8 Aralık 2019 Pazar

M. RECAİ ÖZGÜN : “Tatara tititiri"




  
M. RECAİ ÖZGÜN : “Tatara tititiri"


            M. Recai Özgün’ü Pazartesi günü İzmit- Maşukiye’de toprağa verdik. Tam 80 yaşındaydı. O’nun kim olduğunu ve neler yaptığını uzun uzadıya burada anlatamayacağım. Biri 1996’da, diğeri de bu yıl yayınlanan ve oldukça dikkat çeken iki kitabın yazarı. İki kitap da Çiviyazıları’ndan çıktı. İlki “Lazlar”, diğeri “Laz Muhamed” başlığını taşıyor. M. Recai Özgün’ün bunlardan başka da çalışmaları var. “Kaza’nın Kahvesi” (1978), “Atmaca” (1994), “Başladığımız Yer” (1998) diğer kitapları.
Doğu Karadeniz’in biraz daha doğusunda yaşayan ve yaşadıkları coğrafyanın yerlisi olan Lazların tarihlerini, geleneklerini, üretim, mülkiyet, paylaşım ilişkilerini ve Kurtuluş Savaşı’ndaki mücadelelerini anlatıyor M. Recai Özgün kitaplarında. Anadili olan Lazca’ya da ver veriyor bu çalışmalarında. Mjora-Nart Yayınları’ndan çıkan “Başladığımız Yer” başlıklı kitabı Türkiye’de bir ilke de imza atıyordu. Yıllar önce yazdığı Türkçe şiirlerini Lazca’ya çevirileriyle birlikte bu kitabında toplamıştı.



“LAZCA KONUŞANLARLA MÜCADELE KOLU”
 
            1924 doğumlu M. Recai Özgün, hayat çizgisiyle oldukça ilginç ve sıra dışı bir insan. İlkokulda “Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu”nda aktif bir öğrenci. Yani kendi anadilinin konuşulmasına baskıyla engel olmaya çalışanlara canla başla hizmet ediyor. Arkadaşlarını öğretmenlerine ispiyonluyor, cezalar görmelerini sağlıyor.  Hatta hızını alamıyor Lazcadan başka dil bilmeyen büyüklerine “Lazca konuşmayın!” diyecek kadar ileri gidiyor. Yıllar sonra, küçük bir çocukken üstlendiği görevi kendisiyle yapılan röportajlarda anlatacak ve kendisini eleştirecek ve sistemin çocuk ruhunda açtığı yaraları ortaya koyacak kadar da yürekli bir insandı M. Recai Özgün.



BALDAN TATLI MEYVELERİN ADI…

            Lazca’nın yaşatılması yolunda yaklaşık son on yılına sığdırdığı mücadelesi, çocukluk günlerine götürdü O’nu. Kendisiyle hesaplaştı; muhasebe yaptı. İlkokul sıralarında, fakirliğinin de, yaşadığı yörenin geri kalmışlığının sebebi olarak da, İstanbul’a ulaşamayıp hemencecik “büyük adam” olamamasının sebebi olarak da belki Lazca’yı görüyordu. Belki o yıllarda içine kapanık, çelimsiz ve korumasız bir çocuktu. Belki kendisinden daha güçlü olan akranları arasında ve hatta kendisinden yaşça büyük olanların üzerinde bir güç sahibi olmasını sağladığı için, otoritenin gönüllü emrindeydi. Meyveyi dalından koparıp yediği o çocukluk günlerinde, o baldan tatlı meyvelerin tamamına yakını, konuşulmasını engellemeye çalıştığı o dille biliyordu: antama (şeftali), bertseuli (nar), buli (kiraz), mtskhuli (armut),  urdzeni (üzüm)…

            Aradan yıllar geçti. Evlendi, çocukları, torunları oldu. Üst düzey bir bürokrat olarak emekli ayrıldı. İstanbul’a yerleşti. Ticaretle uğraştı. Ancak çocukluk günlerini ve adlarını ilk olarak Lazca öğrendiği meyvaların tadını hiç unutmadı; ilkokul günlerini de! Artık her şeyi değerlendirecek yaştaydı. Bir ayağı İstanbul’da diğer ayağı Maşukiye’ydi. Maşukiye, çocukluk günlerinin Arhavi’si, Hopa’sı gibiydi. Belki de o yüzden Maşukiye’de buluşmak istedi toprakla yeniden.




DİLLERİMİZ ZENGİNLİĞİMİZDİR


            Resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin olanca ağırlığıyla hissedildiği tek parti yıllarında öğrenciydi. Okul sıralarında, iki-dilli olmanın bir insan ve içinde yaşadığı toplum için nasıl bir zenginlik olduğunu kavrayamıyordu belki de. Ama son yazdığı makale anadili Lazca’ya nasıl sahip çıktığını göstermesi ve Türkiye’nin diğer anadillerine ve Lazca’ya düşman olanları nasıl “ti”ye aldığını göstermesi bakımından oldukça anlamlı.

            2000 yılında, “Mjora Dergisi”nin 1. sayısında Melahat Bul’un, M. Recai Özgün ile yaptığı bir röportaj yayınlanır. Bu röportajda, M. Recai Özgün, hayranı olduğu Yahya Kemal’den Lazca’ya yaptığı bir çeviriden bahseder ve örnek verir. Bu yaptığı, bir derginin 50. sayısına “Türkiye Mozaik Değildir” başlıklı bir makale yazan kişinin hoşuna gitmez; M. Recai Özgün’ün şahsında Lazcaya ve ülkesinin kültürel ve dilsel zenginliğini yaşatmak ve gelecek kuşaklara aktarmak için çaba harcayan insanlara, yani kendi yurttaşlarına hakarete varan ifadeler kullanır. Ciddiyetten uzak ve külliyen cahil olduğu yazdıklarından anlaşılan bir kişi tarafından kaleme alınan bu makale daha sonra bir sitede de yayınlanır.

M. Recai Özgün’e de hakaretle saldıran o makaleyi çok önceden görmüş ve okumuştum; dosya olarak da kaydetmiştim. Üzülmemesi için M. Recai Özgün’e o makaleden söz etmemiştim. Bundan çok kısa bir süre önce, kendisine bu makalenin bir şekilde ulaştığını, İzmit’te yayınlanan Sima Dergisi’nin 7. sayısı için bu konuda bir makale yazdığını öğrenmiş oldum. Kendisini toprağa verdiğimiz gün, konu yine gündeme geldi. Sima Dergisi’nden, M. Recai Özgün’ün bu makalesinin bir kopyasını istedim.




