M. RECAİ ÖZGÜN : “Tatara tititiri"
M.
Recai Özgün’ü Pazartesi günü İzmit- Maşukiye’de toprağa verdik. Tam 80
yaşındaydı. O’nun kim olduğunu ve neler yaptığını uzun uzadıya burada
anlatamayacağım. Biri 1996’da, diğeri de bu yıl yayınlanan ve oldukça dikkat
çeken iki kitabın yazarı. İki kitap da Çiviyazıları’ndan çıktı. İlki “Lazlar”,
diğeri “Laz Muhamed” başlığını taşıyor. M. Recai Özgün’ün bunlardan başka da
çalışmaları var. “Kaza’nın Kahvesi” (1978), “Atmaca” (1994), “Başladığımız Yer”
(1998) diğer kitapları.
Doğu Karadeniz’in biraz daha
doğusunda yaşayan ve yaşadıkları coğrafyanın yerlisi olan Lazların tarihlerini,
geleneklerini, üretim, mülkiyet, paylaşım ilişkilerini ve Kurtuluş Savaşı’ndaki
mücadelelerini anlatıyor M. Recai Özgün kitaplarında. Anadili olan Lazca’ya da
ver veriyor bu çalışmalarında. Mjora-Nart Yayınları’ndan çıkan “Başladığımız
Yer” başlıklı kitabı Türkiye’de bir ilke de imza atıyordu. Yıllar önce yazdığı
Türkçe şiirlerini Lazca’ya çevirileriyle birlikte bu kitabında toplamıştı.
“LAZCA KONUŞANLARLA MÜCADELE KOLU”
1924
doğumlu M. Recai Özgün, hayat çizgisiyle oldukça ilginç ve sıra dışı bir insan.
İlkokulda “Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu”nda aktif bir öğrenci. Yani kendi
anadilinin konuşulmasına baskıyla engel olmaya çalışanlara canla başla hizmet
ediyor. Arkadaşlarını öğretmenlerine ispiyonluyor, cezalar görmelerini sağlıyor. Hatta hızını alamıyor Lazcadan başka dil
bilmeyen büyüklerine “Lazca konuşmayın!” diyecek kadar ileri gidiyor. Yıllar
sonra, küçük bir çocukken üstlendiği görevi kendisiyle yapılan röportajlarda
anlatacak ve kendisini eleştirecek ve sistemin çocuk ruhunda açtığı yaraları
ortaya koyacak kadar da yürekli bir insandı M. Recai Özgün.
BALDAN TATLI MEYVELERİN ADI…
Lazca’nın
yaşatılması yolunda yaklaşık son on yılına sığdırdığı mücadelesi, çocukluk
günlerine götürdü O’nu. Kendisiyle hesaplaştı; muhasebe yaptı. İlkokul
sıralarında, fakirliğinin de, yaşadığı yörenin geri kalmışlığının sebebi olarak
da, İstanbul’a ulaşamayıp hemencecik “büyük adam” olamamasının sebebi olarak da
belki Lazca’yı görüyordu. Belki o yıllarda içine kapanık, çelimsiz ve korumasız
bir çocuktu. Belki kendisinden daha güçlü olan akranları arasında ve hatta
kendisinden yaşça büyük olanların üzerinde bir güç sahibi olmasını sağladığı
için, otoritenin gönüllü emrindeydi. Meyveyi dalından koparıp yediği o çocukluk
günlerinde, o baldan tatlı meyvelerin tamamına yakını, konuşulmasını
engellemeye çalıştığı o dille biliyordu: antama (şeftali), bertseuli (nar),
buli (kiraz), mtskhuli (armut), urdzeni
(üzüm)…
Aradan
yıllar geçti. Evlendi, çocukları, torunları oldu. Üst düzey bir bürokrat olarak
emekli ayrıldı. İstanbul’a yerleşti. Ticaretle uğraştı. Ancak çocukluk
günlerini ve adlarını ilk olarak Lazca öğrendiği meyvaların tadını hiç
unutmadı; ilkokul günlerini de! Artık her şeyi değerlendirecek yaştaydı. Bir
ayağı İstanbul’da diğer ayağı Maşukiye’ydi. Maşukiye, çocukluk günlerinin
Arhavi’si, Hopa’sı gibiydi. Belki de o yüzden Maşukiye’de buluşmak istedi
toprakla yeniden.
