MİSAK-I MİLLÎ’NİN LAZLARI
GİRİŞ
Yakın zamanlara kadar Misak-ı Millî
denildiğinde, ilk akla gelen yalnızca bugünkü millî sınırlarımızdı.
Bu algı, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” söylemiyle de taçlandırılırdı. Bütün
bunlar, bu alandaki resmî ideoloji yaklaşımının bir sonucu olarak karşımıza
çıkmaktaydı. Türkiye Cumhuriyeti, bu yaklaşımının bir sonucu olarak
Misak-ı Millî sınırları içinde yaşayan herkesi Türk, ancak Misak-ı Millî
sınırları dışında kalmış bütün Türkleri de yok sayıyordu. Eskiden
Osmanlı Devletinin sınırları içinde veya etki alanındaki kimi bölgelerde
yaşayan ve Osmanlı Devletinin tarih sahnesinden silinmesiyle de Misak-ı Millî
sınırları dışında kalan ve Türk kökenli olmayan ancak Müslüman kimi halklar da
aynı dış Türkler gibi, Türkiye Cumhuriyeti tarafından yok sayılıyor ve sahipsiz
bırakılıyordu. Gürcüler, Acar(alı)lar, Abhazlar, Çeçenler, Hemşinliler,
Karaçay- Balkar(lı)lar, Zazalar, Ahıskalılar, Kürtler, Çerkesler, Lazlar Türkiye
Cumhuriyeti tarafından Kuzey ve Güney Kafkasya’da sahiplenilmeyen Müslüman
halklar arasındaydı. Oysa; Türk kökenli ve başka kökenli Müslüman veya Hıristiyan bütün halkların ve onların aklı başında Aydınlarının gözü ve kulağı Ankara'daki Millî Meclist'eydi.
Soğuk Savaş sonrası
başlayan yeni dönemle birlikte, Misak-ı, Millî, devlet adamlarımız,
siyasetçilerimiz, bilim adamlarımız, gazetecilerimiz ve yazarlarımız tarafından
farklı açılardan da dile getirilip irdelenmektedir. Bu bağlamda Balkanlar ve
Ortadoğu’nun farklı devletlerinde yaşayan Türkler ve Türk kökenli olmayan diğer
Müslümanların insan hakları bağlamındaki ciddî sıkıntıları bir şekilde Türkiye
gündemine yansımış, duyarlılıklar artmış ve sıkıntılarının çözümü konusunda
kısıtlı da olsa bazı adımlar atılmıştır.
Kuzey ve Güney
Kafkasya’da yaşayan, Osmanlı Devletinin eski sınırları içinde veya etki
alanında kalmış kimi bölgelerde yaşayan Türk ve diğer milliyetlerden Müslüman
halklar ve bunların geçmişte tabi tutuldukları kültürel asimilasyon büyük
ölçüde Türkiye kamuoyunun bilgi ve ilgi alanı dışındadır. Bu makalenin amacı,
Misak-ı Millî değerlendirmeleri açısından Müslüman Lazları okuyucuyla
tanıştırmak ve Türkiye Cumhuriyeti ve Sovyetler Birliğindeki ideolojik ve
siyasî kavgaların gölgesinde sahiplenilmeyen Lazcanın günümüzdeki durumuna da
dikkat çekmektir.
LAZLAR VE LAZCA
Lazlar[1];
günümüzde Türkiye Cumhuriyeti ile Gürcüstan Cumhuriyeti sınırları içinde kalan
Doğu Karadeniz ve Güney Batı Kafkasya coğrafyasının en eski ve yerli
halklarındandır. Lazlar; Megreller, Gürcüler, Svanlar ile
akrabadır. Lazların en yakın akrabaları olan Megreller (‘Hıristiyan
Lazlar’) günümüzde Gürcüstan, Abkhazya ve Rusya Federasyonu’nda yaşamaktadır.
Çok az sayıda da olsa Müslüman Laz Abkhazya’da ve Rusya Federasyonu’nda
yaşamaktadır. Türkiye Lazları Müslüman, Gürcüstan Lazlarının çoğu
Ortodoks Hıristiyandır. Abkhazya Lazlarının çoğu ise Müslümandır. Lazların en
yakın akrabaları olan Megreller Ortodoks Hıristiyandır. Günümüz Laz ve
Megrelleri eski Kolkhların torunları olarak da anılmaktadır.
Lazca, ‘Güney Batı
Kafkasya Dil Ailesi’ sınıflandırılması içinde yer alır. Bu dil ailesi içinde
Lazcanın yanı sıra Megrelce, Gürcüce ve Svanca da yer almaktadır. Bu diller
aynı dil ailesinde yer almasına rağmen, yalnızca Lazca ve Megrelce konuşanlar
arasında karşılıklı birbirlerini anlama söz konusudur. Günümüzde Lazca ve
Megrelce, eski Kolkh Dilinin günümüzdeki temsilcileri olarak da anılmaktadır.
Laz aydını Hopalı Faik
Efendinin, 19. Yüzyılın 70’li yıllarında Arap Alfabesi üzerinden bir Laz
Alfabesini Osmanlı Devleti sınırları içinde oluşturduğu[2] ve
Lazcayı yazılı bir dil haline getirme çabaları içinde bulunduğu bilinmektedir.
Hiç
kuşku yok ki, Soğuk Savaş öncesi dönem ile Soğuk Savaş dönemi bütün dünyada
artık her açıdan kapandı. O dönemlerin aktör ve figüranları da tarihteki
yerlerini aldı. Geçmişte yanlış anlaşılan Misak-ı Millî ve “Yurtta Sulh,
Cihanda Sulh” algı ve söylemlerinin artık gözden geçirilmesi ve bunların
gerçekte sınırlarla içine kapanan bir ülkeyi temsil etmediğinin kabul edilmesi
gerekmektedir. Türkiye’nin de kendisini Soğuk Savaşın bittiği döneme
göre her alanda yeniden düzenlemesinin gereği ortadadır. Türkiye
Cumhuriyetinin, kardeşleşme projesi çerçevesinde Türkçe dışındaki bütün
anadilleriyle ilgili ciddî ve kalıcı kurumsal adımlar atması da bir diğer
gerekliliktir.
“ANASIR-I
İSLÂMİYE”
Türkiye’de son
dönemlerde sıkça gündeme gelen bir alıntı ile başlamak istiyorum. Bu alıntı
Millet Meclisinde yapılmış konuşma tutanaklarından aktarılmış. Konuşma tarihi 1
Mayıs 1920. Tutanaktan okuyoruz:[3]
“…Yusuf Kemal Bey (Kastamonu Mebusu)
- ...Her Türkün söyleyeceği şey: Memleketimizde görülecek ilk iş sıhhıye
işidir. Çünkü sıhhat olmazsa çünkü Türklük sıhhatli bulunmazsa, o Türkler
üzerine bina edeceğimiz hiçbir iş kalmaz....Türkleri muhafaza etmek için evvelâ
sıhhati muhafaza etmeli... Türklüğü bitiren hastalıkları bir an evvel
kaldırmazsak, eğer Türk ailesinin ve Türk ferdinin refahını temin edecek esbabı
istikmâl etmezsek hepsi boştur...”
Yusuf Kemal Beyin bu
konuşması üzerine Sivas Mebusu Emir Paşa Kürsüye çıkar.
O da şöyle konuşur:
“Yusuf Kemal Beyefendi Hazretlerinin irad-ı kelâm ettiği sırada
sıhhatlerinin muhafazası lüzumunu yalnız Türklere hasretmiş olmasına itiraz
ediyorum... (İslâm demekti sedâları... Kelime ile oynamayın sesleri) Müsaade buyurun. Zannederim ki Müslümanlık
namına teessüs etmiş bir Hilafet vardır. Değil buradaki Müslümanlar, aktar-ı
cihanda bulunan umum Müslimînin bu Hilafete merbutiyetlerini unutmamak iktiza
eder. Rica ederim ki, yalnız Türklük namını istimal etmeyelim. Çünkü Türklük
namına biz buraya cem‘ olmadık. (gürültüler). Rica ederim sadece Türkler değil,
Müslümanlar demek, hatta Osmanlılar demek kâfidir efendim. (İslâm
deniliyor sadâları...) Bu
vatanda Çerkes, Çeçen, Kürd, Laz ve daha birtakım İslâm kabileleri vardır.
Bunları hariçte bırakacak, tefrikaya sebep olacak söz söylemeyelim. (Gürültüler)
Reis:
- Müsaade buyurunuz, devam etsin!
Emir Paşa (devamla):
- Bendeniz bu mesele hakkında uzun söz söyleyecek değilim. Bu gibi
sözlerin şimdiye kadar bir faidesini görmedik. Hepimiz Hilafete merbutuz. Bu
Hilafet-i muazzamayı birçok asırlardan beri muhafaza edenin Türk kavm-i necibi
olduğunu da kimse inkar edemez. Yalnız tefrikayı icab edecek hiçbir söz
söylenilmemesini tekrar temenni ediyorum.”
Mustafa Kemal Paşa
kürsüye çıkar ve aşağıdaki konuşmayı yapar:
“Mustafa Kemal Paşa:
- Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasıyla bir iki
noktayı arz etmek isterim: Burada maksud olan ve Meclis-i âlinizi teşkil eden
zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürd değildir,
yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmiyedir, samimi bir
mecmuadır. Binaenaleyh bu heyet-i âliyenin temsil ettiği; hukukunu, hayatını,
şerefini kurtarmak için azmettiği emeller, yalnız bir unsur-ı İslâm‘a münhasır
değildir. Anasır-ı İslâmiyeden mürekkep bir kitleye aittir. Bunun böyle
olduğunu hepimiz biliriz. Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki
birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz
İskenderun‘un cenubundan geçer, şarka doğru uzanarak Musul‘u, Süleymaniye‘yi,
Kerkük‘ü ihtiva eder. İşte hudud-ı millîmiz budur dedik! Hâlbuki Kerkük
şimalinde Türk olduğu gibi Kürd de vardır. Biz onları tefrik etmedik.
Binaenaleyh muhafaza ve müdafaası ile iştigal ettiğimiz millet bittabi bu
unsurdan ibaret değildir. Muhtelif anasır-ı İslâmiyeden mürekkeptir. Bu
mecmuayı teşkil eden her bir unsur-ı İslâm bizim kardeşimiz ve menafii
tamamıyla müşterek olan vatandaşımızdır. Ve yine kabul ettiğimiz esasatın ilk
satırlarında bu muhtelif anasır-ı İslâmiye ki: vatandaştırlar, yekdiğerine
karşı hürmet-i mütekabile ile riayetkârdırlar ve yekdiğerinin her türlü
hukukuna; ırkî, ictimaî, coğrafî hukukuna daima riayetkâr olduğunu tekrar
te‘yid ettik ve cümlemiz bugün samimiyetle kabul ettik. Binaenaleyh menafiimiz
müşterektir. Tahsiline azmettiğimiz vahdet, yalnız Türk değil, yalnız Çerkes
değil hepsinden memzuc bir unsur-ı İslâmdır. Bunun böyle telâkkisini ve
suitefehhümata meydan verilmemesini rica ediyorum. (Alkışlar)…”
Mustafa Kemal Paşa 1 Mayıs 1920’de Misak-ı
Millî ile ilgili olarak şunları söylüyor:
“…Hep kabul
ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve
tespit edilirken, hudud-u millîmiz İskenderun‘un cenubundan geçer, şarka doğru
uzanarak Musul‘u, Süleymaniye‘yi, Kerkük‘ü ihtiva eder. İşte hudud-ı millîmiz
budur dedik!”
