir Megrel kızı, farklı bir soyadı taşıyan bir erkekle buluşmaktan çekinir ve birbirlerine aşklarını açıklamak durumunda olduklarında bile, onunla tek başına konuşmayı uygunsuz bir davranış olarak değerlendirir. Evleneceği erkekle bir araya gelip konuşmak isteyen kız, ancak kendi akrabası bir kızın da bulunacağı ve konuşmalara aracılık yapacağı bir ortamda görüşebilir. Bu tür görüşmede başka soyadı taşıyan erkek “şxvaşturi" (yabancı)’dir. Megrel kızı, kendi köyünden bir başka köye veya farklı soyadı taşıyanların yaşadığı bir köye gittiğinde de aynı dış evlilik kurallarına uyar. Bu tür durumlarda kıza, erkek bir akrabası tarafından eşlik edilir. 10-12 yaşlarındaki erkek çocuk, kızı korumayla görevlendirilir. Bir çift evlendiklerinde, her ikisinin geldiği aileler karşılıklı akraba olurlar.
Bu iki aile akraba olduklarından, Megrel töresine göre; bir kez daha
buiki aileden gençler eş seçemezler, böylesi bir düşünce “va şiners” (yasak)’tir.
Evlilik kanın karışmasını denk hale getirir. Akrabalık bağı oluşturmada kadınla
birlikte önemli bir rol oynayan erkek, kadının akrabalarına “sinja” (evlât/ enişte)’dır.
Kadın ise, erkeğin akrabalarına “no sa” (kız/ yenge)’dır.
Edinme akrabalığa gelince; Megrel bir baba için en ideal hedef kendi kanından çocuklara sahip olmaktır. O’nun için, bu dünyada yaşamın temel düşüncesi mirasçısız ölmemektir. Eğer kaderi, ona bu düşüncesine doğal yoldan ulaşmasına olanak tanımazsa, bu eksiği gidermek için evlât edinme yoluna başvurur.
Bir Megrel sadece başkalarının erkek çocuğunun evlât edinmez. Eğer akrabalarından biri ölürse onun yerine komşularından birini de akraba olarak edinebilir. Böylelikle ailesinde ortaya çıkan boşluğu, edinme yoluyla doldurabilir. Bir erkek evlât ölen ba-basının yerine yeni bir babayı, bir kız kardeş yeni bir ağabeyi, bir yeğen yeni bir amcayı edinebilir.
Megreller, genelde Gürcüler gibi, çocuksuzluğu büyük bir
talihsizlik, bir ilâhî ceza olarak değerlendirirler. Kız olsun, erkek olsun,
çocuk sahibi olamamanın çocuksuzluk olarak değerlendirildiğini belirtmemizin
gerekli olduğunu düşünüyorum. Ancak erkek çocuk sahibi olamamak da Megreller
için çocuksuzluk anlamına gelir. Bir Megrel, kız çocuğu sahibi olmayı
çocuksuzluğa denk bir durum olarak değerlendirir: Kız çocuk çizgiyi sürdüremez.
Erkeksiz bir evde ocaktaki ateş söner... Megrel ailesinde kadının hiçbir hakkı
yoktur, kocası onun güçlü efendisi ve sahibidir. Ailede, erkek bir çocuk
doğduğunda, müjdeci, sevinçli haberi ev dışındaki kocaya ulaştırır. Sevinçli
baba müjdeciye hediyeler verir, silahlar patlatılır, ailenin bütün bireyleri
sevinirler.
Diğer taraftan, bir kız çocuğu dünyaya geldiğinde durum hemen hemen
sessizlikle karşılanır. Megrellerde, birtakım durumlar için bazı deyişler
vardır: Herhangi bir işin olumlu gelişiminden diğerleri bilgilendirilmek
istendiğinde, "boşi re” (erkektir) denir. Eğer herhangi bir durumun
olumsuzluğu kastedilmek isteniyorsa ‘‘cğabi re" (kızdır) denir.
Tanrı’nın kendisine olan cezasını hafifletmek, kötü talihten kaçınmak isteyen Megrel, kendi çocuğu gibi besleyip, büyütmek için bir başkasının çocuğunu evlât edinmeye (skualapa) çalışır. Böylece edineceği evlât, kendisini yaşlılığında koruyacak, bakacak, düşmanlarına karşı savunacak, bütün eziyetlerden ve fakirlikten etkilenmemesini sağlayacaktır. Ölümünden sonra ocaktaki ateş sönmeyecek, adı kaybolmayacak, ruhuyla ilgilenilecek, mezarına ziyaretçileri için yiyecek getirecek birisi olacaktır.