“İNTERNET MAGANDASI”  

            Necip Fazıl Kısakürek’in “Kaldırımlar” başlıklı şiirinin Türkçe ve Lazcasının da yer aldığı bu makaleden M. Recai Özgün’ün son yazdıklarını okuyalım:

“ Laz Dilinin otantik bir dil olmasının avantajı olarak, bu dille duyguların çok rahat ifade edilebilirliğinden başka bir anlama gelmeyen ‘Mjora Dergisi’ndeki bir izahatıma, internette küfürlü bir eleştiri çıktı.
            Bu zat, Yahya Kemal’in bir dörtlüğünü Lazca’ya çevirmemden öfkelenmiş. “Allahım”, diyor, bana, “80’ine dayamış bunak,” diyor, anlattıklarıma “Laz fıkrası”, deyip alay ediyor.
            Amma beni yıldıramadı. Bakın bu sefer de Necip Fazıl Kısakürek’in Lazca’ya adapte ettiğim (uyarladığım) “Kaldırımlar” şiirini veriyorum.
            Bu zatın kim olduğunu merak ediyorsunuzdur herhalde.
            İnternet magandalarından biri.
            Tatara tititiri …….. “

           



ZENGİNİZ: “İKİ-DİLLİYİZ”, “ÇOK-DİLLİYİZ”

M. Recai Özgün, Yahya Kemal’den de, Necip Fazıl Kısakürek’ten de, Nazım Hikmet’ten de ezberinden şiirler okurdu. İki dili vardı. Biri Lazca, diğeri Türkçe. Her iki dili de severdi. Eşi, çocukları, torunlarıyla Türkçe konuşur, onlara sevgisini en güzel Türkçe ile ifade ederdi. Lazca ise, O’nun anadiliydi. Meyvelerin adlarını ilk öğrendiği dil; gökyüzü, güneş, bulut, ay, yıldızlar, toprak, su; “ayıplı- ayıpsız” bütün organlarının adlarını; tohumu, yedikleri yemekleri, ürettikleri ve üretirken kullandıkları aletlerin adlarını,  gördüğü, kavradığı her şeyi Lazca ile öğrenmişti.

O şimdi “diaspora”da, kendisine çocukluğunun en lezzetli meyvelerini veren toprakla yeniden buluştu. O toprak da kuşkusuz yine birbirinden tatlı meyveler verecek günümüzün çocuklarına: ant’ama, bert’seuli, buli, mtskhuli, urdzeni …



Ali İhsan Aksamaz, ÖTEKİ İSTANBUL Gazetesi, 16-31 Temmuz 2004



YAMAKHOĞLU YÜKSEL YILMAZİ DOĞURU/ Yİ?!





 YAMAKHOĞLU YÜKSEL YILMAZİ DOĞURU/ Yİ?! (1)


Yamakhoğlu Yüksel Yılmaz’ın vefât haberini 26 Nisan 2004 Pazartesi günü, bana gelen kısa elektronik posta notuyla öğrendim. Notu gönderen kızı Burcu’ydu. 20 Nisan 2004 tarihinde bana gönderdiği anlaşılan notta şunları yazıyordu: “Merhaba Ali İhsan Amca. Burcu ben, Yüksel Yılmaz’ın kızı. Babamı kaybettik. 10 .04. 2004 tarihinde memlekette defnettik. Haber vermek istedim. Saygılar.”  Bir an için donakaldım. Uzun zamandır kendisini aramadığım için kendime kızdım. Yolum evlerinin bulunduğu Beşiktaş’a birkaç kez düşmüş olmasına ve kendisine uğramayı aklımdan geçirmiş olmama rağmen, bir türlü kendisini ziyarete gitmemiştim. Hasta olduğunu, yatakta olduğunu bilmiyordum. Bilseydim, kuşkusuz defalarca ziyaretine giderdim. Kendimi toparlamaya çalışarak kısa bir not ile kızı Burcu’ya başsağlığı diledim.


            “… ESEN KALINIZ!”


 O gün akşam, ailenin Beşiktaş, Ihlamur’daki evlerine taziyede bulunmak üzere gittim. Bu eve daha önce defalarca gitmiştim. On yıl kadar önce, bir süre kızı Burca’ya  İngilizce dersleri vermek için gitmiştim. Sonraları da zaman zaman ziyaretlerine gitmiştim. Oğlu Bülent ile de tanışır, konuşurduk karşılaştığımızda.

Bu seferki ziyaretim hüzünlü gelmişti bana. Karışık duygular içindeydim. Yanlışlıkla çaldığım bir alt daire komşularına ölüm sebebini sordum. “Bir süredir hastaydı, yatıyordu,” dedi. Ölüm sebebinin “doğal” olduğunu öğrendim. Rahatladım.

  Kısa süren ziyaretimde Yüksel Ağabeyin vefâtıyla ilgili olarak şunları öğrendim: “Doktor-hastane” ve ev arasında geçen yaklaşık son üç ay boyunca bilinci yerinde yatmış, kalkmış, konuşmuş . Kendi ihtiyaçlarını kendi gidermiş. Ölümüne üç gün kala salonda düşmüş ve ağzından kan gelmiş. Bunu bir “işaret” sayan ailesi, aldıkları kararla kendisini “memleket”e götürmeye karar vermiş. Bir ambulans ile Arkhavi’ye götürülmüş. “Son an”a kadar şuuru açıkmış. Doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği topraklarda, kendisini seven dost ve akrabalarının arasında ruhunu teslim etmiş, bir buçuk gün sonra.

Ailesinin, Yüksel Ağabey’i hastaneye ve doktora  götürdüklerinde, “Levent Kırca parodilerinde görülen garipliklerle”  karşılaştıklarından burada söz etmek istemiyorum.
Hasta yatağında benim adımı ve Ahmet Bey’in adını andığını söyledi eşi. Benim kendisini dünya gözüyle son bir kez olsun göremememin beni ne kadar üzdüğünü anlatamam. Bu taziye ziyareti sırasında kendisi andık. Hüzünlendik ama, bazen de gülüştük.

 Birinin ölümünü başkalarına aktarırken, “… yaşamını kaybetmiş”; telefon konuşmalarının sonunda ve vedalaşırken, “esen kalınız!” derdi. Doğan çocuğu tanımlamak için de, “iki kişinin birleşmesinden doğan yaratık” ifadesini kullanırdı. Atmacacıydı. Uzun yıllar önce bir atmacanın gözüne verdiği zarardan bahsederdi. Gözünde bazen çok ince bir çizgi, bulanıklık oluştuğundan yakınırdı. Yıllardan beri, bu rahatsızlığını tedavi ettirmek için gitmediği “ünlü doktor” kalmamıştı. Bazen, gittiği bu “ünlü doktorlar”ın kendisine yazdıkları reçeteleri gösterirdi. Bu rahatsızlığın, sigara içmediği zaman ortadan kalktığını da söylerdi. Söz, Laz dili ve kültürünü yaşatmaya yönelik çabalardan açıldığında hemen şöyle derdi: “ Bu bizim Lazlardan görüyorsun bir halt olmaz…” Niye böyle söylüyorsun dendiğinde de verdiği karşılık yaşanılan ortak “deneyimler”i 500 yıllık bir prosesle bağlantılandırırdı.



APKHAZETİ, SOKHUMİ’DEKİ TÜTÜN ÇİFTLİĞİ VE “…LAKOPA”(2)


Yüksel Ağabey, dayılarının Apkhazeti’de,  Sokhumi’de bir zamanlar büyük bir tütün çiftliklerinin bulunduğundan bahsederdi. Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarında kurulmuş olduğunu duyduğunu söylediği “Lakopa” adlı bir örgütünün adını anardı bazen. Kendisi çok küçük bir çocukken, bazı büyüklerinin durumlarından şikâyetçi olduklarında “Ah, ‘Lakopa’ so re?” (“Ah ‘Lakopa’, neredesin?”) diye sitemde bulunduklarını duyduğunu söylerdi. Kimi büyüklerinin, çocukların yanında ‘Lakopa’ adının anılmaması konusunda birbirlerini uyardıklarını da anlatırdı. Bu  ‘Lakopa’ın bir kısaltma olduğu açık. Bu konuda şimdi bir yorumda bulunup ta yanlış anlaşılacak şeyler söylemek istemiyorum.