Mustafa Kemal Paşa bu konuşmasında İslâm
Milletine de vurgu yapıyor:
“…Burada maksud
olan ve Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes
değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep
anasır-ı İslâmiyedir, samimi bir mecmuadır…”
Oysa ‘Kimilerince ‘hürriyet şairi’, ‘vatan şaiiri’
olarak da adlandırılan Namık Kemal, kendi dindaş ve vatandaşlarının
anadillerine ilişkin olarak 1878’de şunları yazıyordu:
“Ülkemizde Türkçe dışındaki tüm dilleri yok
etmemiz gerekirken, Arnavutlara, Lazlara ve Kürtlere, onların kimliklerini
benimseyerek manevi bir silah mı verelim? …Dil… ulusal birliğe karşı en sağlam
- belki de dinden bile daha sağlam bir engeldir.” [4]
Bir başka yerde de Namık Kemal şöyle der:
“Eğer düzenli okullar kurar…
şu an uygulanmayan programları uygularsak, Laz ve Arnavut dilleri yirmi yılda
tamamen unutulacaktır.”[5]
Kuşkusuz Namık Kemal’in ‘millet’ kavramına ilişkin bu
düşünceleri, kaynağını 1789 Fransız Devrimi ve o devrimin yaşanmasına sebep
olan toplumsal gelişmelerden almaktadır. Gel Gör ki, Osmanlı Devleti, o
toplumsal gelişmelerden yoksundu.
Namık Kemal, birçok Jön Türk gibi Mustafa
Kemal Paşanın da ilham kaynağıdır. Mustafa Kema Paşal, Namık
Kemal’in ‘millet’ kavramına yaklaşımını gerçekçi bulmuyor olmalı ki, Millet
Meclisinin, İslâm Milletini meydana getiren bütün unsurların hukuk, hayat ve
şerefini kurtarmak için mücadele edileceğine de dikkat çekiyor:
“…Binaenaleyh bu
heyet-i âliyenin temsil ettiği; hukukunu, hayatını, şerefini kurtarmak için
azmettiği emeller, yalnız bir unsur-ı İslâm‘a münhasır değildir. Anasır-ı
İslâmiyeden mürekkep bir kitleye aittir. Bunun böyle olduğunu hepimiz
biliriz….”
OSMANLI
DEVLETİ’NDEKİ SİYASÎ PARTİ PROGRAMLARINDA ANADİLİ
Mustafa Kemal Paşanın
Mecliste söylediklerinden, Milleti oluşturan Müslüman unsurların Kurtuluştan
sonra bir takım siyasî, ekonomik ve kültürel haklara sahip olacakları sonucu
açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim Mustafa Kemal Paşanın çatısı altında bu
konuşmasını yaptığı Millet Meclisinde Lazistan ve Kürdistan milletvekilleri de
vardı.[6] Ankara’daki
yeni hükümet Lazistan ve Kürdistan söylemini de milletvekillerini de Osmanlı
Devlet geleneğinden devralmış ve devam ettirmekteydi. Ayrıca Osmanlı Devletinde
varlığını sürdürmüş olan bazı siyasî partiler de Türkçe dışındaki anadillerine
ilişkin görüşlerini programlarında beyan etmişlerdir. [7]
İttihat ve Terakki Fırkasının 1909
programının 9. maddesinde şöyle deniyor:
“Özgür
eğitim-öğretim partimizin ilkesidir. Osmanlı vatandaşı özel okul açmakta,
öğrenim görmede özgürdür. Osmanlı ülkesindeki tüm okullar devletin gözetim ve
denetiminde olacaktır. Uygulayacakları programlarda birliktelik Maarif
Bakanlığınca sağlanacaktır.
İlkokul parasız ve zorunludur. Anaokullarında Türkçe öğretim yapılırken
ilkokullarda eğitim her kavmin kendi dilinde yapılacaktır. İlkokulların
masrafları ile öğretmenlerin maaşları yöre ve cemaatlere ait olacaktır.
Devletin eğitim gideri olarak topladığı vergiler mahalli bütçelere
devredilecektir…”
İttihat ve Terakki
Fırkasının 1913 programının 41. maddesinde şunlar yazıyor:
“Eğitim görmek her Osmanlı vatandaşının hakkıdır. Özel ve Cemaat Okulları
devletin gözetim ve denetimine tabidir. Devlet okullarında ilköğretim zorunlu
ve parasızdır. Türkçe resmi dil olarak okutulurken, her azınlık kendi diliyle
de eğitim verebilir…”
1908’de kurulmuş olan
Osmanlı Akhrar Fırkasınının programın 19. maddesi konuya şöyle yaklaşıyor:
“İlköğretim zorunludur. Bütün genel ve özel okullarda eğitim dili
Türkçe’dir. Yöresel dil ikinci planda yer alacaktır.”
1909’da kurulmuş olan
Osmanlı Demokrat Fırkası Programının 9. maddesi şöyle diyor:
“Ayrılıkçı girişimleri taşımamak koşuluyla ilkokullarda yöresel dil
(Anadili) kullanılacaktır...”
1910’da kurulmuş olan
Akhali Fırkası programının 16. maddesi şunları yazıyor:
“Devletin resmî dilinin Türkçe olması nedeniyle okul ve medreselerde
Türkçe eğitimine devam edilecektir. Devletin resmî dininin İslâm olması
nedeniyle de Arapça öğretimine özel önem verilecektir. Diğer halkların
dillerinde eğitim yapmaları serbesttir.”
1911’de kurulmuş olan
Hürriyet ve İtilâf Fırkası ise, programının 20. maddesinde şöyle yazıyor:
“Köy okullarında ve genel olarak ilkokullarda eğitim yörenin diliyle
(anadilinde) yapılacaktır.”
1912’de kurulmuş olan ve
kurucuları arasında Yusuf Akçura’nın da bulunduğu Millî Meşrutiyet Partisi,
programının 33. maddesinde şu görüşlere yer vermekte:
“… Bütün ilkokul, ortaokul ve ilköğretmen okulları özel kanunlarla il
Genel Meclislerine devredilecektir.
İlköğretim parasızdır. Zorunlu ilköğretimin fiili olarak uygulanılmasına
çaba gösterilecektir.
Her nahiye merkezinde ilkokul binalarının önem sırasına göre yapılmasına
öncelik verilecektir. Yöredeki ilköğretim o yöredeki nüfus çoğunluğunun diliyle
yapılacaktır.
Ancak devletin resmî dili olan Türkçe de bu okullarda mutlaka
öğrenilecektir. İlk ve ortaokullara öğretmen yetiştiren Darülmuallimler ihtiyaç
ölçüsünde açılacaktır.”
1918’de kurulmuş olan
Teceddüt Fırkası, programının 113. maddesinde konuya ilişkin yaklaşımını şöyle
ifade ediyor:
“Devlet ilkokullarında resmî dil öğretimi zorunlu olmakla birlikte
yörenin anadilinde öğretim yapılacaktır.”
YENİ DÖNEMDE
“MİSAK-I “MİLLΔ VE “ANASIR-I İSLÂMİYE”
24. 07.1923 tarihinde
imzalanan Lozan Antlaşması öncesi yapılan müzakereler sırasında ‘Azınlıklar Alt
Komisyonu’ndaki görüşmelerde azınlıkların korunması için konulacak hükümlerin
Anadoluda konuşulan Lazca, Çerkesçe, Kürtçe , Gürcüce, Abhazca gibi
anadillerini konuşanları da kapsaması gündeme gelir; tartışılır. Ancak İsmet
Paşa; Lazca, Çerkesçe, Kürtçe, Gürcüce, Abhazca gibi anadillerinin güvence
altına alınmasına karşı çıkar. İsmet Paşanın bu tavrı aslında, Mustafa Kemal
Paşanın o konuşmasının özüne tamamıyla aykırıdır. İsmet Paşanın kendince
gerekçesi vardır. Müslümanlara ve onların aralarında ayırım gözetilip gözetilmediği
ise, ilerleyen yıllarda görülecekti. Ancak kendisi şöyle demişti:
“Türkiye'de hiçbir Müslüman azınlık yoktur; çünkü Müslüman nüfusun
çeşitli unsurları arasında hiçbir ayırım gözetilmemektedir.”[8]
Yeni dönemle birlikte Mustafa Kemal Paşanın 1 Mayıs
1920 tarihinde Millet Meclisinde dile getirdiği Misak-ı Millî kavramı ve İslâm
Milletini meydana getiren unsurların hak ve hukuklarının da savunulacağı
düşüncesinden vazgeçildi. Namık Kemal’in ‘millet’ kavramı sahiplenildi ve
gereği yapılmaya başlandı. Misak-ı Millî, Mustafa Kemal Paşanın yukarıdaki
konuşmasında çerçevesini çizdiği şekilde değil, bugünkü sınırlar çerçevesinde
algılanılmaya ve sahiplenilmeye başlandı. Bu yaklaşımla beraber, Türkiye kendi
içine kapandı. Bu yeni dönemde, Mustafa Kemal Paşanın aynı konuşmasında
sahiplendiği İslâm Milleti ve onu meydana getirdiğini kabul ettiği çeşitli
unsurlar yok sayıldı. Yok sayılan yalnızca bu unsurlar değildi. Bu unsurların
anadilleri yok sayıldı. Üstelik bu anadillerinin konuşulmaları bile yasaklandı.
8 Aralık 1925’te, Milli Eğitim Bakanlığı; Kürt, Çerkes ve Laz, Kürdistan ve
Lazistan gibi ifadelerin kullanılmasını yasaklayan bir genelge yayınladı.
Mustafa Kemal Paşa, bu yeni düşüncesini, 1930’da
manevî kızı Afet İnan’a yazdırdığı ‘Yurttaşlık İçin Medeni Bilgiler’ adlı
eserinde açıklamıştır. Şunlar yazılmış:
“Bugünkü Türk
milleti siyasî ve içtimaî camiası içinde kendilerine Kürtlük fikrî, Çerkezlik
fikri, Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş
ve millettaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu
yanlış adlandırmalar, birkaç düşman aleti mürteci beyinsiz haricinde, hiçbir
millet ferdi üzerinde üzüntüden başka bir tesir hasıl etmemiştir. Çünkü bu
milletin fertleri de Türk toplumunun geneli ile aynı müşterek maziye, tarihe,
ahlaka ve hukuka sahip bulunuyorlar.”[9]
Bir
kez daha vurgulamakta fayda var: Kanunlarda yapılan düzenlemelerle Lazistan ve
Kürdistan kavramlarının kullanılması terk edildi. İller ve ilçeler yeniden
düzenlendi. Soyadı Kanunu çıkartıldı. Bu kanunla aynı sülâleden ailelere farklı
soyadları verildi. Köylerin adları değiştirildi.[10]
Türkiye
Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti ile her türlü bağını koparmak adına çok köklü
kararlar aldı ve bunları katı bir şekilde uyguladı. Bu uygulamalarından
bazıları ciddî insan hakları ihlâlleri içermektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin
yakın zamanlara kadar Türkçe dışındaki anadillerine karşı uygulamaları kültürel
asimilasyon özelliği taşımaktadır. Oysa; Lozan Antlaşmasının 39. maddesinin
yalnızca Hıristiyan azınlıkların dillerini değil, Türkçe dışındaki Müslüman
anadillerinin de varlık ve yaşamalarını da güvence altına aldığına, ancak bunun
Türkiye Cumhuriyeti tarafından uygulanmadığına ilişkin günümüzde çeşitli
yorumlar yapılmaktadır. Lozan Antlaşmasının 39. Maddesi şöyle:
‘‘Herhangi bir Türk yurttaşının gerek özel ya da
ticari ilişkilerinde, gerek din, basın ya da her türlü yayın konusunda ve gerek
toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir sınır
konulmayacaktır.’’[11]
Bir yazar, makalesinde
bu maddeyi aktardıktan sonra şu soruyu soruyor:
“... Şimdi lütfen
söyleyin... Türkçeden başka dilde yayın yapılmasına engel olmaya hakkımız var
mı? Var dersek Lozan'a bağlılık yüzünden mi yapacağız bunu, yoksa Lozan'ı tanımadığımızdan mı? Lozan'ın 77'nci yılında
yanıt verin bakalım...”
“YENİ DÖNEM”DE LAZİSTAN SANCAĞI, LAZLAR VE LAZCA
Müslüman
Lazlar Osmanlı Devletine her zaman sadakat gösterirler. Müslüman Lazların
yaşadıkları ülkeye olan bağlılıkları ve vatan savunmasındaki vatanseverlikleri
tamdır. Oluşturdukları gönüllü teşkilâtlarla Çarlık ordularına gerilla savaşı
ile karşı koydular. Ancak Osmanlı Devletinin, Çarlık Rusyası
karşısındaki her yenilgisi, Müslüman Lazları kitlesel göçlerle yüz yüze
bıraktı. 1828- 1829[12] Osmanlı-
Rus Savaşından başlamak üzere, 1877- 1878 Osmanlı- Rus Savaşları[13] sırasında
ve Birinci Dünya Savaşı sırası ve sonrasında da Müslüman Lazların Osmanlı
Devleti topraklarına kitlesel olarak göç etmek zorunda kaldıklarını biliyoruz.