Evlât edinme ancak, çocuksuz kadına doğum yapmış izlenimini
(dışarıdan kişilere) veren bir gelenek yerine getirildiği zaman meşru sayılır.
Kural olarak çok fakir bir anne babanın veya yasak bir aşkın meyvesi evlât
edinilir. Evlât edinme töreninden birkaç gün önce, müstakbel anne hamileliğinin
son günlerindeymiş gibi davranır. Dışarıdan birisine doğum yapmak üzereymiş
izlenimini uyandırmak için kamına bir yastık yerleştirir, yavaş hareket eder,
hamileliğin son devresindeki gibi inler ve nefes nefese solur. Komşu kadınlar
müstakbel anneye şefkat ve ciddiyetle hürmet gösterirler ve yatağa ne zaman
gireceğini sorarlar. En sonunda bir lohusalık dönemi bile olacaktır. Doğum
sancısı içindeki kadın yatağa girer ve doğum sırasındaki gibi inler. Ebe,
ihtimamla yaklaşır, öğütler verir ve yatıştırmaya çalışır... bu anda... daha
önce edinilen bebek, yastık çıkarıldıktan sonra sarılarak yataktaki anneye
verilir. Buna “skuaş mitoıginapa" (çocuğu sarmalama) denir. O sırada çocuk
ağlamaya başlar, herkes, sağlıklı bir erkek evlât sahibi olan anneyi kutlamaya
koşar. Doğum yapan anne, birkaç gün daha yatakta kalır. Kendisine, özel olarak
hazırlanan ılık (tibu) veya hafif sebze, meyve veya et suyu şapırdatarak içmesi
için verilir. Yeni anne ve baba, edindikleri çocuğu öz çocuklarıymış gibi
besleyip büyütürler. Komşular da durumu olduğu gibi kabullenirler.
II. Evlenme
Megrelce’de evlenme “çiliş mo? onapa” (=kadm getirmezdir. Evlenme de “diara" (diara=‘ziyafet vermek’ fiilinden) denilen bir kutlama yer alır. Müstakbel damat, gelin alma ve düğün ziyafeti gününü belirler ve gelinin anne ve babasını gelini ve çeyizini hazırlayabilmeleri için bilgilendirir.
Megrelya’da düğünler, bir kural olarak, hasat gelirinin tamamlandığı sonbaharda yapılır. Yılın bu devresine Megrelce’de “damorçili" ( itaat olmuş) denir. Yani; doğa uysallaştırılır, bunun sonucunda da hasat mümkün olur, toprağı işleyen ve ekenler yazın meşakkatini hasat ederler, sonbaharda Megrel köylüsünün durumu daha iyidir.
Bu durum düğünlerin bu zaman yapılmasının nedenidir. Düğünler, kural
olarak Noel’den sonra, gelen Paskalya’dan önce de yapılır. Burada, Kilise’nin
Perhiz sırasında evlilik törenlerini yasaklayan etkisi kolayca gözlenir.
İlkbahar ve yaz mevsimlerinde düğünler nadirdir, haşatın meyvesi henüz
yorucudur ve sonbaharın cömertliği yoktur. Haftanın her günü, kutlamalar için
uygun değildir. Bir Megrel, hiçbir şekilde Pazartesi günü düğün kutlaması
yapmaz. Bu güne Megrelce’de “tutaşxa” (tutaş dğa), tuta (ay) günü denir. Bugün,
Megrel sürgüne bile el sürmez, bugün sadece ay’a ibadete ayrılmıştır.
Megrellerin Paganlık dönemlerine ait inançlarına göre; Ay, dünyadaki canlıları
koruyan yüce güçler arasında ikinci önemli yeri tutar. Güneş’e ibadet için bir
gün ayrılır. Bu gün ise Pazar’dır. Megrelce’de Pazar gününe caşxa (=bcaş dğa/ Güneş
günü) de denir, böylece Pazartesi Ay'a ayrılmıştır.