Yanılmıyorsam, yine dayısıyla ilgili bir anısını var. Olayın yine Sokhumi’de yaşandığını söylemişti. Ağaç kesildiği zaman, bir Megrel günlerce ağlıyor ve yemeden içmeden kesiliyor. Bu olayı aktaran Yüksel Ağabey, Megrellerin doğaya ne kadar düşkün olduklarına dikkat çekerdi. Hayatında tek bir Megrel tanıdığını sanmıyorum, ama “Megrel” denildiği zaman gözleri parlardı. Hele Hıristiyan Megrel Papazlara açıkça söylemese de bir sempati duyduğunu hissederdim.


“BURCU, OGNİ’LERİMİ BULAMIYORUM, NEREDELER ? ”


Taziyeye gittiğim o akşam, bir sırrımızı da hatırladık. Bundan iki yıl kadar önce, Burcu’nun gazeteci- yazar ve radyo yapımcısı bir tanıdığı, Lazlarla ilgili bir programda kullanmak için Burcu’dan kendisine ödünç olarak “Ogni Kültür Dergisi”nin nüshalarını vermesini ister. Anlaşılan Burcu, bu arkadaşını kıramaz ve babasından habersiz bu dergileri arkadaşına verir. Ama dergiler bir türlü geri gelmez. Yüksel Ağabey, dergilerini arayınca da, Burcu telâşa düşer. Sonunda benden yardım ister. Kendisine kargo ile bende fazla olan “Ogni” nüshalarının da içinde olduğu bir paketi göndermiştim. Yüksel Ağabey de, bir sonraki aramasında  “dergilerini” bulur. Burcu için bir sıkıntı böylelikle kalmamış olur. Yanılmıyorsam, Yüksel Ağabey ile son telefon görüşmem, Burcu’ya  kargo ile göndermiş olduğum “Ogni’leri” alıp almadığını sormak için telefon ettiğimde olmuştu. Telefonu açan Burcu değil, Yüksel Ağabey’di. Burcu ile aramızdaki sır işte buydu.




“… SESİ KASETTE KAYITLIYDI…”


Konuşmamız sırasında birden hatırladım. Bendeki kasetlerin birinde Yüksel Ağabeyin sesi de kayıtlıydı. Lazca olarak söylediği bir marşı kaydetmiştim. Kendilerine bir kopye ileteceğimi söyledim. Hep birlikte sevindik. 

Eve dönünce, bir zamanlar ortak arkadaşlarımız olan İsmail Avcı, Muhammet Tunçsan ve Ali Osman Öziskender’e telefon ile, Ahmet H. Kırım’a da telefon ile ulaşamadığımdan “mesaj” yoluyla bu kara haberi duyurdum. Ailesinin telefon numarasını kendilerine hatırlattım. Kâzım Koyuncu, M. Barış Beşli ve Birol Topaloğlu’na ulaşmam ne yazık ki, mümkün olamadı. Ertesi gün kendisinin de iyi tanıdığı olan Mecit Çakırusta’yı haberdar ettim. Çok üzüldü. Ayrıca Maşukiye’de oturan M. Recai Özgün’ü haberdar ettim. Başta  www.lazuri.com“ ve “www.lazebura.com”a ve “Sima dergi”nin ve diğer tanıdıkların “e-mail” adreslerine şu mesajı gönderdim: “ĞURA” –“ Arxaveli Yüksel Yilmaziçkini doğuru.- Sevgili arkadaşlar; Sevgili arkadaşımız Arheveli Yüksel Yılmaz’ın vefât ettiğini öğrendim. Sizlere bildirmek istedim…” Ayrıca taziyede bulunmak isteyenler için, kızının e-posta adresini de verdim.



“KUŞU KUŞLA AVLAMANIN CAMBAZI: YÜKSEL YILMAZ”

Bendeki kasetlerin birinde Yüksel Ağabeyin sesinin kayıtlı olduğunu biliyordum. Lazca olarak söylediği marşın kaydını ne yazık ki bulamadım. Ancak bir konferansta, bir tartışma sırasında söylediklerinin kaydı vardı kasette. Yüksel Ağabey’in söylediklerini bir başka kasete kopyaladım ve 06. Mayıs. 2004 Perşembe günü ailesini ikinci ziyaretimde bu kaseti Burcu’ya ilettim. Kendisi de, sağ olsun, vefât tarihini düşerek babasının 07.07.1994 tarihinde yazılı olarak yaptığı vasiyetinin bir fotokopisini bana verdi.

Burcu, babası için internette bir site açmanın ön çalışmalarını yürüttüğüne söyledi. Yüksel Ağabeyin bazen bir kitap kapağına, bazen küçük bir kâğıda aldığı notların da yer aldığı bir site. Yılmaz  (Yılmaz) Ağabeyin gönül verdiği Laz dili ve kültürünün de yaşamasına katkıda bulunacak bir site.  

Bu ziyaretim sırasında Yüksel Ağabeyin atmacacılığından da konuştuk. Burcu, şu anda adını hatırlayamadığım haftalık bir dergide babasıyla bir zamanlar yapılmış olan bir röportajı gösterdi. Dergide yer alan fotoğraflardan birinde öyle hayat dolu, mutlu ve sağlıklı ki. Köyünde bir ağaçtan diğerine koşturup her meyvenin tadına baktığı ve Lazcadan başka dil bilmediği çocukluk günlerdeki gibi kendine güvenli ve mutlu. Fotoğraftan çıkıp gelecekmiş gibi duruyordu “Atmacacı Yüksel”. O derginin sayfalarını karıştırırken, 1993 yılında Aydınlık Gazetesi’nden Hüseyin Şimşek’in Ogni Kültür Dergisi’nin ilk idare hanesinin bulunduğu İnkilâp Caddesi Öktem Apartmanı’ndaki dairede Yüksel Ağabey’le yaptığı röportajı da  hatırladım. Bu röportaj, “Kuşu Kuşla Avlamanın Cambazı: Yüksel Yılmaz” başlığıyla Aydınlık Gazetesi’nde yayınlanmıştı, yanlış hatırlamıyorsam.


“YAMAXOĞLİS MUTU DO MİTİŞEN ŞKURİNA VA UĞUT’U…” (3)


Şu anda karşımda Yüksel Ağabeyin Beyoğlu, Balo Sokak’taki atölyesinde, sağ koluna konmuş olan atmaca ile çektirdiği fotoğraf duruyor. Bu fotoğrafı ne zaman çektirdiğini bilmiyorum. Bu fotoğrafın arkasında şu notu okuyorum: ” 2 Kasım 1994- Sevgili Kardeşim Ali İhsan Bey’e Hatıra- Oroperi  Cuma çkimik p’anda mendocedas”. Bu fotoğrafını bana Balo Sokak’taki atölyesinde imzalayıp vermişti. Atölyesinde kendisini sıklıkla ziyaret ederdim. Türkiye ve dünya hallerini konuşur, sohbet ederdik. Bazen diğer arkadaşları da katılırlardı bize. Yılmaz Ağabeyle Lazca üzerine konuşur, çalışmalar da yapardık. Ağzından çıkan her Lazca kelimeyi kaydetmeye çalışır, defalarca tekrarlatırdım. Kendi dil ve kültürüne sahip çıkmayanlardan hiç hoşlanmazdı. 1993 Şubat’ında yaşadıkları deneyimden sonra kendilerini yalnız bırakanlara çok kızıyordu. Laz dili ve kültürünü bir basamak olarak kullanarak iş hacmini ve cirosunu kabartmak isteyenlerle ve kısa yoldan zengin ve ünlü olmak için Laz dili ve kültürünü kullanmak  isteyenler O’nun yanına hiç uğrayamazdı.