DİLLERİMİZ ZENGİNLİĞİMİZDİR
Resmî
ideoloji ve resmî tarih tezlerinin olanca ağırlığıyla hissedildiği tek parti yıllarında
öğrenciydi. Okul sıralarında, iki-dilli olmanın bir insan ve içinde yaşadığı
toplum için nasıl bir zenginlik olduğunu kavrayamıyordu belki de. Ama son
yazdığı makale anadili Lazca’ya nasıl sahip çıktığını göstermesi ve Türkiye’nin
diğer anadillerine ve Lazca’ya düşman olanları nasıl “ti”ye aldığını göstermesi
bakımından oldukça anlamlı.
2000
yılında, “Mjora Dergisi”nin 1. sayısında Melahat Bul’un, M. Recai Özgün ile
yaptığı bir röportaj yayınlanır. Bu röportajda, M. Recai Özgün, hayranı olduğu
Yahya Kemal’den Lazca’ya yaptığı bir çeviriden bahseder ve örnek verir. Bu
yaptığı, bir derginin 50. sayısına “Türkiye Mozaik Değildir” başlıklı bir
makale yazan kişinin hoşuna gitmez; M. Recai Özgün’ün şahsında Lazcaya ve
ülkesinin kültürel ve dilsel zenginliğini yaşatmak ve gelecek kuşaklara
aktarmak için çaba harcayan insanlara, yani kendi yurttaşlarına hakarete varan
ifadeler kullanır. Ciddiyetten uzak ve külliyen cahil olduğu yazdıklarından
anlaşılan bir kişi tarafından kaleme alınan bu makale daha sonra bir sitede de yayınlanır.
M. Recai Özgün’e de hakaretle
saldıran o makaleyi çok önceden görmüş ve okumuştum; dosya olarak da
kaydetmiştim. Üzülmemesi için M. Recai Özgün’e o makaleden söz etmemiştim.
Bundan çok kısa bir süre önce, kendisine bu makalenin bir şekilde ulaştığını,
İzmit’te yayınlanan Sima Dergisi’nin 7. sayısı için bu konuda bir makale
yazdığını öğrenmiş oldum. Kendisini toprağa verdiğimiz gün, konu yine gündeme
geldi. Sima Dergisi’nden, M. Recai Özgün’ün bu makalesinin bir kopyasını
istedim.
“İNTERNET MAGANDASI”
Necip
Fazıl Kısakürek’in “Kaldırımlar” başlıklı şiirinin Türkçe ve Lazcasının da yer
aldığı bu makaleden M. Recai Özgün’ün son yazdıklarını okuyalım:
“
Laz Dilinin otantik bir dil olmasının avantajı olarak, bu dille duyguların çok
rahat ifade edilebilirliğinden başka bir anlama gelmeyen ‘Mjora Dergisi’ndeki
bir izahatıma, internette küfürlü bir eleştiri çıktı.
Bu zat, Yahya Kemal’in bir dörtlüğünü
Lazca’ya çevirmemden öfkelenmiş. “Allahım”, diyor, bana, “80’ine dayamış
bunak,” diyor, anlattıklarıma “Laz fıkrası”, deyip alay ediyor.
Amma beni yıldıramadı. Bakın bu
sefer de Necip Fazıl Kısakürek’in Lazca’ya adapte ettiğim (uyarladığım)
“Kaldırımlar” şiirini veriyorum.
Bu zatın kim olduğunu merak
ediyorsunuzdur herhalde.
İnternet magandalarından biri.
Tatara tititiri …….. “
ZENGİNİZ: “İKİ-DİLLİYİZ”,
“ÇOK-DİLLİYİZ”
M. Recai Özgün, Yahya Kemal’den de, Necip
Fazıl Kısakürek’ten de, Nazım Hikmet’ten de ezberinden şiirler okurdu. İki dili
vardı. Biri Lazca, diğeri Türkçe. Her iki dili de severdi. Eşi, çocukları,
torunlarıyla Türkçe konuşur, onlara sevgisini en güzel Türkçe ile ifade ederdi.
Lazca ise, O’nun anadiliydi. Meyvelerin adlarını ilk öğrendiği dil; gökyüzü,
güneş, bulut, ay, yıldızlar, toprak, su; “ayıplı- ayıpsız” bütün organlarının
adlarını; tohumu, yedikleri yemekleri, ürettikleri ve üretirken kullandıkları
aletlerin adlarını, gördüğü, kavradığı
her şeyi Lazca ile öğrenmişti.
O şimdi “diaspora”da, kendisine
çocukluğunun en lezzetli meyvelerini veren toprakla yeniden buluştu. O toprak
da kuşkusuz yine birbirinden tatlı meyveler verecek günümüzün çocuklarına:
ant’ama, bert’seuli, buli, mtskhuli, urdzeni …
Ali İhsan Aksamaz, ÖTEKİ İSTANBUL Gazetesi, 16-31 Temmuz
2004