Her yeni Ay dolayısıyla veya Megrelce’deki söyleniş anlamıyla,
“Ay’ın seyahatinden dönüşüyle” bir Megrel Ay’a saygı ve itaatini pekiştirir.
Yeni Ay’ı kim görürse diğerlerine sevinçli haberi verir. Herkes kımıldamadan
durur ve Ay’a bakar, onu selâmlar ve elleriyle öpücükler gönderir. Bazıları ona
altın ve gümüş paralarını gösterir, kılıçlarını kınlarından çıkartarak dua
şeklinde "tuta axali, ğoront, si gamaxari..." (Ey yeni Ay, Tanrı,
bana neşe ver...) temennisinde bulunur. Bazıları da Ay’ın ışığını yansıtarak,
Ay’ın ışık saçan parıltısıyla dişlerini korumasını, onların kararmamasını
diler. Pazartesi günü, bir Megrel hiçbir şey atmaz, kimseye hediye vermez ve ne
borcunu öder, ne de ödünç verir, elinden hiçbir şeyini çıkartmaz. "Eğer
Pazartesi günü elimden bir şeyi çıkarırsam kaderim ve şansım gidecektir,"
diye düşünür. Yıkanmak ve tırnak kesmek bugün kesinlikle yasaktır. Bir Megrel,
başına herhangi bir talihsizliğin geleceği korkusuyla bu gün yola adım atmaz,
ama daha önce başlamış olduğu bir yolculuğa devam edebilir. Bundan başka, ne
kadar dehşetli bir susuzluk çekerse çeksin, nehir kaynağından su içmez: bu
günde Ay, nehirleri zehirli kurbağalarla doldurur ve bu nehirlerin sularını
Ay’ın gününde oruç tutmayanlara ve seyahat edenlere murdar hale getirir.
Megreller, günümüzden çok önceleri Pazartesi günleri oruç tutar ve et
yemezlerdi. Megreller kendilerine ibadet nesnelerini hatırlatan isimlere çok
sevgi duyarlar. Megrel erkekleri sıklıkla şu isimlerle çağırılırlar: Ututia,
Tutaşxia (Tutaşdğa/Ay günü), kadın ismi ise Tuta (=Ay)’dır.
Megrel geleneğine göre düğünün “va şiners” (uygun olmayan) günü,
haftanın ikinci günü olan Cuma (obişxa/obiş dğa)’dır (Obi günü/Yağmur Tanrısı).
Antik zamanlarda bu gün haftanın yedinci günüydü ve Atalarımızın, diğer
Tanrılardan daha fazla ibadet ettikleri Tanrı için büyük bir tatildi. Bu Tanrı,
hasat ve bitkiler için genelde böylesi önemli ve gerekli yağmuru gönderendi.
Düğünden birkaç gün önce müstakbel damat, akrabalarına düğün ile ilgili bilgi verir. Diğerlerine haber verme işini maginapali (müjdeci) üzerine alır ve yaya olarak civarda yaşayanlara haberi ulaştırır. Uzakta yaşayanlara ise at ile gider ve onların da düğüne katılmalarını ister. Kural olarak düğüne etkili insanları da davet ederler. Daha çok misafir, düğünün etkisini herkes üzerinde hissettirir, aynı soyadı taşıyanların üzerinde daha fazla meşruiyet kazanılmasına yardımcı olur. Ve böylece herkes, düğüne katılmasının neşeli bir görevi olacağını düşünür, davet edildiği halde gelmeyenlerin davranışları damada karşı aşağılayıcı bir davranış olarak kabul edilir.