Kendisini 1993 Haziran veya Temmuz ‘nda tanıdım. Sonradan “Ogni Kültür Dergisi”nin idarehanesi de olacak olan Öktem Apartmanı’ndaki Avukat Ahmet H. Kırım’ın yazıhanesinde tanışmıştım. Kimseden korkusu olmayan bir insandı.


“LAZEL KUNDURA- YÜKSEL YILMAZ”

Ogni Kültür Dergisi’nin Mayıs-Haziran 1994/ 4. sayısında O’nun da ilân katkısı var. Başkalarını da teşvik etmek için “öyle bir dönemde” bir ilânının konulmasına rıza göstermişti. Derginin arka iç kapağında yer alan iki ilândan biri O’na aitti. Ogni’ye destek ilânı şöyle: “LAZEL KUNDURA- YÜKSEL YILMAZ- LAZ KÜLTÜRÜNÜN GELİŞMESİNE BİR ADIM OLAN OGNİ’Yİ KUTLUYORUM! – Balo Sokak No: 14 Galatasaray/ İstanbul- Tel: (0212) 244 88 85.”

Yüksel Yılmaz, iyi bir ayakkabı ustasıydı. 1980 sonrası ekonomik uygulamaların vurduğu küçük esnaflardan biriydi. Küçük atölyesinde tek başına ürettiği ayakkabılar Beyoğlu’nun lüks mağazalarında satılıyordu.  Kendi alın teri ve göz nuru emeğinin ürünü olan bu ayakkabılar, kendisinin bir çift başına kazandığı paranın beş ve hatta bazen altı katına fiyatlarla Beyoğlu’nun “albenili”  vitrinlerdeki yerlerini alıyor ve müşteri buluyordu. Kendisi malzemeleri peşin fiyata aldığı halde, mağazaların kendisine ödemeleri aylarca geciktirdiği oluyordu. O, Balo Sokak’taki atölyesinde gün ışığından nasibini yeterince alamadan alın teri ve göz nuruyla üretiyordu. 1994’te, bana da bir çift yazlık ayakkabı yaparak hediye ettiğini ve bu ayakkabıları en az dört yıl giydiğimi belirtmeliyim. O ayakkabıları ilk kez, Apkhazeti’ye giderken giymiştim.

Diğer yandan, anadili Lazca’ydı. Belki bir zamanlar, Lazca’nın konuşulduğu yöredeki  “nafaka ekonomisi”nin  O’na ekonomik refah getirmeyeceğine inananlardandı. Lazcasını konuşulduğu yerde terk edip, ekonomik hayatın canlı olduğunu düşündüğü, “dağı taşı altın” İstanbul’a gelmişti. Başta her şey belki iyi gidiyordu, iyi kazanıyordu. Ama sonra 1980 krizi. Yaşı da artık ilerliyordu. Ayakkabı üretim sanayinde her çalışan insan gibi, üretim sırasında kullanılan kimyasal maddelerin O’nun sağlığından bir şeyler alıp götürdüğüne kuşku yoktu. Her geçen gün, içinde yaşadığı toplumu ekonomik açıdan fakirleştiriyordu. O da, uygulamalardan nasibini alıyordu.



TÜRKİYE’Yİ, TÜRKÇE’Yİ VE LAZCA’YI AYNI ÖLÇÜDE SEVİYORDU

Her geçen gün fakirleşiyordu. Anadili Lazca, terk ettiği yerde bile yok oluyordu. Hem toplumsal refah ve sağlığı ve hem de kaybolmakta olan anadili için bir şeyler yapılmasını isteyen bir adam olarak tanıdım O’nu. Yüksel Ağabey, içinde yaşadığı ülkedeki tüm insanların ekonomik refahını ve  Lazca gibi anadillerinin yaşamasını istiyordu. Türkiye’yi, Türkçe’yi ve  Lazca’yı seviyordu. Yüksel Ağabey, Lazca gibi anadillerinin konuşmalarının bile yasaklanırken, gelişmeleri ve gelecek kuşaklara aktarılmaları engellenirken, diğer yandan Türkçe’nin yabancı diller gölgesinde terk edilmesini, hele İngilizce, Almanca, Fransızca gibi yabancı dillerde eğitim-öğretim yapılmasını pek anlayamıyordu.


VAKIF ÇALIŞMASINDAN ARDA KALAN BİR AVUÇ İNSAN

Ben, Yılmaz Ağabeyle, Avukat Ahmet H. Kırım’ın yukarıda belirttiğim yazıhanesinde tanıştım. M. Vanilişi ve A. Tandilava’nın 1964’te, Gürcüstan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nde,” Lazistan (Tarih, Coğrafya, Etnografya araştırmaları)” özgün adıyla Gürcüce olarak yayınlanan kitaplarının Hayri Hayrioğlu’nun Türkçe’ye çevirisiyle “Lazlar’ın Tarihi” adıyla Ant Yayınları’ndan çıkması kuşkusuz birçok duyarlı Lazı bir arayışa itmişti. Bugün bile benim keşfedemediğim bir sâik ile “farklı bir siyasî kimliği olan” Ahmet Bey, yeni bir yola girer. Aktüel Dergisi, kendisiyle bir röportaj yapar. Röportajın bu derginin 8-14 Ekim 1992/ 66. sayısında yayınlanmasından sonra insanlar bir araya gelir. “Vakıf” veya bir “enstitü” kurmak üzere toplantılar yapmaya başlarlar. Konuya duyarlı Lazlar, kendisiyle röportaj yapılan Ahmet Bey’in etrafında toplanmaya başlar. Bu insanlardan biri de Yamakhoğlu Yüksel Yılmaz’dır.

Aktüel Dergisi’nde Haşim Akman imzasıyla, ”Laz Enstitüsü Kuruluyor” başlığıyla yayınlanan haber ve Ahmet Kırım ile yapılan röportajın “Laz Burjuvazisi de destekliyor” başlığı altında yayınlanmasından sonra da 19 Ocak 1993 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Deniz Teztel imzasıyla “Lazlardan Alternatif Vakıf” başlığıyla bir haber yayınlanır. Bu haberde ise Avukat Cemil Memişoğlu ve Turizmci Mecit Çakırusta’nın açıklamalarına yer verilir.

