8 Aralık 2019 Pazar

M. RECAİ ÖZGÜN : “Tatara tititiri"




  
M. RECAİ ÖZGÜN : “Tatara tititiri"


            M. Recai Özgün’ü Pazartesi günü İzmit- Maşukiye’de toprağa verdik. Tam 80 yaşındaydı. O’nun kim olduğunu ve neler yaptığını uzun uzadıya burada anlatamayacağım. Biri 1996’da, diğeri de bu yıl yayınlanan ve oldukça dikkat çeken iki kitabın yazarı. İki kitap da Çiviyazıları’ndan çıktı. İlki “Lazlar”, diğeri “Laz Muhamed” başlığını taşıyor. M. Recai Özgün’ün bunlardan başka da çalışmaları var. “Kaza’nın Kahvesi” (1978), “Atmaca” (1994), “Başladığımız Yer” (1998) diğer kitapları.
Doğu Karadeniz’in biraz daha doğusunda yaşayan ve yaşadıkları coğrafyanın yerlisi olan Lazların tarihlerini, geleneklerini, üretim, mülkiyet, paylaşım ilişkilerini ve Kurtuluş Savaşı’ndaki mücadelelerini anlatıyor M. Recai Özgün kitaplarında. Anadili olan Lazca’ya da ver veriyor bu çalışmalarında. Mjora-Nart Yayınları’ndan çıkan “Başladığımız Yer” başlıklı kitabı Türkiye’de bir ilke de imza atıyordu. Yıllar önce yazdığı Türkçe şiirlerini Lazca’ya çevirileriyle birlikte bu kitabında toplamıştı.



“LAZCA KONUŞANLARLA MÜCADELE KOLU”
 
            1924 doğumlu M. Recai Özgün, hayat çizgisiyle oldukça ilginç ve sıra dışı bir insan. İlkokulda “Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu”nda aktif bir öğrenci. Yani kendi anadilinin konuşulmasına baskıyla engel olmaya çalışanlara canla başla hizmet ediyor. Arkadaşlarını öğretmenlerine ispiyonluyor, cezalar görmelerini sağlıyor.  Hatta hızını alamıyor Lazcadan başka dil bilmeyen büyüklerine “Lazca konuşmayın!” diyecek kadar ileri gidiyor. Yıllar sonra, küçük bir çocukken üstlendiği görevi kendisiyle yapılan röportajlarda anlatacak ve kendisini eleştirecek ve sistemin çocuk ruhunda açtığı yaraları ortaya koyacak kadar da yürekli bir insandı M. Recai Özgün.



BALDAN TATLI MEYVELERİN ADI…

            Lazca’nın yaşatılması yolunda yaklaşık son on yılına sığdırdığı mücadelesi, çocukluk günlerine götürdü O’nu. Kendisiyle hesaplaştı; muhasebe yaptı. İlkokul sıralarında, fakirliğinin de, yaşadığı yörenin geri kalmışlığının sebebi olarak da, İstanbul’a ulaşamayıp hemencecik “büyük adam” olamamasının sebebi olarak da belki Lazca’yı görüyordu. Belki o yıllarda içine kapanık, çelimsiz ve korumasız bir çocuktu. Belki kendisinden daha güçlü olan akranları arasında ve hatta kendisinden yaşça büyük olanların üzerinde bir güç sahibi olmasını sağladığı için, otoritenin gönüllü emrindeydi. Meyveyi dalından koparıp yediği o çocukluk günlerinde, o baldan tatlı meyvelerin tamamına yakını, konuşulmasını engellemeye çalıştığı o dille biliyordu: antama (şeftali), bertseuli (nar), buli (kiraz), mtskhuli (armut),  urdzeni (üzüm)…

            Aradan yıllar geçti. Evlendi, çocukları, torunları oldu. Üst düzey bir bürokrat olarak emekli ayrıldı. İstanbul’a yerleşti. Ticaretle uğraştı. Ancak çocukluk günlerini ve adlarını ilk olarak Lazca öğrendiği meyvaların tadını hiç unutmadı; ilkokul günlerini de! Artık her şeyi değerlendirecek yaştaydı. Bir ayağı İstanbul’da diğer ayağı Maşukiye’ydi. Maşukiye, çocukluk günlerinin Arhavi’si, Hopa’sı gibiydi. Belki de o yüzden Maşukiye’de buluşmak istedi toprakla yeniden.




DİLLERİMİZ ZENGİNLİĞİMİZDİR


            Resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin olanca ağırlığıyla hissedildiği tek parti yıllarında öğrenciydi. Okul sıralarında, iki-dilli olmanın bir insan ve içinde yaşadığı toplum için nasıl bir zenginlik olduğunu kavrayamıyordu belki de. Ama son yazdığı makale anadili Lazca’ya nasıl sahip çıktığını göstermesi ve Türkiye’nin diğer anadillerine ve Lazca’ya düşman olanları nasıl “ti”ye aldığını göstermesi bakımından oldukça anlamlı.