Bir Megrel, düğünün mümkün olduğu kadar debdebe ve kutlamayla
geçmesini sağlamaya çalışır. Düğünde en az 100-200 kişi bir araya gelir. Bu tür
durumlarda komşular, düğünde servis için görev üstlenirler, şüphesiz bunun için
ücret talep edilmez. Kendilerini damat ailesinden biri yönlendirir. Her şeyden
önce şepa (sepetçi söğüdünden çadır) kurulur ve üzeri zamanla kaplanır. Şepa,
mapa (kral) olarak adlandırılan damat için hazırlanan yerdir. Mapa kraldır,
ordunun başıdır, diğerleri arasında farklı bir yeri olan kişidir, yüce güç
bahşedilendir. Buradan hareketle, gayet doğal olarak, gelin de “kraliçe” olarak
adlandırılır. Şepa’nın içine iki sıra birbiriyle bağlantılı masalar konur,
şepa’nın dip tarafında tahta benzer bir yükseklik göze çarpar. Bu, “kral” ve
“kraliçe”nin oturacakları yerdir. Avlu, mutfak olarak kullanılır; gökyüzünün
altında bir ateş yakılır, üzerine büyük bakır düğün kapları yerleştirilir ve
içlerinde düğün için kesilen boğa, koyun, domuz etleri pişirilir, burada mısır
lapası da pişirilir. “Kral” ilk olarak lâyıkıyla, kendisine eşlik edecek ve
gelin getirmesine yardımcı olacak sağdıçları seçer, Maqare, 10-15 genç erkekten
oluşan bir gruptur. Hepsi baştan aşağı silahlıdırlar. Çok eski zamanlarda
sağdıçlar, “kral’ın” farklı bir soyadından bir kızı kaçırmasında kendisine
yardımcı olmakla görevlendirilirlerdi.
Bu tür kaçırmalar günümüzde sadece evlenilecek kızın, kendisinin,
anne ve babasının karşı çıkmaları halinde görülür. Fakat sağdıçlar, evlilik
için kız tarafından bir sorun bulunmadığından da, her iki tarafın bilgisi dâhilinde,
kasıtlı bir gösteriş sergilerler ve kızı zorla kaçırıyorlarmış şeklinde hareket
ederler. Eğer kız, kaçırma şeklinde evinden alınmazsa, Megrel’in gözünde
kurallara uygun bir tutum sergilenmiş olmaz.
Genelde düğün kutlaması bir gece devam eder, ancak ertesi güne de sarkabilir. Bu, damadın ekonomik durumuna bağlıdır. Kutlamanın finalini beklemeden, bütün kadehler içildiğinde, yeni evlilere “dinlenin” denir. Onları ilk gece için, ayrı olarak düzenlenmiş yere yatırırlar. Bu yere “Amxara” denir ve buraya gelin ve damattan başka kimsenin girmesine izin verilmez. Gelinin nedimesi ve diğer kadınlar gelinle ilgilenme ihtiyacı hissederler ve onu bir yolunu bulup amxara’ya girmesi için ikna etmeye çalışırlar.
Kendisine sıkıcı sorular sorulduğu doğrudur, ama kendisi cesaretle
ve utanmadan uygun cevaplar verir, herkese sevinerek hem geline ve hem de
gelinin annesine övgüler yağdırır.
Kadın, kocasının ailesine bakire olarak gelmediğinde ve bu durum
gelişinin ilk gecesinde ortaya çıkarsa gözler önüne serilecek olan tablo
oldukça farklıdır. Koca, anne ve babası ve aynı soyadı taşıyanlar, kendilerine
bakire olmayan bir gelin gönderdikleri için, kızın anne ve babası tarafından
utandırıldıklarına hükmederler. Bakirelik, evlenilecek kızda aranılan ilk
koşuldur. Evlilik dışı cinsel ilişki kesin olarak yasaktır ve kınanır. Bir
kadın sadece kendi meşru eşine aittir. Bakire olmayan veya hamile olan müstakbel
anne, bu günahını saklamak ve kendisini yasak aşkın meyvesinden kurtarmak için
her çareye başvurur. Bu çareler sıklıkla ölüme neden olur. Böylesi bir günah,
takdir edilebileceği gibi, köyde zor saklanır; evlenmek zorunda olan böyle bir
kadın, köy ozanlarının destanlarına konu olur. “Suçlu olanın”, annesinin ve
genel olarak ailesinin suratına kapılar kapatılırken, herkesin dedikodu konusu
haline gelirler.