Birden olumlu hava değişir. Şubat başında Bugün Gazetesi’nde bir hafta kadar bir karşı kampanya yürütülür. Sebahattin Önkibar Türkiye Gazetesi’ndeki köşesinde “Lazistan Safsatası” başlığıyla bir makale yazar. Tarih ve Toplum Dergisi’nin Şubat 1993/ 110. sayısında Mehmet Bilgin imzasıyla da  “Lazlar’ın Tarihi’ Bu Mu?” başlıklı bir makale yayınlanır. Sonuncusunu eleştiri olarak kabul etsek bile, öncekiler hedef gösterir mahiyette haber ve makalelerdi. Bugün Gazetesi’ne dava açılır, ama gazete belki de ummadığı bir başarı sağlamıştı. Oluşan grup bir anda dağılır. Korku sarar her yanı. Sağlam duranlardan biri de Yüksel Ağabey’dir. Ben O’nu işte bu “Şubat Yenilgisi”nden sonra, 1993 Yaz’ında tanıdım. Aksaray’da, sözünü ettiğim büroda sayımız az olsa da sıklıkla toplanıyorduk.



“BİR DERGİ ÇIKARALIM ADI “OGNİ” (4) OLSUN…”


1993 Yaz’ında yapılan bir dizi sancılı toplantıdan sonra, bir dergi çıkarmaya karar vermiştik. Dergini adı,”OGNİ”, isim babası ise Mecit Çakırusta’ydı. Yılmaz Ağabey’in önerisi, derginin adının “Soren” olması yönündeydi. Ogni’nin birinci sayısına “Laz Vakfı Girişim Komitesi” adına  açıklama yapmak yine O’na düşmüştü. Ogni’nin birinci sayısının İstanbul 1 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından toplatılması ve hakkında dava açılması bazı arkadaşlarda yeni bir korku ve yılgınlık havası yaratmıştı. Yazı işleri müdürü olan arkadaş duygularını açıkça ortaya koyuyor, müzikle uğraşmak istediğini söyleyerek, bu yolla kültüre katkıda bulunmak istediğini belirtiyor ve bu görevden ayrılmayı talep ediyordu. İşte o sancılı günlerde Yüksel Ağabey, “yazı işleri müdürü, ben olurum. Ne olacaksa bana olsun!” diyerek ortaya atılmıştı. Dergi, aksak ağır da olsa altı sayı yayınlanmış ve açılan davadan beraat etmişti. Yayın kurulunun kendi arasındaki sorunlar sebebiyle dergi yayın hayatına son verince Yüksel Ağabey en fazla üzülenler arasındaydı.


“HAYALİ “SOREN”İ  YAYINLAMAKTI AMA…

Kafamızda yeni bir dergi çıkarma projesi vardı. Yüksel Ağabey, işlerini büyüterek, yeni dergiyi finanse etmeyi düşünüyordu. Geçtiğimiz yıl, bir trafik kazasının ardından uzun süren bir hastalık sonunda ruhunu 11 Ekim 2003 Cumartesi günü teslim eden (Sarıyerli) Mehmet Yavuz Türköz de yeni bir dergi düşüncemizi destekleyenler arasındaydı. Yüksel Ağabey, derginin adının “Soren” (5) olmasını istiyordu. Ne yazık ki, içinde Yüksel ve Yavuz Ağabeylerin bulunduğu bir dergi düşüncesi gerçekleşemedi.

Benim Yüksel Ağabey hakkında hatırladıklarım şimdilik bunlar.

“Esen kalın!”





DİPNOTLAR:

(1) Yamakhoğli Yüksel Yilmazi Doğuru/ yi?! : Yamakoğlu Yüksel Yılmaz Öldü/ mü?!
(2) Lakopa: “Lazuri K’omunist’uri P’art’ia” (Laz Komünist Partisi SBKP’nin seksiyon örgütlenmesi). 
 (3) Yamaxoğlis mutu ve mitişen maşkurina va uğut’u” :  “Yamakoğlu’nun hiçbir şey ve hiçbir kimseden korkusu yoktu.”
(4) “Ogni” : “Duy”. 1993-1994 yılları arasında 6 sayı yayınlanmış olan dergi.
(5) “Soren”: “Nerede”.
  

SON NOT: Lakopa adının Abkhazya'nın çeşitli milliyetlerden halkın Önder

 Nestor Lakoba’nın adından gelen bir kullanım olduğu da göz önünde bulundurulmalı.


Ali İhsan Aksamaz

aksamaz@gmail.com





7 Aralık 2019 Cumartesi

Lazca İngilizce’den eski bir dil





Lazca İngilizce’den eski bir dil


 

Gelişim TV’nin adını yaklaşık on yıl kadar önce duydum. 16 Şubat 2002 tarihli Cumhuriyet Gazetesi, Gelişim TV’nin RTÜK’ten uyarı aldığını yazıyordu. Sebebi Lazca olarak sunduğu bir müzik- eğlence programıymış.

Bir makalemde bu konudan da bahsetmiştim. Özetle; o zamandan beri Gelişim TV’den ve programlarından haberdarım. İstanbul’da yaşadığım için, Gelişim TV’yi ancak internet üzerinden izleme imkânım oluyor. Ardeşen’de bulunduğum zamanda da Gelişim TV’nin yayınlarını izledim. Ardeşen’de yoğun olarak izlenen bir kanal olduğunu biliyorum.

Lazca.org’da çıkan bir yazıdan Gelişim TV’nin uydudan yayın yapacağı haberi okuyunca sevimdim. Gelişim TV’nin internetteki sitesinden de yeni yılda atılım yapacağını okudum. Yöre kültürüne daha fazla ağırlık vereceklerini, Lazca da yayın yapacaklarını öğrendim. Gelişim TV’nin atılım yapmasına sevindim. Lazca yayın yapacağı açıklamasına da ayrıca sevindim. Gelişim TV’nin yeni adı konusunda internet üzerinden “MJORA/ TUTA TV” önerisinde bulunmuştum. Her ikisi birlikte veya biri olabilir. Benim önerim bu şekilde.

Hatırlanacağı üzere 2004 yılında TRT bazı anadillerinde yayın yapmaya başladı. Ne yazık ki, bu diller arasında Lazca yoktu. 2012 yılında Millî Eğitim Bakanlığı, ilköğretim okullarında “seçmeli anadilleri dersleri” uygulamasını başlattı. Yine ne yazık ki, bu anadilleri arasında Lazca yoktu. Oysa birçok yerde veliler çocuklarının Lazca anadili derslerini görmesini istiyordu; okul müdürlüklerine dilekçeler verdiler. Ancak olmadı; müfredat hazır değil ya da okutacak öğretmen yok gibi sebepler öne sürüldü. Eğer Gelişim TV, Lazca da yayın yapabilirse, bu, Lazcanın sahiplenilmesi ve yaygınlaşması yönünde çok önemli bir adım ve ciddî bir mevzi olabilecek.