            2000 yılında, “Mjora Dergisi”nin 1. sayısında Melahat Bul’un, M. Recai Özgün ile yaptığı bir röportaj yayınlanır. Bu röportajda, M. Recai Özgün, hayranı olduğu Yahya Kemal’den Lazca’ya yaptığı bir çeviriden bahseder ve örnek verir. Bu yaptığı, bir derginin 50. sayısına “Türkiye Mozaik Değildir” başlıklı bir makale yazan kişinin hoşuna gitmez; M. Recai Özgün’ün şahsında Lazcaya ve ülkesinin kültürel ve dilsel zenginliğini yaşatmak ve gelecek kuşaklara aktarmak için çaba harcayan insanlara, yani kendi yurttaşlarına hakarete varan ifadeler kullanır. Ciddiyetten uzak ve külliyen cahil olduğu yazdıklarından anlaşılan bir kişi tarafından kaleme alınan bu makale daha sonra bir sitede de yayınlanır.

M. Recai Özgün’e de hakaretle saldıran o makaleyi çok önceden görmüş ve okumuştum; dosya olarak da kaydetmiştim. Üzülmemesi için M. Recai Özgün’e o makaleden söz etmemiştim. Bundan çok kısa bir süre önce, kendisine bu makalenin bir şekilde ulaştığını, İzmit’te yayınlanan Sima Dergisi’nin 7. sayısı için bu konuda bir makale yazdığını öğrenmiş oldum. Kendisini toprağa verdiğimiz gün, konu yine gündeme geldi. Sima Dergisi’nden, M. Recai Özgün’ün bu makalesinin bir kopyasını istedim.




“İNTERNET MAGANDASI”  

            Necip Fazıl Kısakürek’in “Kaldırımlar” başlıklı şiirinin Türkçe ve Lazcasının da yer aldığı bu makaleden M. Recai Özgün’ün son yazdıklarını okuyalım:

“ Laz Dilinin otantik bir dil olmasının avantajı olarak, bu dille duyguların çok rahat ifade edilebilirliğinden başka bir anlama gelmeyen ‘Mjora Dergisi’ndeki bir izahatıma, internette küfürlü bir eleştiri çıktı.
            Bu zat, Yahya Kemal’in bir dörtlüğünü Lazca’ya çevirmemden öfkelenmiş. “Allahım”, diyor, bana, “80’ine dayamış bunak,” diyor, anlattıklarıma “Laz fıkrası”, deyip alay ediyor.
            Amma beni yıldıramadı. Bakın bu sefer de Necip Fazıl Kısakürek’in Lazca’ya adapte ettiğim (uyarladığım) “Kaldırımlar” şiirini veriyorum.
            Bu zatın kim olduğunu merak ediyorsunuzdur herhalde.
            İnternet magandalarından biri.
            Tatara tititiri …….. “

           



ZENGİNİZ: “İKİ-DİLLİYİZ”, “ÇOK-DİLLİYİZ”

M. Recai Özgün, Yahya Kemal’den de, Necip Fazıl Kısakürek’ten de, Nazım Hikmet’ten de ezberinden şiirler okurdu. İki dili vardı. Biri Lazca, diğeri Türkçe. Her iki dili de severdi. Eşi, çocukları, torunlarıyla Türkçe konuşur, onlara sevgisini en güzel Türkçe ile ifade ederdi. Lazca ise, O’nun anadiliydi. Meyvelerin adlarını ilk öğrendiği dil; gökyüzü, güneş, bulut, ay, yıldızlar, toprak, su; “ayıplı- ayıpsız” bütün organlarının adlarını; tohumu, yedikleri yemekleri, ürettikleri ve üretirken kullandıkları aletlerin adlarını,  gördüğü, kavradığı her şeyi Lazca ile öğrenmişti.

O şimdi “diaspora”da, kendisine çocukluğunun en lezzetli meyvelerini veren toprakla yeniden buluştu. O toprak da kuşkusuz yine birbirinden tatlı meyveler verecek günümüzün çocuklarına: ant’ama, bert’seuli, buli, mtskhuli, urdzeni …



Ali İhsan Aksamaz, ÖTEKİ İSTANBUL Gazetesi, 16-31 Temmuz 2004



"TÜRKİYE'NİN ANADİLİ ZENGİNLİĞİ" / "TURKİAŞİ NANANENAŞ XAMPOBA"

   "TURKİAŞİ NANANENAŞ XAMPOBA" Baba çkimi Faik Aksamazis…   GOʒ̆OTKVALE Nananena, p̆olit̆ik̆uri var adamuri ar tema ren...