Bu göçlerin sebepleri dinî idi. Büyük Britanya’nın Batum Konsolosu 1878- 1882
arasında yöreden 80.000 Müslüman Lazın göç ettiğini yazmaktadır.[14]
Müslüman
Lazların Osmanlı Devletine olduğu gibi, Kurtuluş Savaşına da bağlılıkları tamdır.
Arhaveli İsmail’in şahsında Müslüman Lazların bu bağlılıkları ve
kahramanlıkları şiirle de dile getirilir:
“... Ve çok uzak
çok uzaklardaki İstanbul limanında
gecenin bu geç vakitlerinde
kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen Laz t a k a l a r ı
hürriyet ve ümit
Gerek Osmanlı-Rus
Savaşları, gerek Birinci Dünya Savaşı ve gerekse de Kurtuluş Savaşında ortak
vatan uğruna gönüllü olarak kanlarını döken ve çoğu o zamanlar doğru dürüst
Türkçe konuşamayan Müslüman Lazların çocukları ve torunları yeni dönemle
birlikte anadillerini konuşma yasaklarıyla karşılaştı. Aşağıda bu yasaklara
ilişkin birkaç tanıklık aktarmak istiyorum.
1924 doğumlu M. Recai
Özgün Lazca konuşma yasaklarına ilişkin anılarını şöyle aktarıyor:
“ ... Otuzlu yıllarda okullarda Temizlik ve İntizam Kolu, Kızılay Kolu
gibi isimlerle çalışma kolları oluşturulurdu. Bunlar arasında ‘Lazca
Konuşanlarla Mücadele Kolu’ diye bir kol daha vardı. Ben dördüncü ve beşinci
sınıfta iken bir müddet bu kolun başkanlığını yaptığımı hatırlıyorum. Bu işi
faydalı olduğuna inanarak yapardık. Çünkü talebeler de öğretmenler de Laz
kökenli idiler ve Türkçeleri meramlarını ifade edemeyecek kadar bozuktu.
‘Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu’ndaki faaliyetlerime hiç anlam
veremezdim. Çünkü okulda tamam; Lazca konuşanlara ihtarımı yapardım, ama eve
gelince, köye çıkınca hiç Türkçe bilmeyen babaannem, dedem, komşuma hiç etkili
olamıyordum. Hal böyle olunca, onlarla ben de Lazca konuşuyordum. Yani ‘görevli
de suç işliyordu’. Garip bir kandırmaca. Bir çocuğun ikiyüzlü gelişmesinde
felâket etkili olacak bir uygulama. Ayrıca onlara, ‘Lazca konuşmayın’ demek , ‘Siz
hiç konuşmayın’ anlamına geliyordu. Çünkü Lazcadan başka dil bilmiyorlardı.
Böyle bir teklif, onların aklımızdan şüphelenmelerini gerektiriyor ve şaşkın
şaşkın gülmelerine vesile oluyordu. Bu çok büyük bir çelişki idi. Çocuk ruhumda
oluşan bu çapraşık duygular, beni konunun nedenlerini anlamaya doğru iterdi,
ama hiçbir izah tarzını da
bulamazdım. Bu konudaki pozisyonumu iki yüzlülük imiş gibi algılardım ve
hatırladığıma göre utanır veya sıkılırdım...”[16]
Mecit Çakırusta’nın
tanıklığı ise şöyle:
“Ben 1926 senesi 20 Mart doğumluyum. 1930’lu yıllarda ilkokul tahsilimi
Ardeşen/ Dutkhe’de yaptım. Okulda Lazca konuşmak yasaktı. Yalnızca
okulda değil, dışarıda da konuşulmayacaktı. Bunun tespiti için de talebeler
arasında görevlileri vardı. Öğretmen, Lazca konuşanları tespit edip kendisine
isimlerini getirenleri ödüllendiriyor ve talebeleri ispiyonculuğa teşvik
ediyordu. Lazca konuşanları da –yine talebelere yaptırdığı – özel fındık
ağacından çubuklarla avuçlarını kırbaçlıyordu veya parmaklarımızı birleştirip
tırnaklarımıza cetvelle vuruyordu. Bu tutum ve davranışın bana yaptığı
psikolojik tahribatın yaşam boyu uzun zamanımı aldığını, bu aşağılanma
suçluluk, ama bu suç ve yabancılık bende hep var olacaktı. Üstümden
atamayacaktım. Çünkü ben Laz’dım ve Lazca konuşuyordum, Lazca şarkı
söylüyordum. Ülkemizdeki bu tür baskılar, ülke insanına çok büyük beyin
tahribatlarını yaptığına inanıyorum. Öyle düşünüyorum. Ülkemde bir tek Nobel
ödüllü olmaması acaba bu tür baskıların bir sonucu mudur diye düşünüyorum.”[17]
1939 doğumlu olan Hopalı
”Yılmaz Avcı’nın anısı da şöyle:
“ ... Okullar açıldığı gün öğretmenimizin okulda Lazca konuşmayı
yasaklaması ile beraber bizim de en önemli iletişim kaynağımız kesilmiş oldu.
Ancak teneffüslerde, öğretmenden uzak olduğumuz noktalarda kontrollü olarak
Lazca konuşabiliyorduk. Zira, Türkçe bize çok zor geliyordu. Tabi bu arada
yakayı suçüstü ele verenler de mutlaka cezalarını çekiyorlardı. Yine bir gün
teneffüse çıkar çıkmaz, hala oğlu Muhammet’in, okulun önünden geçmekte olan bir
atı görür görmez, iyi Türkçe bildiğini bizlere ispat etmek istercesine,“Aha,
tskheni gelii!!! (İşte, at geliyor!!!) “diye bağırmasıyla beraber, öğretmenin
parmaklarının kulağına yapışması bir oldu. Öğretmen, “Aha, tskheni gelii,
haa!!!” diye bağırıp bir tokat yapıştırdı. Sonra bir ve bir daha. Bu olaydan
sonra bizler de çaktırmadan Lazca konuşabilmek için bir arayış içine girmiştik.
O büyük mücadele sonunda, öğretmenin galip geldiğini söylemeye her halde gerek
yok!”[18]
1945 Pazar Doğumlu Yavuz Bahadıroğlu,
yaşadıklarını şöyle kaleme almış:
“Arkadaşlarımdan biri (hangisi olduğunu
hatırlayamıyorum) kolundaki kırmızı kollukla çok havalı duruyor karşımda.
Kırmızı kolluğun üstüne nakış iğnesiyle ablasının işlediği beyaz yazıyı sökmeye
çalışıyorum: “Lz. Kl. Bşk.”…
Anlamını çıkaramayınca da soruyorum: “Ne
yazıyor?..”
“Lazca Kolu Başkanı” diyor gururla, “Başöğretmen
seçti.”
“Ne işe yarıyor?” diye soruyorum bu kez.
“Lazca konuşanları Başöğretmene şikâyet
edeceğim.”
“Yani şimdi ben Lazca konuşsam da söyler misin?”
Kısa bir tereddütten sonra karşılık veriyor:
“Evet, vazife vazifedir.”
“Peki, sen evinde hiç Lazca konuşmaz mısın?”
“Peki, sen evinde hiç Lazca konuşmaz mısın?”
Bu soruya uzun süre cevap veremediğini, sonra da
kem-kümlerle geçiştirdiğini hatırlıyorum. Çünkü hepimizin ailesinde olduğu
gibi, onun ailesinin yaşlıları da doğru düzgün Türkçe bilmiyordu. Ailemizle iletişim kurmak için hepimiz evde Lazca konuşmaya
mecburduk. (…) Konu zaman içinde öylesine abartıldı ki, günün birinde tek
kelime Lazca konuştuğum için Laz öğretmenimden enseme okkalı bir şaplak yedim.
Yıllar sonra bir köy düğününde bunun hesabını
yarı şaka yarı ciddi sorduğumda gülmüş, “Vaktiyle Köy Enstitülerinde bize ‘tek
lisan, tek vatan, tek millet’ diye öğretmişlerdi” demişti.
Bilmez olur muyum? Biliyorum ve ana dilde
konuşamamanın, yazamamanın, okuyamamanın acısını bugün bile içimde
hissediyorum…” [19]
1944 doğumlu Fındıklılı
Nurdoğan Demir’in, o yıllara ilişkin olarak yazdıkları ise şöyle:
“…O yaşımda başka bir dilin varlığını bile bilmiyordum. Lazca
konuşmayacaktım da ne konuşacaktım ki? Yoksa biz, hani şu öğretmenlerimizin
konuştuğu dilden mi konuşacaktık? Öğretmenler Türkçeyi bana göre çok güzel
konuşuyorlardı. Açıkçası imreniyorduk. Ama o dilden bildiğimiz on kelimeyi
geçmiyordu ki, nasıl olacaktı bu iş? O zamanlar bizim için ‘Lazca konuşma’
demek, ‘Hiç konuşma’ demekle eşti. İlk zamanlar adeta ağzımız kilitlenmişti.
Dilsiz kalmıştık!”[20]
1956 doğumlu Pazarlı
T.M., o döneme ilişkin tanıklığını şöyle aktarıyor :
“Türkçeyle ilk tanışmam, annemin beni elimden tutup kayıt yaptırmak için
okula götürdüğü gün oldu. Bir odaya girdik. Annemin elini sıkıca tutuyordum.
Sonradan müdür olduğunu öğrendiğim adam, bir şeyler konuşuyordu. Ben ise hiçbir
şey anlamıyordum.(...)
Artık sınıftaydım. Sıramda oturuyor, bir yandan da okul bahçesinde
bekleyen annemi gözlüyordum. Sınıftaki öğretmenin konuşması yine benim
bilmediğim bir dildeydi ve O’nu anlamıyordum.
Teneffüsler benim için oyun oynamak için değil, arkadaşlarımla (Lazca )
konuşma ihtiyacını karşılayabildiğim yegâne zamanlardı.
Derslerin teneffüslerden sonraki ilk beş dakikası dayak seansları ile
geçiyordu. Suçumuzun ne olduğunun bilincinde değildik. Sonraları anladık ki,
suçumuz Lazca konuşmakmış. Lazca konuşanların isimlerini okulda kurulu olan
‘Lazca Konuşturmama Kolu’ görevlileri okul idaresine bildiriyordu. Bu
görevliler, yaşça bizden daha büyük olanlardı. Bütün günlerimiz bu
uygulamalarla geçiyordu.
Bir süre sonra, dayak yememek için Lazca konuşmamayı, yani susmayı tercih
ettim. Başka bir dil, yani Türkçeyi bilmiyordum ve dolayısıyla da dersleri
anlamıyordum. Tahtada yazılı olanları muntazaman defterime geçiriyordum.
Öğretmen, başarılı bir öğrenci olduğumu (!) düşünmüş olacak ki, ikinci sınıfa
geçtim.
İkinci sınıfta yavaş yavaş Türkçe konuşmaları anlamaya başladım.
Aradan yıllar geçti. Lazca konuştuğumuz için bizi döven öğretmenimizle bu
konuyu konuştum. ‘Lazca Konuşturmama Kolu’ diye eğitsel kolun olduğunu O’ndan
öğrendim.
‘Niye bizi çok dövüyordunuz? Çok mu yaramazdık?’ diye kendisine
sorduğumda şu cevabı verdi : ‘Hayır! Seni uslu bir çocuk olarak hatırlıyorum.’
‘Sizden yediğim sopaları birbirine eklesem Boğaz’a üçüncü köprü olur.’
Öğretmenimiz, bugün güzel (!) Türkçe konuşmamızı bu uygulamalarına
bağlıyor. Başarılı” olduğunu kabul etmek gerek!”[21]
1960 doğumlu Ardeşenli
K.S.’nin tanıklığı ise şöyle:
“Türkçe bilmemenin sıkıntısı okulda Lazca konuşma yasağıyla pekişirdi.