Gelişim TV’nin uydudan Lazca yayınları yalnızca Çamlıhemşin, Pazar, Ardeşen, Fındıklı, Hopa ve Borçka’daki Lazlar tarafından izlenilmeyecek. 93 Harbi Muhaciri Lazların yaşadıkları Akçakoca, Sapanca, Yalova, Maşukiye, Karamürsel, Gölcük, Düzce, İzmit, Bursa gibi şehirlerin kimi köylerinden de izlenecek. İstanbul, İzmir, Ankara, Antalya vb. şehirlerde yaşayan Lazları da unutmayalım. Lazca yayın yapacak bir TV’nin izleyicileri yalnızca Türkiye ulusal sınırları içinden olmayacak. Batum civarında yaşayan Lazlar ve Lazca bilenler de bu Lazca programları izleyecektir. Abkhazya’da yaşayan Lazlar da izleyecek bu yayınları. O sebeple Gelişim TV’nin omuzundaki yük oldukça ağır. Lazca programların yayınlanacağı zaman dilimleri ve kalitesi de önemli. Gelişim TV, kendisini arabesk müzikten kesinlikle korumalıdır. Geleneksel Laz kültürünün arabesk ile hiçbir alâkası yoktur. Yerel, otantik müziğe ağırlık vermelidir. Lazca; Türkiye’de de, Gürcüstan’da da, Abhazya’da da resmî statüsü olmayan, tanınmayan bir dil. Ne yazık ki, ölüme terkedilmiş bir dil. Bu kabul edilebilir bir durum mu?! Benim ninemin, dedemin, atalarımın dili neden ölsün?! Lazca İngilizce’den daha eski bir dil. İngilizce, dünyanın anlaşma dili olmuş. Lazca, kendi vatanında ölüme terkediliyor. Bu nasıl bir mantık ve yaklaşım. Adaletsizlik bu! Bu sebeple de Gelişim TV’nin sorumluluğu büyük.

Özellikle büyük şehirlerde yaşayan Laz ana-babaların çocukları Lazcaya çok ilgi duyuyorlar. Lazcayı öğrenmek istiyorlar. Bu insanlara Lazcayı öğretmenin bir diğer yolu da TV yayınlarıdır. Gelişim TV, bu anlamda tarihî bir misyon üstlenebilir; seviyeyi yükseltebilir.

Mehmet Bekâroğlu’nun “Anadili Günü” sebebiyle geçen yıl İMC TV’ye yaptığı Lazca açıklama büyük bir ilgi uyandırdı. Aynı şekilde Rize Milletvekili Nusret Bayraktar ve Sanatçı Hülya Polat’ın CNN’deki bir programda kısa da olsa Lazca konuşmaları sempatiyle karşılandı. Mahsun Kırmızıgül’ün yönetmenliğini yaptığı “Benim için Üzülme” adlı dizinin Lazca konuşulan bölümlerinin klipleri izlenme rekorları kırıyor. İnsanlar, çeşitli yerlerde Laz kültür dernekleri kuruyor. Laz Enstütüsü kurmak için hazırlıklar yapılıyor. Lazca ders kitapları yayınlıyorlar. Lazca ilk roman olan “Daçkhuri” yayınlandı. “Daçkhuri”nin yazarı Murat Ercan Murğulişi’nin yayınlanmayı bekleyen ona yakın Lazca romanı bulunuyor. Lazca çocuk masalları basıldı. Lazca şiir kitapları yayınlanıyor. Özellikle İstanbul, Ankara, İzmit gibi kentlerde Lazca kursları açılmakta. Özetle; insanlar Lazcaya ilgi duyuyorlar; Lazcanın ölmesini istemiyorlar. Lazca şarkılar söyleyen müzik gruplarının sayısı da artmıştır. Görüldüğü gibi, bu noktada Gelişim TV’ye de önemli roller düşüyor. Bir anlam da Gelişim TV şanslı. 1993 yılında “Ogni Dergisi”yle başlayan süreçte, Lazcaya vakıf, Lazca üretim yapan bilinçli Laz aydınları da yetişti. Bunlar Gelişim TV’ye katkı sunabilir. “Noderi” yani “imece,” Laz halkının binlerce yıllık toplumsal hayatında önemli bir gelenektir. Gelişim TV, bu gelenekten de faydalanmalıdır.

Yüzyıl önce Lazlar için gurbet “Rusye” dedikleri Batum, Anaklia, Sokhumi, Oçamçire, Gagra, Gudauta gibi yerlerdi. Oralara giderler, ekmek paralarını kazanırlardı. Gittikleri yerlerin yerlisi olan Lazlarla ve Megrellerle karşılaşınca Lazca anlaşırlardı. Böylelikle Lazcaları gelişkin olurdu. Sovyetler Birliği- Türkiye sınırı kapanınca gurbet, İstanbul ve Türkiye’nin diğer büyük kentleri oldu. Özellikle de 1980’den sonra, Türkçe televizyonun yöreye ulaşmasıyla Lazca gerilemeye başladı. Eğer Gelişim, TV Lazca yayınlarında başarılı olabilirse, yalnızca yurt içinden ve dışından izlenmekle kalmayacak, Lazcanın gelişmesine de belirttiğim üzere katkıda bulunabilecek.

Lazlar, artık günümüzde esas olarak köylü değil, kentli ve büyük ölçüde de kent hayatıyla bağlantılı bir halk. Gelişim TV, bunu göz önünde tutmalıdır. Türkiye’deki resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri artık Türkiye’deki etkisini kaybetmiştir. Anadillerin bir nebze de olsa özgürleşmesi bunu gösteriyor. Ancak Lazlar ve Lazca, Tiflis’ten kaynaklanan “Lazlar Gürcüdür; Lazca Gürcücenin şivesidir” tasallutunun altında. Gelişim TV, bu konuda dikkatli olmalı, Tiflis’in bu yaklaşımını Tv ekranına taşıyacak kişi ve kuruluşlara karşı uyanık davranmalıdır. Tiflis’in Lazlara ve Lazcaya yönelik uzun yıllara dayanan bu ırkçı yaklaşımları, yalnızca Türkiye ve Gürcüstan arasındaki dostluğa zarar vermekle kalmıyor; aynı zamanda bir Laz ve Gürcü sürtüşmesinin de tohumlarını ekmektedir. Gelişim TV’nin Lazcayı sahiplenmesi, bu anlamda Tiflis’i rahatsız edecektir. Bu konuda dikkatli davranılmalı. Tiflis’in Türkiye’nin iç meselelerine karışması da engellenmelidir. Tiflis’in ırkçı politikalarına karşıyız. Ancak Gürcüler, Svanlar ve en yakından da Megreller bizim kardeşimizdir. Lazlar, Gürcü değildir. Lazca, Gürcücenin şivesi değildir.

Gelişim TV’de Lazca için kısa dönemde neler yapabilir?! Bu konuda benim de İrfan Ç. Aleksiva, İsmail Avcı Bucaklişi, Osman Şafak Buyuklişi ve konuya kafa yoran diğer arkadaşlar gibi somut önerilerim var. Bazı programlar tamamen Lazca olmalı. Lazca programlar mutlaka belirli saatlerde yayınlanmalı. Böylece Lazca programların yurtiçinden ve yurtdışından Laz dinleyicileri zamanlarını o saatlere göre ayarlayabilir. Lazca şarkılar kuşkusuz günün herhangi bir zamanında yayınlanabilir. Lazca programların içeriği ne olabilir?! İlk başta, şimdilik, Lazca haber sunumu mümkün olamayabilir. Eğlence programları tamamen Lazca olabilir. Köy, kişi, meslek, kitap tanıtımları tamamen Lazca olabilir. Kimi konulardaki röportajlar tamamen Lazca olabilir. Ancak dediğim gibi, Lazca programların yayınlanma saatleri mutlaka fiks olmalı. Bu, izlenmeyi sürekli kılar. Yine  programların kalitesi çok önemli. Kaliteli Lazca programlar dinleyiciyi arttıracaktır.
Seksen yıl önce Sovyetler Birliği’nde, yani Acaristan’da ve Abhazya’daki Laz köylerinde Lazca Anadil okulları vardı. Laz çocukları kendi anadilleri olan Lazcada da eğitim- öğretim görebiliyordu. Matematik dersini, Hayat Bilgisi dersini Lazca olarak görüyorlardı. Lazcanın eğitim- öğretim için yeterli bir dil olduğu daha o zamandan ispatlanmıştır. Ancak SB’deki Lazcaya yönelik bu olumlu uygulama kısa sürdü. Laz okulları kapatıldı. Laz okulları direktörü İskender Tzitaşi ve kadrosu tasfiye edildi.