Bakireliğini yitiren veya tecavüze uğrayan kadın, iyi bir adamla evlenme şansını tümden kaybeder. Eğer fakir, malsız, mülksüz, muhtaç bir köy adamı, kızın anne ve babasının malı, mülkü ve kızın çeyizi ortaya konularak kandırılabilirse, bakire olmayan bir kızın evliliği gerçekleşebilir. Bu durumda olan kadınlar genelde, kendilerini dul erkeklere veya yaşlı adamlara teklif ederler, eğer mümkünse. Gelinin bakireliği, bir düğünün gerçekleşmesinin ana koşulu olarak kabul edildiğinden, evlilik kutlaması iffetsiz kadınlar için kısa tutulmak zorundadır. Müstakbel gelinin nedimeleri en aza indirgenir veya bazen hiç nedimesi olmaz, davetliler az sayıdadır. Bazen, bakire olmayan kızlarını evlendirecek olan anne ve baba, kızlarının durumunu bilmiyormuş gibi yaparlar. Böyle bir durumda koca, evliliği mutlaka bitirmek zorundadır, onu boşama ve tekrar anne ve babasına göndermek durumundadır. Toplum, küskün kocanın davranışını doğru bulur ve kızlarına bakmayan ve onu korumayan anne ve babasını kınarlar.
Evlilik yükümlülüğünü yerine getiremeyen erkeğin durumu oldukça
farklı bir konudur. Yaygın bir Megrel deyişinde olduğu gibi, "Kaleyi ele
geçiremeyen bir koca, sürekli veya geçici olarak cinsel yetersizlikle yüz yüzeyse
bu durum, her zaman, büyünün veya kem gözün sonucu olarak değerlendirilir. Böylece,
kocanın cinsel iktidarını tekrar sağlamak için her türlü önleme başvurulur.
Örneğin kaynatılmış hayvan hayasıyla beslenir. Erkeğin böyle bir durumu söz
konusu olduğunda, karısı onu beklemek zorundadır, memnuniyetsizliğini
belirtemez ve boşanamaz. Megrel geleneği, bu durumdaki kadını yeterince
korumaz. O’nun bütün yapabileceği, ister istemez anne ve babasının evine
kaçmaktır.
III. Cenaze
“Ruh ağızdan çıktığında" insan ölür veya Megrelce’deki söylenişiyle “doğuru". Hasta kişi ölür ölmez, “marc’kinali”(4 )gelir. Usta marc’kinali’nin görevi şudur: Ölen kişinin yüzünde ortaya çıkan, ölüyü, sınırsızca yaşayan canlıdan farklı kılan, ölümün ürkütücü belirtilerini ortadan kaldırmak. Kişinin cesedinden ruh çıktığı andan itibaren, yaşayanlar için çok korkunç bir durum ortaya çıkar. Ölenin çevresindekiler için bu korkunun algılanması ne kadar güçlüyse, ölen kişinin yüzü de o kadar buruşuktur. Ve işte! Marc’kinali (giydirici), vücudu tahtaya döndürmeden önce, gözlerini, ağzını kapatır, ayaklarını düzeltir, ellerini çapraz olarak göğsünün üzerine koyar ve saçını, sakalını ve bıyığını tarar.
Bu arada, ailenin başına gelen talihsizliğin belirtisi olan kadın
feryatları ve erkek inlemeleri köyde yankılanır. Kadın, erkek komşular taziyelerini
sunmak, ağlamacılara katılmak için koşarlar. Kadınlar tırnaklarıyla yanaklarını
ve çıplak göğüslerini yolarlar ve kan akıtırlar, saçlarını yolarlar. Kadınların
kaderlerini dışa vurmadaki samimiyet genelde, ölenin kendilerine olan kıymet ve
yeri doldurulamazlığma bağlıdır.
Bu “ginongara”dır, (Gürcüce’de gadatireba/ gamotrilli) ölü için ağlamadır ve henüz ceset soğumadan yerine getirilen bir görevdir. Bunu, gömülme zamanında anne-baba ve akrabalar tarafından ölene gösterilecek olan saygı izler. Hemen hemen bütün komşular aynı derece ilgi göstermeye katılırlar. Aralarında, ağlama ve ölenin yeterince itibarla gömülme işlemlerini üstlenecek olan kişileri seçerler. Her şeyden önce ölenin ölçüsünü alırlar ve orada hep beraber baltayla biçerek tahtadan tabutu yaparlar. Ağlama gününü ve öleni toprağa vermeyi biraz daha geç belirlemek istediklerinde, cesedin çürümemesi için hava geçirmeyecek şekilde düzenlerler. Ancak cesedi tabuta koymadan önce su ile yıkarlar ve beyaz bir kefene sararlar. Ruhlar dünyasında (oşureti), ölenin ruhu, nereye gideceğini, herkesin önünde beyazlar içinde, yıkanmış ve bağlanmış olarak belirtebilmesi düşüncesiyle bu şekilde hareket edilir.