Ama her çocuğun başında bekleyemezdi ‘yabancı’ dediğimiz, Laz olmayan, çoğu
Orta Anadolu kökenli öğretmenler. Teneffüs zili çalar çalmaz dilimizin bağı
çözülür, Lazca konuşuyorduk. İspiyoncu ve ihbarcı çocukların ikazlarına aldıran
yoktu. Çocukluk arkadaşlarımı hâlâ aynı canlılıkla hatırlarım, şevkle Lazca
konuşmalarını, ince seslerinin yankılandığı su değirmenindeki annelerinden
öğrendikleri uzun Lazca ağıtları .”[22]
MİLLET MEKTEPLERİNDE ANADİLİ SORUNU ÇÖZÜLEBİLİRDİ
Bütün bu tanıklıkların, CHP’nin tek parti
diktatörlüğü altında ve onun şekillendirdiği yıllarda yaşandığını biliyoruz. Bu
çocuklara baskılar uygulayarak sindirmek, onları pedagojik sorunlarla karşı
karşıya bırakarak kişilik ve kimliklerinde ağır yaralar açarak sözde eğitim-
öğretim vermek yerine, Türkçeyi de kendi anadilini de iyi bilen, kendisine
güvenen, kendisi ile barışık, çevresi ile uyumlu, üreten, sağlıklı ve mutlu
vatandaşlar yetiştirilebilir; bugünküne benzemeyen bir vatan kurulabilirdi. 1
Ocak 1929 tarihinde faaliyete geçen Millet Mektepleri ile çözüm üretilebilirdi.
Böylelikle; hem kendi anadili ve Türkçe ile iki-dillilik süreci bugünlere
kurumsal bir yapı ile olarak oluşabilirdi. Hem Türkçeyi ve hem de kendi
anadilini çok iyi bilen, konuşan ve okuyup yazabilen en az dört kuşak
yetiştirilebilirdi. Bütün bunlar para ve diğer kaynakları aktararak değil,
ancak öncelikle vatandaşına güvenen vatansever bir kafayla yapılabilirdi.
Askerliğini onbaşı veya
çavuş olarak yapan ve Türkçe okuma- yazma bilen gençler Ankara Dil Tarih
Coğrafya Fakültesi’nde açılacak bir ‘Türkiye’nin Anadilleri Enstitüsü’nde kısa
dönem ancak yoğun bir eğitim ve öğretimden geçirilerek, kendi yörelerinde
Türkçeyi Latin harfleriyle okumayı ve yazmayı öğrettikleri gibi, o yörenin anadilinin
de öğretmeni olarak da görev yapabilirlerdi. CHP’nin tek parti iktidarı,
1930’lu yıllardan başlamak üzere Lazcaya da diğer anadilleri gibi kültürel
asimilasyon uygulanmıştır.
CHP’NİN TEK
PARTİ YÖNETİMİNDE
Devlet İstatistik
Enstitüsünün, ‘İslâm Azınlık Dilleri’ adını verdiği anadilleri sahipsizdi
TKF’nin 1926 programının 11. maddesi bu anadillerini vb. konularda şunları
diyordu:
“...TKF, Halk Fırkasının Müslüman azınlıkları zorla Türkleştirmek,
Hıristiyan ve Musevî azınlıkları da ezmek siyasetine her vasıtayla karşı
koyar... TKF, onlar için hukukta tam bir eşitlik; dillerini kullanmak ve
kültürlerini yayma ve eğitim konularında tam bir serbestî talep eder…”[23]
CHP’nin tek parti
iktidarı Lazcaya kültürel bir asimilasyon uygulamakla kalmamış, aynı zamanda
Lazların tarihsel olarak yaşadıkları eski Lazistan Sancağı bölgesinden
sürülmelerine ilişkin bazı çalışmalar yapmış, soykırım projeleri üretilmeye
çalışılmış ve bilinen (şimdilik) bir de rapor hazırlamıştır. CHP’nin ‘9.
Bürosu’ tarafından İkinci Dünya Savaşı yıllarında hazırladığı bu raporu
irdeleyen Rıdvan Akar şunları yazıyor:
“... anadilleri Türkçeden başka olan, ancak küçük gruplar halinde yaşayan
Müslüman yurttaşlar konu ediliyor. Toplu halde yaşadıkları için kendi dil ve
geleneklerini muhafaza eden bu topluluklar potansiyel tehlike olarak anılıyor.
Lazların sınır boylarından iç kesimlere[24] kaydırılması,
toplu yaşamalarına engel olunması, bunun mümkün olmadığı hallerde en zengin ve
verimli köylerden başlayarak buralara yüzde elli oranında Türk yerleştirilmesi
ve okullar açılması öneriliyor ...”[25]
Manisa Mebusu Mehmet
Sabri Toprak, CHP’nin tek parti iktidarından aldığı cesaretle kendi
vatandaşlarının anadilleriyle ilgili olarak meclise bir kanun teklifi sunar. Sabri
Toprak’ın 1938’de verdiği kanun tasarısı çarpıcı bir örnek oluşturur. Bu
tasarı, Türk vatandaşlarının evlerinin dışında umuma açık yerlerde, her zaman
Türkçe konuşmalarını, aksi takdirde 1-7 gün arasında hapis ve 10 ile 100 kuruş
arasında para cezasını öngörüyordu. Bunların diplomalarına da el konulacak ve
doktorluk, öğretmenlik ya da gazetecilik yapamayacaklardı. Ceza olarak toplanan
paraların bir bölümü de ihbarcılara ödül olarak dağıtılacaktı. Yine bu tasarıya
göre Türkçe bilmeyen Türk vatandaşları bir yıl içinde öğrenmeye mecburdu. Yoksa
onları Türk vatandaşlığından çıkartılmak bekliyordu.
Dönemin Antalya Mebusu
Rasih Kaplan’ın Mecliste yaptığı konuşmasından Rıdvan Akar şunları da
aktarıyor:
“ ... Bazı unsurlar pek arsızca hareket ederek Türk milletinin diline
hürmet etmiyorlar. Evlerinde istedikleri dili konuşabilirler. Fakat umumi
yerlerde... bir kısım Türk vatandaşının konuştuğu Türkçe değildir. Ey vatandaş,
eğer Türk vatandaşı isen Türk diline saygı göster. Karşındaki Türkleri de
rencide etme.”
CHP’nin
tek parti iktidarının oluşturduğu bu iklimde bir yazar, henüz bir buçuk
yaşında olan oğluna yazdığı mektupta söyle diyor:
“Yağmur Oğlum;
Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim kapatıyorum. Sana
bir resmimi yadigâr olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol!
Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün
milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi
düşmanlarımızdır.
Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar,
Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.
Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır.
Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar,
Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerideki düşmanlarımızdır. Bu kadar çok
düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.
Tanrı yardımcın olsun.”[26]
SORGULAMAYAN
AYDINLAR
CHP’nin
tek parti iktidarının başlattığı kültürel asimilasyon o kadar başarılı olmuştur
ki, aşağıdaki makaleyi kaleme alabilecek zihniyette insanlar da yetişmiştir.
Makale 1970’li yıllarda ‘Rize’de Dil Sorunu’ başlığıyla bir dergide
yayımlanmış. Makaleyi kimin yazdığı ve nereden yayınlandığından çok, makalede
yazılanlar önemli:
“Türkiye’de öteden beri çeşitli diller yaşamaktadır. Bunlardan biri de
Rize’nin bazı kazalarında hususiyle, Pazar, Ardeşen, Fındıklı ve bir de
Çoruh’un bir iki ilçesinde konuşulanıdır. Bu dile nedense “Lâzca” ismi
atfedilir. Lâzcanın menşei bizi ilgilendirmediği gibi onun üzerinde söz edecek
de değiliz. Konumuzun ilişeceği husus bu dilin mahzurları ve değersizliğidir.
Yukarıda yazdığım birkaç kazada bu dile Lâzca denmesi zannederim ki o muhitte
yaşayanlara Lâz lakabı verilmesinden ileri geliyor. Lâzca bundan öncesine kadar
hemen hemen orada yaşayanların ilk öğrendikleri, diğer bir deyişle anadilleri
idi. Daha yeni konuşmaya başlayan çocuk şüphesiz ki, Lâzca kelime ve deyimler
kullanacaktır. Çünkü ebeveyn ve muhitin müşterek lisanı budur.
Çocuk suçsuzdur. Hangi terbiye altında yetişirse o terbiye ile gelişir.
Eğer bu bapta kendine bir suç atfedilecekse haksızlık edilmiş olur. O halde
ebeveyn de kendi ebeveyni tarafından aynı dil öğretişine mâruz kaldığına göre
suçu araştırmak dilin menşeini araştırmak kadar derinliklere sürükler bizi.
Burada bir suç işlenmişse bu telâfi edilmelidir
Evet, Lâzcayı ana dili yapmak suçtur. Şüphesiz ki bu suç hukukî
değildir. Fakat içtimai bir suçtur. Bugün bile ekseri köylerde (Sahilleri
istisna edebiliriz) altı yaşını doldurup ilkokul öğrencisi olmak hakkını edinen
her çocuk hemen hemen hiçbir Türkçe kelime bilmemektedir. Böyle Türkçe
kelimelerden yoksun boş kalıplar gibi okula gelen zavallı çocuklar zorlu bir
sıkıntı içindedirler. Yalnız birinci sınıfların mevcut olduğu bir köy
ilkokulunda Türkçe’yi bilen yalnız tek kişidir. Tek kişi sadece Türkçe öğretip
onları yetiştirme çabasındadır. Bereket öğretmenlerin de çoğu bu adı geçen dili
bilmektedir. Lazcayı bilmeyen bir öğretmenin yukarıdaki tanımda olan bir
ilkokuldaki manzarasını düşünün. Çocukla öğretmen arasında derin bir
anlamamazlık fırtınası kasırgası esecek ve netice olarak da semere sıfır
olacaktır. Burada öğretmenlerin bu kutsî çabalarını överek belirtebilirim.
Onların öğrenci yetiştirmek babında ne kadar çok çalışıp ne keder güç sarf
ettiklerini düşündükçe yüreğimde beliren hürmet ve saygı duyguları tüylerimi
ürpertiyor. Öğretmen önce okulda, yolda ve evde bu dili konuşmayı şiddetle
yasaklar. Konuşanları şikâyet etmelerini tenbihler. Konuşanlara en ağır
müeyyideleri tatbik eder. Fakat bütün bu tedbirler istenileni vermekten uzak
düşmektedir. Çünkü bir kere bu dil çocuk üzerinde derin bir kök salmıştır. Onu
unutmasına ve Türkçeyi lâyıkı veçhile öğrenmesine hemen hemen imkân yoktur.
Hayatı boyunca da bunun acısını daima çekecektir
O halde bu derece hiçbir şey demek olan ve üstelik zararlı olan bu dil
neden konuşulsun? Onu konuşup ana dili yapmak suç değil de nedir? Sonra hakiki
dilimiz Güzel Türkçeyi ihmal etmek demek değil midir?
Öyleyse bu dilin kökünü kazımalıyız. Diyeceksiniz ki dil bir havuç
değildir ve kolay kolay bunun sonu getirilemez. Ama ben bunun aksini söylemekte
israr edeceğim. Zira bu dili ayakta tutacak hiçbir kaynak yok... maarif ile
ailelerin elbirliği ile çalışmaları yeter. Her aile en azından öğretmen kadar
kendi çocuğu üzerinde dursa ve ona doğuştan Türkçeyi öğretse dava zamanla
halledilmiş olur ve çocuklar da bu acaip dilin şerrinden kurtulmuş olurlar.”[27]
CHP’nin tek parti
yönetimi ve Soğuk Savaş yılları sırasında diğer anadillerine karşı izlenen
kültürel asimilasyon politikaları Lazcayı da hızlı bir yok oluş sürecine
sürükledi. Bu dönemde Lazca açısından önemli bir gelişme
oldu. Türkiye Lazları arasında Lazca Masallar derlendi. Bu çalışmayı
yapan ne yazık ki, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı değildi. Ve çalışmaları, yine
ne yazık ki, Türkiye’de değil Fransa’da yayınlandı. Bu Lazca masal
derlemelerini yapan kişi Fransız dilbilimci Georges
Dumézil idi.[28]
BAZI İL VE İLÇELERİN
SINIRLARI SIKÇA DEĞİŞTİRİLDİ
Yalnızca Lazistan
Sancağı lâğvedilmedi. Bu sancak içinde yer alan kazalar arasında da
düzenlemelere gidildi. Bir ara Rize ve Artvin birleştirilerek Çorukh vilâyeti
oluşturuldu. [29] Sonra
tekrar Rize ve Artvin vilâyetleri oluşturuldu. Daha da sonra Laz köylerinin
adları değiştirilmekle kalınmadı, farklı bir dil konuştukları ve toplu olarak yaşadıkları
için Eski Lazistan Sancağının demografik yapısını değiştirme konusunda raporlar
düzenlendi. Bütün bunlar kültürel asimilasyonlar CHP’nin tek parti iktidarında
ve onun açtığı yolda gerçekleştirildi. Bu uygulamalar entegresyon değil,
kültürel asimilasyondu.