Bir dil kitapsız, okulsuz, radyosuz, televizyonsuz yaşayamaz. Gelişim TV, Lazca yayınlarında başarılı olabilirse, Lazcaya karşı yapılmış tarihsel haksızlıkları da telâfi etme yönünde önemli adımlar atmış olacaktır.

Lazca ihmal edilmiş bir dildir. Oysa Lazca da bir dildir. Aynı Türkçe gibi. Aynı Gürcüce gibi. Aynı Rusça gibi. Aynı İngilizce gibi. Lazcayı konuşanların sayısı azdır. Ancak bir dil, konuşanlarının sayısı az olduğu için değil, konuşulmadığı için ölür. O dilde yazılmadığı için, o dil ölür. O dilde romanlar, hikâyeler yazılmadığı için, o dil ölür. O dilde radyo ve TV yayınları yapılmadığı için, o dil ölür. Lazcayı hor görmemeliyiz. Lazca yazmalıyız. Lazca yayın yapmalıyız. Kuşkusuz başta zor olacaktır. Yavaş olacaktır. Konuya sahip çıkarsa, Lazca yaşayacaktır.
Son olarak şunları eklemek isterim: Lazca yer adlarının tekrar resmî olarak kullanılması ve tabelalarda yer alması için Gelişim TV’nin çaba harcayabileceğini de düşünüyorum. Bu ve diğer kültürel konularda yöre milletvekillerinin desteği sağlanmalıdır.
Lazcanın yaşaması, politik değil, insanî bir konudur. Lazca, yörenin en eski dili, bizlerin atadilidir. Türkçe ise, bugün ortak vatanımızda birbirimizle anlaşma dilimizdir. İşte biz bu anlayış ve bilinçle Lazcaya sahip çıkıyoruz. İki-dillilik bir diğer zenginliğimizdir. Bu duygu ve düşüncelerle Gelişim TV’ye yayınlarında başarılar dilerim.


Ali İhsan Aksamaz, demokrathaber.org, 11 Ocak 2013










Bir Kitap: Lazca Metinler (Lazuri Tekstepe)




Bir Kitap: Lazca Metinler (Lazuri Tekstepe)



Şu sıralar, “Lazca Metinler” (“Lazuri Tekstepe”) adlı kitabı okuyorum. Bu çalışma, (LKD) Laz Kültür Derneği’nin yayınladığı bir kitap. Hatırlanacağı üzere, LKD Yayınları’ndan çıkan bir başka kitap “da Bizim Yazımız- Alfabe Kitabı” (“Çkuni Çhara- Albonişi Supara”). Her iki çalışma da, LKD’nin son dönemde entelektüel çalışmalarındaki düzeyi yükseltme ve kalıcı eserler ortaya çıkarma çabasında olduğunu gösteriyor. Bu durum, Laz kimlik mücadelesi adına oldukça sevindirici bir gelişme. LKD’nin son dönemdeki bu ciddî çabaları görülmeli,  bilinmeli ve mutlaka da duyurulmalı. Bu çabalar diğer dernekler tarafından da örnek alınmalı. Böyle yapmakla LKD’nin yalnız olmadığını göstermeliyiz. Artık tek tek kişilerin çabalarının çok önemli olmadığının, kolektif çabaların altın değerinde olduğunun anlaşılmaya başlaması da güzel bir gelişme. Bu çorbada az veya çok tuzu olan herkesi selâmlıyorum.


Kuşkusuz LKD’nin Kazım Koyuncu’ya da bir borcu var. LKD, bu borcunu bir nebze olsun ödemelidir. Bunun için de Kazım Koyuncu’yu anlatan ve Lazca şiir ve makalelerden oluşan bir kitabı, onun 8. ölüm yıldönümünden çok önce mutlaka yayınlamış olmalıdır. Ayırım gözetmeden, Kazım Koyuncu hakkında yazı verebilecek herkes bu kolektif çabaya katılmalıdır. “Kazım Koyuncu’ya Saygı” kitabı mutlaka Lazca olarak yayınlanmalıdır. Lazca yazamayanlar ve bilmeyenlerin yazacağı Türkçe vb. dillerdeki katkıları Lazcaya tercüme edilmeli ve bu kitapta yer almalıdır. LKD’nin böyle bir niyeti olursa, çalışmaya bugünden başlamalıdır; öneriyorum.


“Kazım Koyuncu’ya Saygı” kitabı mutlaka Lazca olmalı. Gürcüstan, Abhazya ve Rusya Federasyonu’nda yaşayan Lazların da bu çalışmayı rahatça okuyabilmeleri için makaleler ( “Kortuli Alboni”) “Çkineburi Alboni” ile de yayınlanmalıdır. Evet, kitap mutlaka Lazca olmalıdır. Çünkü Kazım Koyuncu bir Laz idi: Lazca şarkılar söyledi.  “Zuğaşi Berepe,” Laz kimlik mücadelesinde önemli bir yere sahiptir: Lazca şarkılar söyledi. Kazım Koyuncu bir enternasyonalistti. Hemşince de, Gürcüce de Türkçe de şarkılar söyledi. Eğer yaşasaydı Çerkesçe de, Abazaca da şarkılar söyleyecekti. Kazım Koyuncu’nun enternasyonalist yönü önemlidir; öne çıkartılmalıdır. Ancak bunu yaparken Kazım Koyuncu’nun Laz kimliği ve Lazca unutulmamalı ve yok sayılmamalıdır. Bu anlamda LKD Başkanı Mehmedali Barış Beşli’nin 7. ölüm yıldönümünde, (“Yeşilköy”) “P’anç’oli”de Kazım Koyuncu’nun mezarı başında Lazca olarak yaptığı konuşma önemlidir. Bu konuşmanın klipleri internet ortamındadır. Mehmedali Barış Beşli’nin mezar başında yaptığı konuşma Kazım sevgisini ifade etmiştir. Mehmedali Barış Beşli’nin mezar başındaki Lazca konuşması ve bu konuşmanın içeriği önemlidir. İşte bu vb. sebeplerden “Kazım Koyuncu’ya Saygı” kitabı projesinin bir an önce hayata geçirilmesini öneriyorum. Bu, Kazım Koyuncu’ya bir borçtur. Bir Laz olan Kazım Koyuncu’yu, bir Laz olan Metin Lokumcu’yu Hopa’dan, Laz kimlik mücadelesinden ayrı görmek mümkün değil; bu haksızlık olur.