Cenazenin olduğu avluda, sepetçi söğüdünden bir çadır kurulur, 200 kişiyi alabilecek büyüklüktedir, içerde, ölüye ağlamak için gelenlere misafirperverlik gösterilir.
Kural olarak, ağlamak ve öleni toprağa vermek için ölümden sonra dördüncü veya beşinci gün belirlenir. Bu günün belirlenmesi, ölen kişinin yakınlarının ne kadar uzakta bulunduklarıyla bağlantılıdır. Herkesin gelebileceği ve ağlamaya katılabileceği bir gün belirlenmelidir. Akrabaları toplanana kadar, cenaze toprağa verilmez. Eğer bütün akrabaları cenazesine gözyaşı dökmezse ruhu oradan ayrılmayacaktır.
Uzak akrabalar ve dostlar, ağlama ve gömme günüyle ilgili olarak
teker teker ziyaret edilir ve üzücü haber kendilerine ulaştırılır. Haber bir
aracı vasıtasıyla ulaşır. Bu talihsiz haberin verilmesine “şeoxadapa" ve
haberi verene de “şemacxadapali" denir. Eski zamanlarda çok değişik
haberciler vardı. Onların oluşturdukları grup, yanlarına ölen kişiye ait bazı
eşyaları alırlardı: kılıç, kama, okluklarda oklar veya elbisesinden bir parça.
Ölenin yakınlarından birinin evine yaklaştıklarında kara haberciler, yüksek
sesle ağlamaya başlarlar v,e orada yaşayanlara kara haberci olarak geldiklerini
hissettirirler. Eve girer girmez belden yukarıya soyunurlar, göze çarpan bir
yere ölenin kişisel eşyalarını koyarak, bunların yakınındaki toprak döşemeye
otururlar. Ev sahipleri de belden yukarı soyunurlar, ayakkabılarını çıkarırlar
ve bu tür durumda “işaret” alarak adlandırılan, öleni oradakilere hatırlatacak
olan eşyaların çevresinde oturarak, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlarlar. Ağlama
kesildiğinde, karahaber ciler, ölen için ağlamaya hangi gün geleceklerini onlara
bildirir. Ancak “şecxadapa" günümüzde daha kolayca tamamlanmaktadır: Kara haberci,
siyah mühürle süslenmiş yas kartını zarfsız olarak getirerek verir.
İşte, ölen için ağlama günü gelip çatmıştır. Köylülerden oluşan
koro, “zari" olarak bilinen, korku, talihsizlik anlamına gelen cenaze
marşını seslendirir. “Zari" sözsüz olarak söylenir, sadece uzun uzun “voy,
voy" sesi işitilir. Davet edilen ağlamacı kapıda görünür görünmez, elbise
asmak için kullanılan ağaca gider, şapkasını ve çoban pelerinini, silahını
çıkartır ve hepsini bu ağaca asar. Bundan sonra gömleğinin ve fanilasının
düğmelerini, tokalarını açar. Şimdi göğsü kısmen görülür bir durumdadır.
Karşılaştırma yapılabilecek çok kısa bir zaman önce, ağlamacılar bellerinden
yukarısını soyunurlar ve ayakkabılarını çıkarırlardı. Uç, dört kişi sıraya
girer girmez, koro zari’ye başlar ve ağlamacılar her iki elleriyle alınlarına
vururlar. Tabutun bulunduğu evden “voy, voy" haykırışları yükselir. Tabuta
doğru fırlayanlar diz çökerek, ölen kişinin iyi davranışlarını ve
yiğitliklerini anlatırlar. Kendileri için böyle bir kaybın ne kadar talihsiz ve
ızdırap verici olduğunun üzerinde dururlar. Ağlayıcılar, ölüye ağlarken
göğüslerini de yumruklarıyla döverler ve yine aynı şekilde, böyle durumlarda
yaslı olarak adlandırılan, ölenin anne, baba ve akrabalarına taziyelerini
(=mengara) sunarlar. Ağlayanın her iki yanında bulunanlar, ağlayanın kendisini
fazla hırpalamamasına ve ağlayıcının tabutun yanına serbestçe girip çıkmasına
yardımcı olurlar. Bu sırada ikinci koro, ikinci grup ağlayıcıları getirir ve
böylece tören devam eder.