16 Mart 1921 tarihinde
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Rusya Sovyet Federatif Sosyalist
Cumhuriyeti arasında imzalanan Moskova Antlaşmasıyla Eskiden Lazistan Sancağı
içinde yer alan köylerin çok büyük bir kısmı Türkiye sınırları içinde kaldı.
Sınır ise, Sarp Köyünü ikiye böldü. Köyün yarısı Türkiye Cumhuriyetinde diğer
yarısı ise Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’nde kaldı. Ancak bu
sınır, köyden geçen dereye göre çizilir. Böyle olunca da bu köyde yaşayan
akrabalar ikiye bölünür. Kimisinin evi bir ülkede, tarlası bir diğer ülkede
kalmış olur. Pasavanla iki ülke arasındaki günübirlik geçişlere 1937 yılına
kadar izin verilir. Bu tarihten sonra karşılıklı geçişlere son verilir, ta ki
31 Ağustos 1988 tarihine kadar. Bu sınır, yalnızca bu iki ülkenin
arasındaki sınır olmakla kalmadı, Soğuk Savaş yıllarında ise, Nato ve Varşova
askerî paktlarının da hassas sınırlarından bir tanesi haline geldi.[30]
ENTEGRASYON
DEĞİL, ASİMİLASYON
İkinci Dünya Savaşı
öncesi, savaş yılları ve ardından gelen soğuk savaş yıllarında uygulanan
asimilasyon politikalarıyla Lazca Türkiye’de hep erozyona uğradı, sahipsiz
kaldı. Lazca konuşuluyordu, ancak gazete, kitap, radyo ve okul olmadan geleceğe
taşınması zor görünüyordu. Uygulanan asimilasyoncu politikalar dilin yok
oluşunu hızlandırmakla kalmıyor, resmî ideoloji ve resmî tarih tezleriyle
desteklenen kimi yayınlar da kütüphanelerdeki yerini alıyor ve Laz tarihi
karartılıyordu. Bu şartlar altında Müslüman Lazların kimliğini yaşatacak
aydınlar da yetişemiyordu.
Sovyetler Birliği ile
Türkiye Cumhuriyeti arasındaki kimi siyasî sürtüşme ve tartışmalar Lazlar ve
Lazistan Sancağının eskiden kapsadığı alan üzerinden de yürütüldüğü için, bu,
Lazcayı sahiplenecek aydınların yetişmesini engelleyici bir diğer faktör olarak
karşımıza çıkıyor. Bu konuda Türk Tarih Kongresine sunulan bir tebliğ ilginç
bir özellik taşır.[31] Tebliği
sunan kişi, Lazların kökenine ilişkin asılsız iddialarda bulunmakla kalmaz,
Sovyetler Birliği ve Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ile ilgili
hesaplaşmalarını Lazlar üzerinden yapmaya çalışır. Bu yapılanın vatanseverlikle
bağdaşmadığını belirtmek zorundayım.
Lazlar, 1972’de bu yazar
tarafından hedef alınmak için ne yapmışlardı? Geriye dönük olarak gazete ve
ilgili dergi arşivleri incelendiğinde, o yıllarda yazarı böyle bir makale
yazmaya sevk edecek tek bir haklı sebebin bulunmadığı açıkça anlaşılıyor.
Yazarın, yalnızca Lazları değil, Megrelleri, Svanları ve Gürcüleri de hedef
aldığını ve aşağıladığını da görüyoruz. Bu yazar, söz konusu makalesinde asıl
hedef aslında Sovyetler Birliği ve Gürcüstan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’dir.
Yazar, Sovyetler Birliği’nin 1945’te Türkiye’den toprak talebinde bulunmasının
ve 1968’de İstanbul’da Ahmet Özkan Melaşvili imzasıyla yayımlanan ‘Gürcüstan’
başlıklı kitabın acısını Müsküman Lazlardan çıkarmaya çalışmıştır.
NEDENSE ‘LAZ’
FIKRALARINA YASAK YOK
Soğuk Savaş yılları
Müslüman Lazlar ve Lazca bakımından böyle olumsuz şartlarda geçti. Bir de ‘Laz’
fıkraları vardı. Lazlık adına ne varsa, CHP’nin tek parti iktidarının
oluşturduğu resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri tarafından karartılmış,
saptırılmış ve yasaklanmıştı. Ancak Lazların fıkralardaki gibi kalmaları çok
istenmiş olmalı ki, bu fıkralara bir yasaklama getirilmemiş:
“Garson:
- Burası canlı beyin lokantası. Her türlü beyin var efendim! En pahalısı
da Laz beyni!
Müşteri:
- Aa! Neden o?
Garson:
-İki Laz kesiyorsun, bir beyin çıkıyor!”[32]
Nüfus sayımlarında
vatandaşların anadillerine ilişkin sorular sorulduğunu ancak bu anadilleriyle
ilgili olarak gereğinin yapılmadığını burada bir kez daha belirtmeliyim.
DİE’NİN
TANIMLAMASI: İSLÂM AZINLIK DİLLERİ
Devlet İstatistik
Enstitüsü’nün, anadili sonuçlarını açıkladığı son nüfus sayımı 1965’de
yapılandır. Türkiye’de konuşulan diller şöyle sınıflandırıyordu:
A. Türkçe
B. “İslâm Azınlık Dilleri”: Abazaca, Acemce, Arapça, Arnavutça, Boşnakça, Çerkezce, Gürcüce, Kürtçe, Kırmanca, Kırdaşça, Lazca, Pomakça, Zazaca
C. “Diğer Azınlık Dilleri”: Ermenice, Yahudice, Rumca
D. “AngloSakson Dilleri”: Almanca, Flamanca, İngilizce
E. “Latin Dilleri”: Fransızca, İspanyolca, İtalyanca
F. “Slav Dilleri”: Bulgarca, Çekçe, Hırvatça, İsveççe, Lehçe, Romence, Rusça, Sırpça
G. “Diğer Diller”: Bilinmeyen[33]
B. “İslâm Azınlık Dilleri”: Abazaca, Acemce, Arapça, Arnavutça, Boşnakça, Çerkezce, Gürcüce, Kürtçe, Kırmanca, Kırdaşça, Lazca, Pomakça, Zazaca
C. “Diğer Azınlık Dilleri”: Ermenice, Yahudice, Rumca
D. “AngloSakson Dilleri”: Almanca, Flamanca, İngilizce
E. “Latin Dilleri”: Fransızca, İspanyolca, İtalyanca
F. “Slav Dilleri”: Bulgarca, Çekçe, Hırvatça, İsveççe, Lehçe, Romence, Rusça, Sırpça
G. “Diğer Diller”: Bilinmeyen[33]
DİE’nin “İslâm Azınlık
Dilleri” olarak adlandırdığı anadillerinin dışında da anadillerinin bulunduğunu
belirtmeliyim. Türkiye’deki nüfus sayımlarında hiçbir zaman dikkate alınmayan
benim şimdi adlarını hatırlayabildiğim anadilleri şöyle: Pontusça, Hemşince,
Ubıkhça, Vaynakhça (Çeçen-İnguşça), Asetince (Osetçe), Avarca, Lezgice,
Kumukça, Gazi Kumukça (Lakça), Dargice, Karaçay(lı)-Balkarya(lı)ca, Uygurca,
Tatarca, Kırgızca, Kazakça, Özbekçe, Nogayca. Ayrıca aynı kaderi paylaşan
Süryanice de unutulmamalı.
SARP SINIR
KAPISI
Misak-ı Millî’nin Müslüman
Lazları bu süreçlerden geçerek Soğuk Savaş yılları sonrası döneme ulaştılar.
Sovyetler Birliğinin çözülüş sürecine girmesiyle birlikte çok önemli birkaç
gelişme oldu. Bunlardan ilki Batı Almanya'da yaşayan zamanın Laz gençlerinin de
içinde yer aldığı ‘Lazebura Çalışma Grubu’nun oluşmasıdır. Bu grup, Sovyetler
Birliği Lazlarının kültürel hakları iptal edilmeden önce kullandıkları Latin
alfabesine dayanan Lazca alfabeden çok az farklılıklar taşıyan yeni bir Laz
alfabesini 1984'te Lazca metinlerle birlikte yayımladı. Alfabenin Türkçe de
yayımlanan sunuş bölümündeki şu ifadeler dikkat çekicidir:
"Lazca alfabenin açıklanmasının asıl amacı, dilsel ve kültürel
gelişmeye yardımcı olmaktır. Tek tek dillere karşı saygı göstermek ve değer
vermek, bugün eski Türk ve İslâm geleneklerinin derinliklerinde bulunmaktadır.
Bunun en güzel örneğini şu atasözü vurguluyor: ‘Bir lisan, bir insan. O halde: İki lisan, iki insan’ (...)
Binlerce seneden beri kuşaktan kuşağa ulaşan Lazca, artık yazı dili olarak da
Türkçe ile birlikte gelecek kuşaklara aktarılsın! Lazuri Nena va ğurasen.
İnşâllah!"[34]
Lazebura Çalışma Grubu,
alfabenin ardından 1991’de ‘Nananena/ Anadili’ adlı ders kitabını ve 1992’de de
‘Lazuri Ambarepe/ Lazca Haberler’ adlı Lazca dergiyi yayımlar. Gerek Lazca
alfabenin sunuş yazısında ve gerekse de diğer yayınların içeriğinde siyasî
anlamda tek satır yoktur. Özellikle vurgulanan Lazca'nın yaşamasıdır.
Bir diğer gelişme
Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasındaki Sarp
Sınır Kapısının 31 Ağustos 1988 tarihinde açılmasıdır. Sarp Sınır Kapısının
açılması Türkiye ve Sovyetler Birliği Lazlarının kucaklaşması açısından
önemlidir.
LAZCAYI YAŞATMA
MÜCADELESİ
Üçüncü önemli gelişme,
Gürcüstanlı iki Lazın yıllar önce yazdıkları kitabın Türkiye'de
yayımlanmasıydı. Kremlin tarafından şekillendirilmiş ‘Gürcü resmî ideoloji ve
tarih tezleri’nin ağır izlerini taşıyan bu kitap eksikliklerine,
yanlışlıklarına ve çevirideki kimi sıkıntılara rağmen, kimi Lazları tarihlerini
araştırmaya itmesi bakımından önemli bir yayındır.[35]
Bütün bu gelişmeler, Laz
aydınlarının birbirlerini tanımasına ve ortak bir anlayışa iter. Bu süreçte dil
ve kültürlerinin hızla bir yok oluşa gittiğini gören bir grup Laz aydını
arayışa girer. Lazca'nın tarihsel olarak kullanıldığı yörede bir grup genç
insan bir ‘Laz Kütüphanesi’ kurmayı planlar. Ayrıca bir de ‘Laz Kültür Merkezi’
oluşturma düşünceleri vardır. Bu çabaları açık bir biçimde yasaklanmamasına
rağmen, yetkililerin tutumu nedeniyle başarılı olamazlar.