Hatırlarsanız; esas olarak Hopa mekânlı  “Sonbahar” adlı filimin senaristi ve yönetmeni Özcan Alper, nedense Hopa’da Lazları ve Lazcayı görmek istememişti! Oysa Mahsun Kırmızıgül, “Benim İçin Üzülme” adlı dizide beğenenin veya beğenmeyin Lazları ve Lazcayı Hopa’nın yerli halkı ve kadim dili olduğunu hatırlatmış, bilmeyene öğretmiştir. Yine belirtiyorum; LKD Başkanı Mehmedali Barış Beşli’nin 7. ölüm yıldönümünde mezar başında Lazca olarak yaptığı konuşması ve içeriği önemlidir. Önerdiğim Lazca bir “Kazım Koyuncu’ya Saygı” kitabı önemli bir işlev görecektir; Laz kimlik mücadelesinde önemli bir adım olacaktır.


Lazca Metinler” (“Lazuri Tekstepe”) adlı kitabın arka kapağını Laz Kültür Derneği Başkanı Mehmedali Barış Beşli yazmış. Çok önemli bir konuya vurgu yapmış: Bizi var eden dilimizin yaşaması, bizim için çok önemli. Tıpkı, bizi var eden denizimizin ve derelerimizin yaşaması gibi.” Bu sözlere katılmamak mümkün değil. Emperyalist- kapitalizmin vahşi saldırıları 1920’li yılların ikinci yarısından itibaren Lazcayı yok etmek için her türlü çabayı harcadı. Bunu biliyoruz. Yine aynı şekilde, emperyalist- kapitalizmin vahşi saldırıları günümüzde de Karadenizi ve dereleri talan etmenin peşinde. Bunu da biliyoruz. Yine aynı şekilde bu emperyalist- kapitalizmin vahşi saldırıları çayda ve fındıkta insanlarımızın alın teri ve emeğini talan ediyor. Bütün ülkemizin tarımı bitirilmek isteniyor. Bunu da bilmek zorundayız.


Lazca Metinler” (“Lazuri Tekstepe”) adlı kitabı yayıma İrfan Ç. Aleksiva hazırlamış. Kapak çalışması ise, Savaş Çekiç’e ait. Çeşitli uzunluktaki Lazca metinlerden oluşan kitap, 1929 yılında Tiflis’te Arnold Çikobava adıyla yayınlanmış. Bu Lazca metinler, o günkü teknik imkânlarla Sovyetler Birliği’nde yaşayan Lazlardan derlenmiş. Metinler esas olarak da Sarpi Köyü’nden. Bundan başka (“Txirnali”) “Tkhirnali”, (“Maxo”) “Makho”, “Simoneti”de yaşayan Lazlardan derlemeler yapıldığı gibi; Aşağı Oçamçire ve Gudauta’nın “Şubara” ve (“3xara”) “Tskhara” adlı köylerde de çalışma yürütülmüş. Metinlerin derlenmesi ve yazımında Ahmet Tant-oğli, Ali Tant- oğli, Muhamed Vanli-oğlu ve diğer köylülerden de yardım görülmüş. Ayrıca İskender Tzitaşi’den bazı Lazca metinler alınmış. Sergi Cikia da İstanbul’daki Lazlardan derlediği Lazca metinleri ulaştırmış. Bu bilgileri kitabın “Giriş” bölümündeki açıklamalardan ediniyoruz. Ve bütün bunlar, belirtildiğine göre, 1926 yılından başlamak üzere olmuş. Nihayetinde de kitap 1929’da Tiflis’te yayınlanmış. LKD, işte bu kitabı 2012’de kültür hayatımıza kazandırdı.


Kitabın bizim için önemli olan yönü, yaklaşık bir asır önce Lazca olarak derlenen bu metinlerin kitap olarak bir Laz derneği olarak sahiplenilip yayınlanmasıdır. Yaklaşık olarak 1920’li yılların ikinci yarısından başlayarak 1940’lara varmayan bir zaman dilimi arasında  (Abkhazya ve Batumi) Sovyetler Birliği Lazlarının sahip oldukları “Kültürel Haklar”  dönemi bizler için bir bilinmezlik içindedir. O dönemin önemli figürü Sovyet Lazları Halk önderi İskender Tzitaşi’dir.  1940’lı yıllara doğru Sovyetler Birliği’ndeki siyasî tasfiyeler döneminde de onun da tasfiye edildiğini biliyoruz. Bildiğimiz bir başka şey de Arnold Çikobava - İskender Tzitaşi sürtüşmesidir.


Kısaca değinmek gerekirse, gerek Arnold Çikobava’nın “akademik” amaçlı çalışmaları gerekse de Sovyet Lazları Halk önderi İskender Tzitaşi ve arkadaşlarının kimlik mücadelesi ve sosyalist inşaya dayanan çalışmaları aynı döneme denk gelmektedir. Arnold Çikobava’nın kimliğine, yaptıklarına ve adına ilişkin derin bilgilere bugün internetten bile ulaşmak mümkün. Hatta Tiflis’te onun adına bir “Çikobava Enstitüsü” bile var. İskender Tzitaşi’ye ilişkin bilgilerimiz ne yazık ki (şimdilik) yeterli değil! Ancak; Arnold Çikobava’nın hem Stalin, hem Kruşçev, hem Brejnev, hem de Gorbaçov döneminde Sovyetler Birliğinde itibarlı bir statü taşıması hem de bugün Tiflis’te adını taşıyan bir “enstitü” bulunması, kendisi hakkında bir ön bilgi edinmemizi sağlıyor! Ya İskender Tzitaşi?! Arnold Çikobava, Sovyetlerde Laz kimliğinin yok sayılması, “kültürel haklarının” ortadan kaldırılması ve Lazların Gürcü kaydedilmesi, Lazcanın da Gürcücenin dialekti kabul ettirilmesi döneminin adamıdır; resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin emrindeki bir akademisyendir. İskender Tzitaşi ise, Sovyet Lazları halk önderidir. Laz Kültür Derneği’nin hem “Lazca Metinler”  (“Lazuri T’ekst’epe”) adlı kitabı hem de “Bizim Yazımız- Alfabe Kitabı” (“Çkuni Çhara- Albonişi Supara”) adlı kitabı yayınlaması İskender Tzitaşi’nin adının duyurulması, mücadelesinin sahiplenilmesi anlamında da önemlidir.


Bütün bunlar da, Hopalı Faik Efendi ile başlayan Laz kimlik mücadelesinin yüzelli yıllık geçmişini tescil ve ilân etmektedir. Laz kimliği ve Laz dilinin düşmanları artık rahat hareket edemeyecek. Yakın bir gelecekte İskender Tzitaşi’nin bir Lazca anadil okulunda, ders sırasında öğrencilerle çekilmiş bir fotoğrafı ortaya çıkarsa, şaşmamak lâzım. Ya bu Laz okullarından mezun olanlara Lazca olarak da verilen diploma bir gün bir yerlerden çıkarsa!! İskender Tzitaşi’nin itibarının iadesi, Lazcanın bir dil olduğunun da tescilidir.


Bu yayın faaliyetlerinden dolayı LKD’yi ve bu eserleri gün ışığına çıkartan ve yayımlayan İrfan C. Aleksiva’yı bir kez daha selamlıyoruz.
                                                              


Ali İhsan Aksamaz, demokrathaber.org, 24 Ocak 2013







“Romani nç̆aralobaşi irişen ʒ̆oxlemxtimu noʒ̆ile ren!”

      “Romani nç̆aralobaşi irişen ʒ̆oxlemxtimu noʒ̆ile ren!”     [ Goʒ̆otkvala : Ma A. Cengiz Bukeri doviçini dido ʒ̆anapeş ʒ̆oxle...