Bir Megrel, ağlama anında, ölen kişinin ruhunun tabutun yanında bulunduğuna ve ağlamak için gelenleri gözlediğine inanır. Şüphesiz ruh, komşular ve tanıdıklar bu görevlerini lâyıkıyla yerine getirmediklerinde ve uygun bir şekilde ağlamadıklarında huzura ermez.
Tabutu etrafında samimi olarak, kendisinin ölümüne ve bu dünyadan
ayrılarak ruhlar diyarına gitmesine ağlayan insanları gördüğünde memnun olur.
Megrelce, mangarali (ağlamacı), sözcüğünün “sevgi gösteren, merhametli
duygular” anlamı taşıması gayet doğaldır. Bir anne, çocuğuna her zaman “çkimi
mangarali" (ağlayıcım) diye hitap eder. Bu tür sözcükler bir gelenek
olduğundan, anne, çocuğunun kendisi öldüğü zaman ağlaması gerektiği arzusunu
taşır. Bir halk şiirinde, Megrellerin ağlama kuralına nasıl önem verdikleri
açıkça belirtilir. Bu kıtada, büyüğü bir sevdiğine şöyle seslenir:
“Dobğurada, domingari”(ölürsem, ağla bana),
gomintxori sapule, (bir mezar kaz bana),
skani skvami xe-kuçxit, (güzel ayakların ve ellerinle)
dixa komnmoç'abule. “(toprak serp üzerime).
Akrabalar uzak köylerden siyah elbiseleri içinde ağlamak için
gelirler ve tari’yi söyleyecek olan koroyu da yan-larında getirirler. Kara
şeritlerle bezenmiş büyük bir mum önlerinde taşınır. Eğer gelen akraba kadınsa,
samimi davranır ve bu veya şu köyden geçerken feryat eder ve zari’yi
söyleyenler de kendisine eşlik eder.
Artık herkes, onların ağlamaya gittiklerini anlar. Akraba ne kadar
uzakta yaşarsa yaşasın, ölen akrabası için ağlamaya katılmak zorundadır.
Herhangi bir nedenle ağlama gününde gidemeyen olursa, ağlamadan sonra gidip
ölenin “işareti” üzerine ağlayacaktır. Bu nedenle, bir divan üzerine ölen
kişinin kalan elbisesi serilir, sanki cenaze oradaymış gibi ağlanır. Ölenden
arta kalan veya onu hatırlatan nesneye “nişanı” (=işaret) denir.
Bir koca, eşini kaybettiğinde, ağlama gününde, onun için bir matem çadırı kurulur ve koca, bir köşeye yerleştirilir. Buraya Gürcüce’de “sabneleti" (karanlık yer) denir. Dul koca, aklı başından gitmiş ve tarifsiz acılarla dolu yüzüyle bu çadıra gelir. Bu şekilde, kendisinin de o günden itibaren artık karanlıkta bir ölü olduğunu, güneş ışığına lâyık olmadığım gösterir. Ağlayıcılar, ölen için ağladıklarında, çadıra giderek dul kocaya taziyelerini bildirirler. Bazen tabuttan belirli bir uzaklıktaki divan üzerine hem ölen kadının ve hem de dul kocasının elbiselerini yayarlar. Biri ölen kadını, diğeri ölen kocasını ifade eder. Ağlayıcılar, ölen kadına ağladıklarında, “işaret’e” giderler ve her ikisine de ağlarlar. Törenin bu bölümü, kadının ölümünün kocasının da ölümü anlamına geldiğini betimler. Bu sırada, kocanın kendisi, orada bulunanlar ölümün, ortadan kalkmanın ve tükenmenin gerçek hayalini görebilmeleri için gizlenir.
Ağlamacılar ağlamayı bitirdikten sonra, 20-30 kişilik gruplar halinde yas yemeğini yemek üzere çadıra davet edilirler. Kendilerine ekmek, mısır ekmeği, fasulye, balık, zeytin, yeşillik (turp) ve şarap ikram edilir. Yemek yenirken, her ağlamacı ölenin ruhu için, bir işaret olarak dolu bir bardaktan bir damla şarabı ekmeğin üzerine döker ve sanki ölen kişi geliyor ve ekmeği yiyor, şarabı içiyormuş gibi bir sahneyi betimler. Erkekler bir tarafta, kadınlar diğer tarafta otururlar.