Bir ‘Laz Vakfı’ veya
‘Laz Enstitüsü’ kurma fikri İstanbul'da yaşayan çeşitli yaş, meslek ve siyasî
görüşten Lazlar arasında da etkili olur. Bir ‘girişim komitesi’ oluşturulur ve
kendisini basın yoluyla deklare eder:
"Biz, dil, kültür ve ulusal demokratik haklar diyebileceğimiz
haklarımızı almak istiyoruz. Bunun dışında amacımız ayrışmak değil. Yine
birlikte olmak. Ama kendi kimliğimizi muhafaza edip gönüllü birliği sağlayabilmek…. Onun haricinde
bir başka amaç taşımıyoruz." [36]
Girişim Komitesinin
çabaları dikkat çeker. Vakıf kurma çalışmaları sırasında ‘Bölücülük mü
yapıyorsunuz?’, ‘Devlet mi kuruyorsunuz?’ gibi şüphelerle karşılaşırlar.
‘Girişim Komitesi’, mülakatlarında Anadolu'da her zaman var olduklarını
vurgularlar:
“Bizler ne Ermeniyiz, ne Pontusuz, ne Gürcüyüz, ne Türküz. Bizler Lazız.
Ve yaşamımızı böyle de sürdüreceğiz. [37]
Bir gazetenin bu
girişimi sunuş biçimi, resmî ideolojinin yaklaşımını örnekler. Bu gazete,
‘komite' ile ilgili haberini şu başlıkla verir:
"Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu dönemde çatlak bir
ses: 'Türk değil Laz'ız!"
Gazetede manşete
çıkartılan ifadelerden biri de şudur:
"...Biz ne Gürcüyüz, ne Ermeniyiz ne de Türk'üz..."
Bu gazetenin, bir hafta
boyunca bir hedef gösterme kampanyası yürüterek Türk milliyetçisi duyarlı
kesimlerin tepkilerini ‘Laz Vakfı Girişim Komitesi'ne yöneltmek ister.[38] Bütün
bunlar bir vakıf kurulmasını engeller. Ancak bir süre sonra ‘Ogni
Kültür Dergisi’ yayın hayatına başlar. [39] ‘Çıkarken’
başlıklı makalede şu görüşlere de yer verilir:
"...Lazların da var olmak, kimliklerini yeniden ve çağdaş bir içerik
ile kazanmak ve korumak, özgür ve korkusuzca yaşamak hakları vazgeçilmez bir
doğal hak olarak kazanılmayı beklemektedir. (...) Ogni Anadolu mozaiğinin
parçası olan Lazların dili, tarihi, edebiyatı, folkloru, müziği, sosyolojisi,
etnografyası, arkeolojisi, coğrafyası ve diğer; bilim, kültür, sanat,
araştırma, tanıtım ve yeniden inşa için yayın faaliyetiyle evrensel kültüre
katkıda bulunurken diğer yandan Kafkas ve Anadolu'da yaşayan halkların ortak
sesi, bölge halklarının kardeşlik köprüsü olacaktır."[40]
Laz dili ve kültürünü
yaşatmaya yönelik bir vakıf 1992 yılında İstanbul’da değil, ama 1996 yılında
İzmit'te kurulabilir. Vakıf senedinde, vakfın başlıca amacı şu şekilde
belirtilir:
“Vakıf; Borçka, Hopa, Arhavi, Fındıklı, Ardeşen ve Pazar ilçelerinde
yaşayan, kökeni bu bölgeler olup ekonomik ve sair sebeplerle yurdun çeşitli
yöreleri dağılmış olan, bu bölgelerle benzer kültürlere sahip yurtdışında kalmış yerleşim
birimlerinde iken savaşlar ve savaş sonrası göçler sebebiyle yurdun çeşitli
yörelerine yerleştirilen yukarıda üç bölümde sayılan özelliklere sahip olup
halen yurtdışında bulunan vatandaşlar arasında; ekonomik ve sosyal dayanışmayı
sağlama müşterek kültür ve örf adetleri yaşatmak.”[41]
‘Sima Doğu
Karadenizliler Hizmet Vakfı’, ‘Sima’ adını taşıyan bir de dergi yayımlar. Bu
dergi, sayfalarında kültürel ve dilsel konularda makalelere yer verir ve önemli
bir işlev üstlenir. ‘Ogni’ ve ‘Sima’dan sonra ‘Mjora’, ‘Skani Nena’, ‘Tanura’
ve ‘Ağani Murutskhi” ve internet üzerinden de ‘Gazeta Noğa’ adlı periyodikler
de yayımlanır.
Laz aydınları[42],
Türkiye Cumhuriyetinin birer vatandaşı olarak Lazcayı sahiplenme, geliştirme ve
gelecek kuşaklara kurumsal aktarma amacıyla çalışmaya başlarlar.[43]
TRT’DE LAZCA
YAYIN YOK
‘RTÜK’ten Lazca yayına
Uyarı’ başlıklı haber, henüz yasal düzenlemelerin yapılmamasından kaynaklanan
uygulamalara ilişkin durumu gözler önüne sermekteydi:
“Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Rize Gelişim TV’ye “Lazca” yayın
yaptığı için uyarı cezası verdi. Üst Kurul, Gelişim TV’nin “Lazca” sunduğu
müzik-eğlence programı ile “radyo ve televizyon yayınlarının Türkçe yapılması”
ilkesini çiğnediğini savundu. Üst Kurul, bu kuralı bugüne kadar yalnızca Kürtçe
yayınlar konusunda uygulamıştı. Gelişim TV'ye verilen ceza, aynı zamanda Kürtçe
dışında başka dilde yapılan bir yayına ilk kez ceza uygulanması anlamına
geliyor.”[44]
DSP-MHP-ANAP Hükümetinin
hazırladığı ‘Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanunun[45] yürürlüğe
girmesinin ardından, ‘Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel
Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkındaki
Yönetmelik’[46] ve
‘Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları
Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınları Hakkındaki
Yönetmelik’ de yürürlüğe girdi.[47]
Bunun ardından da
TRT’nin yalnızca Boşnakça, Arapça, Kırmançi, Çerkesce ve Zazaca radyo ve
televizyon yayını yapacağı duyuruldu. Beş anadilindeki radyo ve televizyon
yayınları, 7 Haziran 2004 Pazartesi günü Boşnakça ile başladı. Yapılan resmî
açıklamaya göre, Boşnakça, Arapça, Kırmançi, Çerkesce ve Zazaca TRT’nin
sırasıyla yayın yapacağı dillerdi. TRT’nin bu anadillerindeki yayınları;
içerik, süre, yayınlandıkları saatler vd. açılardan eleştirilebilir. Ancak
öncelikle üzerinde durulması gereken konu, yayın yapılacak dillerin sayısının
neden beş ile sınırlandırıldığıdır. TRT, Kırmançi, Zazaca, Boşnakça, Arapça ve
Çerkesceyi hangi kıstasları göz önünde bulundurarak yayın yapmak için seçti?
Bunu bilemiyoruz. TRT’nin, DİE’nin verilerini dikkate alarak bu dilleri
belirlediği düşünülebilir.
Anadillerine
ilişkin soruların en son 1985 nüfus sayımlarında sorulduğunu biliyoruz. DİE’nin
anadili sonuçlarını açıkladığı en son sayım ise 1965’tekidir. 2000 yılında
yapılan son nüfus sayımlarında ise, anadiline ilişkin soru sorulmadığına göre;
TRT, 1965 nüfus sayımı anadili verilerini mi dikkate aldı? Şimdi 1965 nüfus
sayımı anadili verilerine bir bakalım: Anadili ve ikinci dili olarak Boşnakçayı
57.209 kişi; Çerkezceyi 106.960 kişi ve Arapçayı 533.264 kişi konuşuyordu. Yine
aynı yıl verileriyle Lazcayı 81.165 kişi; Gürcüceyi 79.234 kişi; Pomakçayı
57.372 kişi; Arnavutçayı 53.520 kişi ve Abazacayı ise 12.399 kişi anadili veya
ikinci dili olarak konuşuyordu.
Bu rakamlar, TRT’nin bir
anadilini, konuşanının sayısına göre değerlendirmediğini gösteriyor. O zaman
TRT’nin kıstası neydi? Bunu hiç öğrenemedik. Eğer TRT o tarihte, Anadolu’ya
göçmen dilleri, yani Boşnakça ve Çerkesceyi dikkate alıyorsa, diğer göçmen
dilleri olan Abazaca, Arnavutça, Pomakça Lazcayı da dikkate
almalıydı. Eğer TRT, Anadolu’da yerli dilleri, yani Kırmançi, Zazaca ve
Arapçayı dikkate alıyorsa diğer yerli diller olan Lazca, Gürcüce vd. dilleri de
dikkate almalıydı. TRT’nin bu beş anadilinde yaptığı yayınlar birçok
açıdan eleştiriye muhtaçtır. Ancak bu yayınlar, siyasî otoritenin, Türkiye’nin
anadillerini tanıdığını ifade etmesi anlamında önemlidir.
LAZCA SEÇMELİ
DERS OLUYOR
Lazca, TRT’nin yayın
yaptığı diller arasında yoktu. Lazcayı çeşitli zeminlerde savunan aydınlar,
TRT’ye farklı zamanlarda çeşitli şekillerde başvurarak, TRT’nin Lazca yayınlara
ne zaman başlayacağını, TRT Lazca yayın yapamayacaksa sebebini soran ve TRT’nin
Lazca yayın yapması konusunda yardım, öneri ve ortak projeleri aktaran dilekçe
ve makalelerine rağmen, TRT, Lazca yayın yapmadı.
TRT Genel Müdürü, 2004
Haziran’ından beri TRT’ye Lazca yayın konusunda yapılan başvurulara ilişkin
olarak şöyle diyordu:
“Lazlar için kanal açmaya gerek duymuyoruz. TRT 6 bir ihtiyacın ürünüdür.
Doğu bölgesinde Kürtçe bilmeyen birçok insan vardı ve onların böyle bir
uygulamaya ihtiyacı vardı. Eğer Türkçe bilmeyen Lazlar ya da Çerkesler olsaydı
onlar için de benzer bir çalışma yapılırdı. Ancak Lazların hepsi Türkçe de
bildiği için böyle bir ihtiyaca gerek duymadık. Benden sonra yerime gelecek
olan kişi gerek görürse böyle bir çalışma yapabilir..."[48]
TRT’nin Lazca yayın
yapmayacağı anlaşıldı. Aydınlar bu konuda çabalarına devam devam etti. Bununla
beraber ilköğretim okullarında Lazcanın da seçmeli diller arasında yer alması
için bir çalışmalar başlattılar. Eğitim-öğretim müfredat programlarını
hazırladılar ve Millî Eğitim Bakanlığına sundular. Bu programları bakanlık
tarafından onaylandı. Ardından Lazca da seçmeli dersler arasında yer
aldı.[49] Günümüzde
Arhavi, Fındıklı, Borçka, Pazar ve Ardeşen ilçelerindeki kimi okullarda Lazca
seçmeli ders olarak okutulmaktadır. Hiç kuşku yok ki, bu ders saatleri
yetersizdir. Bunun yanı sıra, bu konuda başka birçok eleştiri getirilebilir. Ne
var ki, Lazcanın konuşulmasının bile yasaklanmaya çalışıldığı yıllarla
karşılaştırıldığı zaman, son yıllardaki gelişmelerin çok önemli olduğu görülür.
BAŞBAKAN
ARDEŞEN’DE LAZCA PANKARTLA KARŞILANDI
Kemal Kılıçdaroğlu’nun,
kendisine Lazca konusunda sorulan bir soruya net bir cevap veremediğini
hatırlıyorum. Kendisi internetin karşısında sorulan soruları cevaplıyor. Bir
genç soruyor:
“Lazca için ne
gibi çalışmanız var?”
Kemal Kılıçdaroğlu cevaplıyor:
“Herkesin kendi
anadilini öğrenmesini istiyoruz. Lazca’yı 1976’da yaptığım bir minibüs
yolculuğu sırasında ilk kez duydum.”[50]
Kemal Kılıçdaroğlu, yeri geldiği zaman
partisi için, devleti kuran parti tanımlamasını yapmaktadır. Ancak kendisine
Lazca ile ilgili sorulan soruya cevap veremiyor. Bunun bir sebebi var.
Partisinin Lazlar ve Lazcaya yönelik uyguladığı asimilasyon politikalarını ve
bazı tanıklıkları yukarıda aktardım. Bunları kendisi de biliyor olmalı.