Ağlamacılar, her biri durumuna göre, “ginaporali" (örtme için) denilen
bir çeşit parasal değeri olan nesneleri getirirler ve bunlar yazma bilenler
tarafından bir kâğıda not edilir. “Ginaporali” Gürcüce’de “örtme için
düzenlenmiş” anlamına gelir. (Ölen kişinin masraflarını kapamak için, borçlu
olanlarca verilir.) Eskiden her ağlamacı beraberinde yiyecek ve önceden
hazırlanmış erzak getirirdi: pişmiş mısır ekmeği, haşlamak üzere fasulye,
şarap, ceviz, soğan. Böylelikle cenaze sahibi masraf yapmaz ve bu dönemi
sıkıntısız geçirirdi. Ancak bu gelenek bugün (19. yüzyılın Megrelya’sı
kastediliyor.) karşılıklı yardımlaşma özelliğini kaybediyor ve ticari bir şekil
alıyor. Ölen kişinin yaslıları mümkün olduğu kadar az para harcamaya ve “örtü,
kapama” adı altında daha fazla para kapmaya çalışmaktadırlar.
Bir Megrel nerede ölürse ölsün,
akrabaları cenazesini istirahat için evine getirmek, ağlamak ve ata toprağında
gömmek zorundadırlar. Bu gelenek, bazen büyük yanlış anlamaları ortaya
çıkarmaktadır. Özellikle, bir kişi şehirde öldüğünde orada gömülür ve
akrabaları da cenazeyi kendi köyünde toprağa vermek için mezarından çıkarırlar.
Ancak ölünün mezarını açmak için yerel yönetimden izin, yönetimin emirlerine
göre çeşitli formaliteleri yerine getirmeyi gerektirir ve bu da zaman alır. Bir
Megrel, yasaların isteklerine, kendisine kuşaklar boyu ulaşan geleneklerden
daha az önem verir, gizlice mezarı kazar ve cenazesini oradan çıkarır. Cesedi
keserek parçalara ayırır, böylelikle cenazeyi gizlice taşıması daha kolay olur.
Son olarak, cesedi çürümeye ve kokmaya karşı tuzlar ve küfesine koyarak kendi
köyüne götürür. Orada açık olarak ağlar ve toprağa verir. Böylece dürüstçe,
cenazesine karşı görevini yerine getirmiş olur. Eğer cenaze kendi köyüne gömülmezse
huzura ermemiş olur.
(1) Megrel etnograf Tedo Saxokia'ın 19. yüzyıla ait yayınlarından seçmeler, “Aspects of Mingrelian Culture” başlığı altında Londra Üniversitesi, School of Oriental and African Studies öğretim görevlisi ve “Caucasian Perspective" Dergisi'nin editörü Sayın B. George Hewitt tarafından yayıma hazırlanmıştır. Bu çalışmasını, daha İngilizce olarak yayımlanmadan önce tarafıma göndermek nezaketini gösterdiği için teşekkür ediyorum. Tedo Saxokia'nın bu makalesi özetlenerek Türkçe’ye çevrilmiştir
(2) Megreller ve Lazlar arasındaki kültür ilişkisi için bkz.: Ali İhsan Aksamaz, “Kafkasya Kültür Kökenli Bir Topluluk: Lazlar”, Birikim Dergisi, Sayı 71-72, Mart-Nisan 1995, sayfa: 128-139.
Yayınlandığı Kaynak: Tarih ve Toplum Dergisi, Sayı 140, Ağustos 1995, İletişim Yayınları, İstanbul.
İngilizce’den Türkçe’ye çeviren: Ali İhsan Aksamaz
https://www.birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-71-72-mart-nisan-1995-sayi-71-72-mart-nisan-1995/2270/lazlar/4980
https://www.birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-85-mayis-1996-sayi-85-mayis-1996/2283/guney-kafkasya-ve-mergel-lazlar-in-kulturel-haklari/6151
https://www.youtube.com/watch?v=78a0sVq5Ccw
https://www.birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-85-mayis-1996-sayi-85-mayis-1996/2283/guney-kafkasya-ve-mergel-lazlar-in-kulturel-haklari/6151
https://www.youtube.com/watch?v=78a0sVq5Ccw