Zamanın Başbakanı Recep
Tayyip Erdoğan Ardeşen’e geldiği zaman şu Lazca pankart da açılır: “Sen
Mazlumları, Yetimleri Seviyorsun. Biz De Seni Seviyoruz.” Bu pankartın
adlındaki imza Ardeşen Mahalle ve Köy Muhtarlarına Derneklerine ait.[51] Başbakanın,
Lazca bir pankartla da karşılanabilmesi, devletin vatandaşların anadillerine
geç de olsa artık nasıl yaklaştığını göstermesi bakımından anlamlıdır.
SOMUT ÖNERİLER
Anadilleri
konusuna taraf olan enstitü, vakıf, dernek ve kişilerin de içinde
yer alacağı özerk yapıdaki bir ‘Anadillerini Planlama Kurumu’ nüve olarak bu
anadili çalışmalarını yürütebilir. Anadilleri ile ilgili bütün çalışmaları tek
elden yürütecek böyle bir kurum öncelikle oluşturulmalıdır. Bu kurum,
anadillerine ilişkin olarak demokratik özlü ve telâfi edici genel bir
yönetmelik hazırlamalıdır. Bu bağlamda, anadili konusu, anlaşılır ve bizim olan
terimlerle tartışılmalı ve bu alanda bir literatür oluşturulmalıdır.
Bu yasak diller,
1920’lerde esas olarak Türkiye’nin belirli bölgelerinde konuşulurken, günümüzde
doğal olan veya olmayan sebeplerden dolayı yaşanan göçlerle Türkiye’nin hemen
her yerinde konuşulmaktadır.
Öncelikle, Türkiye’nin
anadilleri envanteri çıkarılmalıdır. Ardından oluşturulacak ilgili komisyonlar
bu anadilleri için Latin alfabesine dayanan alfabeleri oluşturmalıdır. İlk
aşamada en az on bin kelimelik temel Türkçe kelime dağarcığı tespit edilmeli ve
buna göre bu anadillerinin sözlükleri oluşturulmalıdır. Bu sözlükler (varsa
diğer alfabeleriyle ve) Latin alfabesine dayalı alfabeleriyle yayımlanmalıdır.
Başlangıçta ilköğretim birinci sınıf öğrencilerinin düzeylerine uygun masal
kitapları ve çizgi filmler radyo ve TV yayınlarında da kullanılabilecek şekilde
hazırlanmalıdır.
Bütün bunlarla eşzamanlı
olarak, bu anadilleriyle ilgili çalışmaları yürütecek, yani; masal kitapları,
ilköğretim öğrencilerinin düzeylerine göre “sosyal bilgiler” ve “fen bilgisi“
vb. kitapları, çizgi filmler, tiyatro eserleri, radyo- TV programlarını
hazırlayıp sunacak, gazete ve dergileri yayınlayacak personelin ve
öğretmenlerin yetiştirilmesi sağlanmalıdır. Bu personelin yetişmesinde, bu
anadilleriyle ilgili ve/veya çalışmalar yapan komşu ülkelerin akademik
personelinden de faydalanabilir. Gerek personel yetiştirilmesi gerekse de
yazılı, görsel, işitsel vb. her türlü materyalin hazırlanmasındaki bütün
harcamalar, kuşkusuz ilgili devlet kuruluşları tarafından karşılanmalıdır.
Yakın zamanlara kadar,
Lazca gibi anadilleri gündeme geldiğinde kimileri bu dilleri bölücülük sebebi
olarak lânse etmeye çalışmaktaydı. Kimileri de anadili tartışmalarını yalnızca
‘Kürtçe’ üzerinden yapmaktadır. Oysa bu diller lânse edilmeye çalışıldığı gibi
ne bölücülük sebebidir ne de ‘Kürtçe’ Türkiye’nin tek yerel dilidir. Bu
dillerin hepsi ülkemizin ve bütün insanlığın ortak zenginliğidir. Binlerce
yıllık bir geçmişe sahip olan ve her türlü olumsuz şarta rağmen, günümüze
ulaşma becerisini gösteren bu diller, ister yüz kişilik bir köyde konuşuluyor
olsun, ister çok daha fazla insan tarafından toplu veya dağınık çok daha geniş
yerleşim birimlerinde yaşatılıyor olsun, aynı eşitlikte geleceğe taşıma hakkına
sahiptir. Bu diller de yaşamalı, geliştirilebilmeli ve her türlü iletişim
aracıyla kurumsal olarak gelecek kuşaklara aktarılabilmelidir.
SONUÇ OLARAK
Müslüman Lazlar,
Osmanlı- Rus Savaşlarında olsun daha sonraki savaşlarda olsun ağır bedeller
ödediler. Ancak yaşadıkları ülkelerin resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri
onları ve anadilleri Lazcayı hep yok saydı. Böylece de onların geçmişlerine
ilişkin birçok kahramanlık, bilgi ve belge yok sayıldı. Soğuk Savaş sonrası
olumlu gelişmeler, Türkiye Cumhuriyetinin artık kendi vatandaşlarını ve
insanlığın ve ülkenin maddî- manevî değerlerinden olan Lazca gibi anadillerini
kucaklamasının yolunu açtı. Soğuk Savaş yıllarının izleri henüz tam olarak her
alanda silinememiş olsa da o dönemin aktör ve figüranları tarihteki yerlerini
aldı. Artık yeni bir dünya ve yeni bir Türkiye’de yaşıyoruz.
Mustafa Kemal Paşa’nın,
Kurtuluş Savaşı yılları sırasında Misak-ı Millî ve Milletimizi oluşturan
unsurların hak ve hukuklarına ilişkin kullandığı dil ve ifade ettiği
düşüncelerinin ne kadar da isabetli olduğu artık günümüzde iyice anlaşılmış
bulunmaktadır. Bu sebeple yarının Çağdaş Yeni Türkiye’sinin, Mustafa Kemal
Paşa’nın o yıllarda kullandığı dil ve ifade ettiği düşünceleriyle hayat
bulabileceğini artık herkes kabul ediyor olmalı. İlhamını Mustafa Kemal
Paşa’nın o düşünce ve söylemlerinden ve Birinci Meclis’in ruhundan alacak,
aslına uygun bir Misak-ı Millî algısına dönülmesinin de zaruriyeti her geçen
gün anlaşılmaktadır. Bütün bunlara uygun olarak Mustafa Kemal Paşa’nın da 1
Mayıs 1920 tarihinde Mecliste dillendirdiği gibi bir millet ve vatandaşlık
yaklaşımına dönülmelidir. Bu çerçevede vatandaşların hem ortak dilimiz Türkçe
hem de kendi anadillerini sahiplenecekleri daha bilinçli bir ortak vatan ve
vatanseverlik duygusunun geliştirilmesi için Anayasa ve ilgili diğer yasalarda
düzenlemelere ve kalıcı kurumsal uygulamalara gidilmelidir.
.
Dipnotlar:
[1] Bkz.: Ali
İhsan Aksamaz, “ Bir Kafkasya Kavmi Olarak Lazlar”, Yeni Türkiye 81, Kafkasya
Özel Sayısı- XI, Ankara, 2016.
[2]İstanbul’da yayımlandığı
belirtilen “Tuta do Murutskhi/ Ay ve Yıldız)”ve “Lazım” isimli dergiler ise
henüz nüshalarına ulaşılamayan yayınlardandır. Bu konuda bkz.:Cumhur
Odabaşoğlu, “Trabzon Doğu Karadeniz Gazete ve Mecmuaları,
1869-1928”, s.13, Trabzon, 1987. Ayrıca bkz.: Osman Tamtruli, “Nananena/
Anadili” Kaukasus- Verlag, Freudenstadt, Almanya
[3] Aktaran: M. Şevket
Eygi, “İslâmsız Kurtuluş Olmaz”, Millî Gazete, 30. 03. 2013.
[4] Bkz.: Andrew
Mango, “Atatürk and the Kurds,” Middle Eastern Studies, Vol. 35, No. 4, 1999.
[5] Andrew Mango,
a.g..m.
[6] Bkz.:https://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album/Cilt1/index.html
[7] Aktaran: İsmail
Aydın, “Siyasî Parti ve Hükümet Programlarında Eğitim- Öğretim &
Öğretmenler (1908- 1997), Eğitim Sen Yayınları, Ankara.
[8] Bkz.: Seha L.
Meray, “Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler”, Cilt: 1, Kitap: 1, Ankara
1969; Özer Faruk Gergerlioğlu, “Azınlıklara ve Azınlığı Hissedenlere Haksızlık
Bitiyor Mu?”, www.cagdaskocaeli.com
[9] Bkz.: Nuran Tezcan
, “Atatürk’ün Yazdığı Yurttaşlık Bilgileri”, Cumhuriyet Yayınevi, İstanbul,
1997.
[10]Lazistan Sancağının
günümüz Türkiye Cumhuriyeti ile Gürcistan Cumhuriyeti içinde yer alan köy ve
diğer yerleşim birimlerinin eski/ yeni adları için bkz.: Ali İhsan Aksamaz,
“Kafkasya Kültür Kökenli Bir Topluluk: Lazlar”, Birikim Sosyalist Dergi, sayı
71/72, Birikim Yayınları, İstanbul, 1995.
[11] Aktaran: Oktay
Ekşi, “Kopenhag ve Lozan”, Hürriyet Gazetesi, 23. 07. 2000.
[12] Bkz.: W.E.D.
Allen, Paul Muratoff, “Kafkas Harekâtı, 1828- 1921 Türk- Kafkas Sınırındaki
Harplerin Tarihi”, Genel Kurmay Basımevi, Ankara, 1996.
[13] Bu döneme ilişkin
sosyal hayatı gözlerimiz önüne seren bir roman var. 93 Harbi diye bilinen bu
Savaş sırasında nişanlı Laz kızı Aşela ve çevresinde yaşanan olaylar
anlatılır.: Zuhal Kuyaş, “Aşela”, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1985.
[14] Bkz.:EricLohr,
“Russian Citizensip From Empire To Soviet Union (Report by vice concul Peacock
on Batoum and Its Future Prospect, April 8, 1882 in Adjara and The Russian
Empire)”, Harvard University Press, England, 2012; M. D. Sandwith, The Siege of
Kars, London, 1856; Bedri Habiçoğlu, “Kafkasyadan Anadoluya Göçler”, Nart
Yayıncılık, İstanbul, 1993. Batum’un savaş tazminatı olarak Çarlık Rusyasına
verilmesine karşı çıkan Müslüman Gürcü ve Lazların o
dönem Osmanlı Devletinin müttefiği olan Büyük Britanya nezdinde
girişimlerde bulunmalara ilişkin olarak bkz.: The Sydney Morning Herald, 31
August 1878. Batum’un Çarlık Rusyasına verilmesi karşısında Müslüman Lazların
tavrını Ahmet Tevfik de dile getiriyor. Bkz. Ahmet Tevfik/ s. 23.;
www.acikerisim.tbmm.gov.tr; Wiiliam Miller/ p.385.
[15] Nazım Hikmet,
“Memleketimden İnsan Manzaraları”, Adam Yayınları, Yedinci Basım, İstanbul,
1992.
[16] Melahat Bul,
“Lazca ile Mücadele Kolu Başkanlığından Laz Kültürünün Araştırılmasına Uzanan
Bir Yol: M. Recai Özgün” Mjora, Sayı 1, Çiviyazıları Yayınları, İstanbul, 2000.
[17]Ali İhsan
Aksamaz, vd., “Andilde Eğitim ve Azınlık Hakları, 1. Baskı, Sorun
Yayınları, İstanbul, 2005.
[18] Yılmaz
Avcı, “Türkçeyi Nasıl Öğrendik?”, Yeni Kafkasya Gazetesi, sayı 3,
İstanbul, 2002.
[19] Yavuz
Bahadıroğlu, “Kürtler,
Lazlar ve sizler-bizler” Yeni
Akit Gazetesi, 5 Ekim 2009.
[20]Nurdoğan Demir, “Hayde
Biga Ezdi Jile Bulurt” (21.02.2007), www.lazuri.com
[21]Ali İhsan Aksamaz,
a.g.k.
[22]Aktaran: Selma Koçiva,
Lazona, 1. Baskı, Lazebura, Dortmund, 1999.
[23] Aktaran: “Türkiye
İhtilâlci İşçi Köylü Partisi Davası Savunma “, 1. Baskı, Aydınlık Yayınları,
İstanbul, 1974.
[24] Stalin iktidarı,
Lazları da Ahıska Türkleri, Hemşinliler ve Ahıskalı Kürtleri gibi Türkiye
sınırlarına yakın bölgelerden sürgün ederek soykırım uygulamıştır. Lazlar da,
Gürcistan’ın Acaristan Özerk Cumhuriyeti’niden Kazakistan, Kırgızistan ve
Özbekistan’a sürülmüşlerdir. Günümüzde Orta Asya’da yaklaşık 300 hane Laz
yaşadığı sanılmaktadır. Bkz.: Nilüfer Devrişova, Bizim Ahıska Dergisi, sayı 22, 2011, Ankara. Ayrıca Bkz.:
“Kızıl Acaristan Salnamesi” Acaristan Muhtariyeti Sosyalist Şura
Cumhuriyeti Fırka Halk Komiteleri Merkez Bürosu, Batum, 1338/ 1922
(e-library.ircica.org).
[25] Bkz.: Rıdvan Akar,
“Bir Bürokratın Kehaneti Ya Da ‘Bir Resmî Metin’de Planlı Türkleştirme Dönemi”,
Birikim Sosyalist Dergi, sayı 110, Birikim Yayıncılık, İstanbul, 1998.
[26] www.nihal-atsiz.com.
Ayrıca bkz.: Ali İhsan Aksamaz,“Asabi Olmak İçn Mazeret Çok”, Birikim Sosyalist
Dergi, sayı 77, Birikim Yayınları, İstanbul, 1995.
[27] Aktaran: Selma
Koçiva, a.g.k.
[28]Georges Dumézil, “Contes
Lazes”, Institut d’éthnologie, Paris, 1937; Georges Dumézil, “Documents
Anatoliens Sur Les Langues et Les Traditions Du Caucase, IV : Récits Lazes en
Dialecte d'Arhavi (Parler du Şenköy)”, Paris, 1967.
[29] www.rizekulturturizm.gov.tr
[30]Sovyet yönetiminin ilk
yıllarında kültürel otonomiye sahip olan Sovyetler Birliği Lazları, nüfus
sayımlarına kendi etnik kimlikleriyle kaydedildi. Lazca anadil okullar açıldı.
Laz çocukları kendi anadillerinde de eğitim görmeye başladı. Lazca, 1920’li yıllarda
yazılı bir dil haline geldi. Latin Alfabesi’ne dayalı bir alfabe kullanıldı.
Lazca ders kitaplarının yanı sıra, kültür hayatıyla ilgili kitaplar da
yayımlanmaya başladı. Lazca tiyatro eserleri sergilendi, gazete ve
broşürler çıkarıldı. Bu süreç içinde ‘Mçhita Murutskhi’ adlı bir de gazete
yayına başladı. 1937-38 siyasî tasfiyeler döneminde Abhaz Halk
Önderi Nestor Lakoba’dan sonra Lazca okullar direktörü İskender Tzitaşi
de Türkiye hesabına casusluk yaptığı iddiasıyla idam edildi. Laz
Halkının önderleri baskılara uğradı. Laz Halkının kültür özgürlüğü engellendi.
Bugünkü Batı Gürcistan’dan Lazlar sürüldü. Bu insanlar sürüldükleri yerlerde
eritilmeye çalışıldı. Bkz.:Yura Argun, “Abhazya’da Yaşam ve Kültür”
(Çevirenler: Hayri Ersoy, Yalçın Karadaş) , s. 24, Nart Yayıncılık, İstanbul,
1990; “Abhazya Parlamentosu’nun Açıklaması”, Kafkasya Yazıları, Sayı 6,
Çiviyazıları Yayınları, İstanbul, 1999; Ali İhsan Aksamaz, “Sovyetler
Birliğinin Milliyetler Politikası ve Kafkasya”, Yeni Türkiye- 74,
Kafkaslar Özel Sayısı- IV, Ankara, 2016.
[31] Bkz.:Fahrettin Kırzıoğlu, “Lazlar/
Çanarlar”, VII. Türk Tarih Kongresi, 2. Seksiyon, Cilt I, Ankara,
1972.
[32]Asabi Gazetesi,
20.12.1997.Bkz.: Ali İhsan Aksamaz, “Doğu Karadenizde Resmî İdeolojiler
Kuşatması”, 2. Baskı, Belge Yayınları, 2011, İstanbul.
[33] Bkz.: Fuat
Dündar, “Türkiye Nüfus Sayımlarında Azınlıklar”, Doz Yayınları, İstanbul, 1999.
[34]Aktaran: Ali İhsan
Aksamaz, “Laz Kültürel Kimliğini Yaşatma Çabaları”, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 4, “MİLLİYETÇİLİK” sayfa: 924-926, İletişim
Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2002.
[35] Bkz.: Muhammed
Vanilişi, Ali Tandilava, ‘Lazların Tarihi’ (çeviren: Hayri Hayrioğlu, Ant
Yayınları, İstanbul, 1992. Bu kitap, 1964 yılında Tiflis’te
‘Gamomtsemloba Sabçhota Sakartvelo’ tarafından ‘Lazeti’ adıyla yayılanmış
kitabın yeniden düzenlenmiş halidir.; Ayrıca bkz.: Ali İhsan Aksamaz, “Sarp
Sınır Kapısı”, www.hopam.com
[36] Bkz.: Haşim Akman,
“Laz Enstitüsü Kuruluyor”; Ahmet Hulusi Kırım, “Laz Burjuvazisi De
Destekliyor”, Aktüel, 8-14 Ekim 1992.
[37]Deniz
Teztel, ”Lazlardan Alternatif Vakıf”, Cumhuriyet Gazetesi,
19.01.1993.‘Girişim Komitesi’nin bu açıklamaları, 19.10.1983 tarih ve 2932
sayılı, ‘Türkçeden Başka Dillerle Yapılacak Yayınlar Hakkındaki Kanun’un
değiştirildiği bir döneme denk düşmektedir.
[38]Bugün Gazetesi,
31.01.1993.
[39]“Lazca Dergi Çıktı”,
Hürriyet Gazetesi, 10.11.1993; Toktamış Ateş, “Ogni Dergisi”, Cumhuriyet
Gazetesi, 27.11.1993; Yalçın Pekşen, “Ogni: Skani Nena!”, Hürriyet Gazetesi,
30.11.1993; Sadettin Kaşıkçı, “Lazlar Kimlik Arayışında”, Yörünge Haftalık
Haber Dergisi, sayı 155, İstanbul, 1993; Naki Özkan, “Artık Lazların Da Bir
Dergisi Var”, Ekonomi Politika (EP) Dergisi, sayı 53, İstanbul, 1993.
[40] Bkz.: “Ogni Kültür
Dergisi”, Sayı 1, İstanbul, 1993. Bu dergi, hem Türkiye Cumhuriyeti Lazları hem
de yurtdışında yaşayan Lazlar arasında büyük bir sevinçle karşılandı. Ne var
ki, bu dergi İstanbul DGM Savcılığı tarafından toplatıldı ve hakkında dava
açıldı. Dava beraatla sonuçlandı.
[41] Aktaran: M. Recai
Özgün, “Kurtuluşumuzun Öyküsü”, 1.Baskı, Sima Doğu Karadenizliler Hizmet Vakfı
Yayını, İzmit, 1998.
[42] Kimi yazarlar, hiç
vazifeleri olmadığı halde, Laz aydınlarının kendi
anadillerini sahiplenmelerini casusluk faaliyeti ve bölücülük olarak
saymış ve ardından da kanunlardaki boşluklardan istifade ederek bu insanları
hedef göstermişlerdir. Bkz.: Ali Rıza Saklı, “Alman Ajanlarınn Lazlar Üzerine
Oyunları”, internetten yayın yapan net gazete, 2001; Semih Tufan Gülaltay,
“Tanrı’nın Türk’leri”, s.120-, 121, 133, Kafkas Yayıncılık, İstanbul, 2003;
”Shalva Tevzadzenin İddiaları”,www.gurculerinsesi.net; “Ali İhsan Aksamaz
Kocaeli Gazetesinin Yazarını Basın Konseyine Şikâyet Etti” ,
www.ozgurcerkes.com
[43] Sima Laz Kültür ve
Dayanışma Vakfının Anayasa Teklifi Metni” için
bkz.: www.slideshare.net
[44]Cumhuriyet Gazetesi, 16
Şubat 2002.
[45]Kanun no:
4771, Kabul tarihi: 03.08.2002, Resmî Gazete: 09.08.2002- 24841.
[46] Resmî
Gazete, 20.09.2002- 24882.
[47] Resmî Gazete,
25.01.2004 -25357.
[48] 09.07.
2009. Milliyet Gazetesi, 13. 06. 2004 tarihinde “Lazlar, Özel Yayına
Karşı” başlıklı bir haber yayınladı. Güya Lazlar TRT’nin Lazca
yayın yapmasını istemiyormuş. Bu gazetenin, bu haberinde bu Lazların kimler
olduğu belli değil. Milliyet Gazetesi, bu haberiyle Lazlardan tepki aldı. Bkz.:
Ali İhsan Aksamaz, “Bir Haberin Türkçesi”, Radikal Gazetesi/ Radikal İki,
04.07.2004. Milliyet Gazetesini Ortadoğu Gazetesi izledi. Ortadoğu Gazetesi de,
14.06. 2004 tarihli “Lazlar’ın Lazca Yayın İsyanı” başlıklı
haberiyle Lazlar arasında büyük tepki çekti. Bkz: Ali İhsan Aksamaz,
“Asparagas Bir Haber”, 22.06.2004, Birgün Gazetesi. Ali İhsan
Aksamaz, “TRT, Kararını Gözden Geçirmelidir”, Radikal Gazetesi/ Radikal İki,
13.06.2004
[49] “Lazca Seçmeli
Ders Oldu”, www.eokul-meb.com
[50] Milliyet
Gazetesi, 07.04.2011.
[51]www.kackar53.com
ÖNERİLEN
OKUMALAR
-Andrew
Mango, “Atatürk and the Kurds,” Middle Eastern Studies, Vol. 35, No. 4,
(1999) -( Çeviren: Hilal Bıçak),
Adnan Menderes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 4.
-Ahmet Tevfik (Büyük Hasan Rıza Paşa
Zâde), “Sevgili Vatandaşlarım Lazlara Ricâ-yı Mahsûsum ve Târihten Şânlı İki
Sahîfe” (Hazırlayan: İrfan Çağatay), Lazi Kültür Yayınları, 1. Baskı, İstanbul,
2014.
- Baskın Oran, “Lozan’da Azunlıkların
Korunması”, Toplumsal Tarih, sayı 115, İstanbul, 2003.
-“İskender Tzitaşi’den Mektuplar/ Sovyet
Dönemi- Kızıl Lazistan- Laz Okulları” (Çeviren: Eren Mühürcü), Lazika Yayın
Kollektifi, 1. Baskı, İstanbul, 2014.
-Justin McCarthy, “The Ethnisc Cleansing
Of Ottoman Muslims (1821- 1922)”, Darwin Press, Michigan,1995.
-Sami N. Özerdim, “Atatürk Devrimi Kronolojisi”, Çankaya Belediyesi,
Ankara, 1996.
-M. I. Isayev, “National Languages in the
USSR: Problems and Solutions”, Progress Publishers, Moscow, 1977.
-James S. Olson, Lee Brigance Pappas, Nicholas C.J. Pappas, “An
Ethnohistorical Dictionary Of The Russian And Soviet Empires”, Greenwood, USA,
1994.
-Robert Conquest , “Soviet Nationalities
Policy in Practice”, The Bodley Head Ltd., London, 1967.
-Soner Cagaptay,” Islam, Secularism and
Nationalism in Modern Turkey”, Routledge, London, 2005.
-William Miller, “The Ottoman Empire and
Its Successors (1801- 1927)”, Cambridge University Press, London, 1936.
Ali İhsan Aksamaz - 05. 01.
2017
aksamaz@gmail.com
(Not: Yeni Türkiye Dergisi için
hazırlandı.)
hhttp://www.kuzgunportal.com/2020/konuk-yazar-ali-ihsan-aksamaz-misak-i-millinin-lazlari-56775/
Hiç yorum yok:
Yeni yorumlara izin verilmiyor.